MURAT SEVİNÇ
Kıbrıslıların tabiriyle, asapları bozuk memleket ahalisinin. Epey zamandır, demokratik bir ülke ölçülerinde ‘normal’ kabul edilebilecek herhangi bir gelişmeye tanık olmadı insanlar. Toplam servet artan hızla bir avuç fırsatçının elinde toplanır ve iki eşeğin yemini bölmekten aciz kimileri yurttaşın emeğinden/vergisinden üç-beş maaş birden alırken, eski orta halli yeni yoksul kesim semt pazarındaki sebze tezgahının önünde Allah’ın kabak ve domatesiyle bakışıyor. Bu yaşıma dek ilk kez dereotu ve karpuz fiyatlarının arkadaş sohbetlerine konu olduğunu görüyorum.
Kira vs. felaketine değinmek dahi gelmiyor insanın içinden, gıda ve barınma gibi temel insan haklarından mahrumiyet söz konusu. Daha beteri, mahrumiyetin sona ereceğine ilişkin umutsuzluk. Beri yanda, haberlere ve bir CHP vekilinin verdiği soru önergesine bakılırsa Hizbullahçılar tahliye edilirken doğa, şehir ve insan hakları savunucuları cezaevine giriyor, muhalifler gölgesinden ürkmeye zorlanırken dinsel baskı görünür biçimde artıyor, üstelik muhalefetin suskunluğu eşliğinde, ya da, muhalefetin suskunluğu sayesinde.
İnternette her Allah’ın günü bir suç örgütü liderinin yine konuşmaya başlayıp başlamayacağı yönünde yorumlar yer alırken, söz konusu kişinin bir tiviti ‘paylaşması’ dahi büyük heyecan yaratıyor ve o kişinin gönül verdiği ideolojinin farklı sektördeki bir temsilcisi, Türkiye’nin çok okunan bir erkek yazarı, suç örgütü liderinin ‘konuşmaya başladığı’ tarihin yıldönümünü kutluyor. Her şey bir yana, o çok okunan gazeteci/yazar, kendi kardeşini bir Kıbrıslı ‘gazeteciyi’ öldürmek için görevlendirdiğini (sonrasında bir başka suikastçı tarafından öldürülen) açıklayan birini övmekte hiçbir sakınca görmüyor. Neresinden tutsanız elinizde kalıyor koskoca ülke.
Geçen pazar günü Kemal Can Medyascope’taki yazısında çok güzel özetledi başımıza gelenlerin absürtlüğünü ve ağırlığını. Biraz uzunca bir alıntı yapmak istiyorum, yalnızca birkaç günü anlatan bir alıntı:
“Yaşananlara bir bakın: Süleyman Soylu, televizyona çıkıp Ümit Özdağ’a ‘Hayvandan aşağı operasyon çocuğu‘ diyor. Özdağ, ‘Yarın silahsız olarak kapına geliyorum çık dışarı‘ diye meydan okuyor. Bu şahıslardan biri İçişleri Bakanı, diğeri parti genel başkanı. Geçelim mevkilerini, makamlarını, ‘Bakalım ne olacak’ diye bütün ülkeye bunu seyrettiriyorlar, sahnenin nereye bağlanacağı canlı yayınlarla takip ediliyor. Aynı günlerde bir polis amiri, HDP Genel Merkezi önünde milletvekili Ayşe Acar Başaran’a ‘Seni oraya çivilerim‘ diye bağırıyor. Öyle kenarda köşede değil, göstere göstere, duyulsun bilinsin diye yapıyor bunu. Zaten İçişleri Bakanı Soylu da ’15 Temmuz’da yarım kalan işi tamamlama‘ fırsatından söz etti. Medyaya meraklı bir tarikat lideri, ‘HDP’ye oy verenleri vatandaşlıktan çıkartmaktan‘ bahsetti. Bunlar yetmiyor. Önce Düzce’de bir belediye başkanı ‘Kadınlara şarkı söyletilir mi?‘ itirazıyla ortaya çıkıyor, devamı Batman’dan altılı masanın parçası partilerin il başkanlarının da katıldığı ‘ahlaksızlık durdurma’ çağrısıyla geliyor. Altı senedir satırına dokunmadan verdiği teklifi yinelediği için Garo Paylan’a bu seneye özel linçin startını Akşener veriyor, 24 Nisan’da Talat Paşa’yı anmayı akıl eden Zafer Partisi devamını getiriyor. Memleketin çekilecek derdi bitmemiş ki, ‘her şey güzel olacak’ vaadinin sahibi İmamoğlu, kariyerinin yeni aşaması için daha ilk adımını atarken yanına aldıklarıyla, üstüne bastıklarıyla, arkasında bıraktıklarıyla, görmezden geldikleriyle kıra döke giriyor züccaciye dükkanına. ‘Vız gelir tırıs gider‘ diye başlayıp ‘Akıllı olun‘ diye bitiriyor. Kimin ‘mühim adamı’ olacağına karar verememiş olduğundan, denileni de kavrayamıyor bir türlü.”
İnsanın aklını fikrini, aklı başında davranma azmini fazlasıyla zorlayan, bazen imkânsızlaştıran, soğukkanlı düşünüp konuşmayı güçleştiren koşullarda yaşıyoruz. Bir yanından her öfkeyi, öfkenin her tonunu, çileden çıkmayı, tahammülsüzlüğü anlamak ve bir ölçüde hak vermek mümkün. Diğer yandan, böylesine uzun süreli ve giderek ceberutlaşmış iktidar yıllarının toplum/insan üzerindeki etkilerinden biri, herhalde muhalif olanın hali tavrının da az-çok hükmedene benzemeye başlaması oluyor. Hak verilmesi değil, olağanlaştırmadan ve kanıksamadan anlaşılması gereken bir durum bu. Mücadele edilene benzedikçe başarısızlık ihtimali arttığı gibi, asıl mücadele edilenin ne olduğu sorusu da giderek belirsiz hale geliyor.
Herkesin ne düşündüğünü, birinin neyi hangi tonda söylediğini ve nasıl karşılık aldığını takip etmenin güncel yeri, kişi ve kurumların sosyal medya hesapları. Bilişim Devrimi’nin en parlak sonuçlarından biri olan sosyal medya mecralarının, temsili demokrasinin krizini aşmanın en kestirme/hızlı araçlarından birini sunduğunu varsayıyorum ve bana kalırsa tüm dünyayı bir park forumuna dönüştürme imkânı sunan ‘ağ’, ‘doğrudan demokrasi’ yöntemlerine beşiklik edebilecek potansiyele sahip. Bu yüzden, diğer tüm işlevleri bir yana, herkesin herkesle hiyerarşi gözetmeden iletişim kurabildiği mecraların değerini bilmek gerek, her şeye, tüm sinir bozucu yanlarına ve her mahallenin birbirine seslenme alışkanlığını güçlendirici niteliğine rağmen. Nitekim en çok şikâyet edenlerin dahi kalmaya devam ettiğine bakılırsa, demek ki sevabı günahından çok.
Ancak, ‘herkesin herkesle iletişim kurabildiği’ bu mecraların, bazen o iletişimi zehirleyip imkânsızlaştıran bir işlev gördüğü de gerçek. ‘Sosyal medya linçi’ denilen olgu, o zehri veren en tüketici ve moral bozucu işlerden biri sanırım. Neye ‘linç’ denildiğini tam anlamıyla bilmiyorum (her linçi takip edemiyorum!), muhtemelen sertçe eleştirilerin bir kısmı da linç sözcüğüyle karşılanıyor. Fakat bazen anlaması, görmesi çok kolay oluyor doğrusu! Küfür kıyamet hakaret, yok etme çabası… Karşıdakinin sanal hesap değil, etten kemikten bir insan olduğunu hesaba katmadan dışa vurulan öfkenin muhatabı için korkutucu ve üzücü olduğunu tahmin etmek mümkün.
Sosyal medya figürleri üzerine ciltler yazılabilir, beni daha çok ilgilendiren ve kaygılandıran, bir kısmı adı sanı bilinen çok takipçili hesap sahiplerinin (ki içlerinde siyasetçiler de var!) söz konusu öfkeyi, benzer ton ve üslupla harlaması. Bu coşkulu hal, her zaman gerçek/dürüst tepki gösterme gereksiniminden değil; üzerinde düşünülmüş, ölçülüp biçilmiş cümlelerle takipçi cezbetme hevesinden, Youtube kanallarında ise abone sayısı artırma isteğinden de kaynaklanıyor belli ki, yoksa, insan kendisini o duruma boşuna düşürmez.
Herhangi birinin değil, kamusal sorumluluğunun takipçilerinin çokluğu oranında artması gerektiğini düşündüğüm-dilediğim kimi şöhretli isimlerin bu tavrının, söz konusu iletişimsizliğe, anlayıp etmeden yaşanan öfke patlamalarına katkı yaptığı kanısındayım. Türkiye gibi, özeleştiri kültürünün zaten sıfırın altında olduğu ve ortalamanın, “En kötü özelliğim çok iyi kalpli olmam” avuntusuyla ömür geçirdiği bir toprakta, saldırgan, çok şiddetli, duygusal, hiç kimseyi duymayan, dinlemeyen, muhatabını umursamayan, her diyalog çabasını pervasızca monoloğa çevirmeye meyyal ölçüsüzlüğün; tepki gösterilen insanın kendi eylemi ya da sözü üzerine düşünme ve bir şeyleri onarma ihtimalini ortadan kaldırdığını tahmin ediyorum.
Burada yalnızca İBB başkanını ve benzer tepkilere maruz kalan tanınmış siyasetçilerin yaşadıklarını konu etme niyetinde değilim. Kampanya döneminden itibaren, İmamoğlu’nun klasik bir ANAP’lı olduğunu, o dönem sağ partilerinin eli yüzü düzgün prenslerini andırdığını düşünüp yazdım. ANAP’lılığa hırs, kariyer arzusu ve Türkiye’de halkın siyasetçiden beklediği varsayılan cevvallik-hazırcevaplık hasletlerini eklediğinizde, tutumunda bir sürpriz olmadığını düşünüyorum. Önemi de yok, herhalde belediye seçiminde hiç kimse sol-sosyalist bir aday olduğu inancıyla iltifat etmedi. Kendisine verilen oyların bir kısmı, AKP’ye verilmek istenmeyen oylardan ibaretti ve önümüzdeki bir-iki seçimde de muhalefetin her adayı açısından böyle olacak. Üstelik yaşadığım şehri yönetmesinden memnunum.
Kemal Can’ın “Denileni kavrayamıyor bir türlü” saptamasına katılıyorum. Yönetime başkaca bir katılım yolu bulunmayan cılız demokrasimizde seçimden seçime sandık başına giden milyonlarca insanın, ‘sistem kaynaklı çaresizlik’ nedeniyle umut bağlamak zorunda hissettiği siyasetçilerin, kendilerine yönelik tepkileri zaman zaman anlamakta zorlanmalarının muhtemel nedenleri başka bir yazının konusu olsun.
Mesele Ali şunu yaptı, Veli şöyle söyledi, değil. Niyetlenen olsa dahi özeleştiri ve geri adım atmayı zorlaştıran şiddette eleştirinin, linçin, histerik duygusal kopuş ve geri dönüşlerin, kamusal tartışmaya ve hedeflenen yarar her neyse ona, hemen hiçbir zaman olumlu katkı yapmadığını görüp belki biraz yol yordam değiştirmeye çalışmak gereklidir. İnsanî ilişkilerde gerek duyduğumuz, değer verdiğimiz hasletler, kamusal ilişkiler ve siyasette de yarar sağlamaz mı? Eleştirenin de eleştirilenin de ihtiyacı yok mu, biraz sakince düşünmeye, cevap yetiştirme hevesini törpülemeye, sessiz ve hatta bazen tümüyle hareketsiz kalmaya? En sert, en afili, en köşeli, en gürültücü ve en hızlı sözcükleri tercih etmek, her durumda marifet midir?
Bu konular bitecek gibi değil, şimdilik son söz şu olsun: Bilişim Devrimi araçlarının ürünü olan yepyeni bir dünyanın sunduğu imkânlar dahilinde eleştiri, özeleştiri, linç, hakaret filan feşmekan… hepsi zamanla kendi içinde bir dengeye kavuşur ve insan insanla daha anlamlı ve verimli diyaloglar kurar muhtemelen. Belki şu aşamada daha önemli olan, siyasetçilerin canlarının istediği gibi konuşma ve yönetme şanslarının, giderek yurttaş lehine azaldığını/sınırlandığını görmektir. Bu da iyi bir şey.
Yazı önerileri:
- Mutlaka okumanız dileğiyle, Yıldırım Türker’in ‘Osman Kavala’nın Hükmü’ başlıklı yazısını buraya bırakıyorum.
- Ümit Kıvanç’ın ‘Tümör’ başlıklı yazısı.
- Ali D. Topuz’un ‘Anti-hukukun bayram haftası’ başlıklı yazısı.
- Haluk Levent’in ‘Gözetim kapitalizminin işleyişi’ başlıklı yazısı.