MURAT SEVİNÇ
CHP ile ilgili ikinci yazıyı yazmak için oturdum bilgisayarın başına. Önce biraz internet haberlerine baktım. Milliyet’in bir ‘Ek’i, kanımızda banyo yapmak gibi ilginç hevesleri olan birine yardımseverlik ödülü vermiş (Sonrasında Milliyet kendi Ek’ini, Ek’in yönetmeni de Milliyet’i yalanlamış)! Herhalde önümüzdeki yıl da Ağca’ya barış ödülü verir, rahmetli Abdi İpekçi’nin gazetesinin bir ‘Ek’i, diye düşündüm.
Ardından Gazete Duvar’da sevgili ‘kürsüdaşım’ Dinçer Demirkent’in nefis ‘olağanüstü hal’ yazısını okudum. Hemen sonra Ümit Kıvanç’ın makalesini fark ettim. Çocuğunun kemiklerini ‘kargodan’ bekleyen baba ve bir annenin gördüğü eziyet üzerine yazmış Kıvanç. Yazmamış aslında, başka bir şey yapmış, salt bir yazıdan daha fazlası. Bu iki yazıyı da okumanızı içtenlikle öneririm.
Kıvanç’ın yazısını okumamla birlikte, yazacağım asıl konunun sözcükleri hızla bulanıklaşmaya başladı zihnimde. Artık kanıksanan ‘FETÖ’ haberlerine, yargılananların ifadelerine bakındım bir süre. Bir havuzcu, beklendiği gibi ‘FETÖ’nün siyasi ayağı CHP’de aranmalı’ buyurmuş. Gökçek, ‘Ankara Belediyesi’ndeki FETÖ’cülerin temizleneceğini’ müjdelemiş. Burhan Kuzu’nun, Gülen’in sofrasında fotoğrafı yayınlanmış. Filan fıstık…
İçişleri Bakanı’nın açıklaması çıktı karşıma. Açlık grevindeki iki insanın eylemine ‘tiyatro’ demiş, daha önce defalarca gözaltına alındılar demiş, akşamları yemek yiyorlar demiş, bir terör örgütüyle organik bağları var demiş. Bunları demek için de, o iki kişinin seslerinin duyulur ve taleplerinin azımsanmayacak bir yurttaş topluluğunca sahiplenilir olmasını beklemiş belli ki!
Üç beş asır önce değil, üç beş yıl önceki yargılamaları hatırladım bu kez. ‘Bunlar ne biçim iddianameler böyle?’ sorusu yöneltildiği için muhatap olunan hakaret e-postalarını. ‘Sen de Ergenekoncusun herhalde’ ithamlarını. Eski genelkurmay başkanı Başbuğ’un ‘terör örgütü kurmak ve yönetmek’ suçlamasıyla tutuklanışını. O zamanki basını ve iktidar mensuplarının yorumlarını. Dönemin hâkimlerini, savcılarını, adalet bakanlarını. Bay ve bayan dalkavukları.
Soylu’nun (Mehmet Ağar’ın prenslerinden) girdiği DP genel başkanlık yarışında galip gelişini ve AKP hakkındaki ağır, zehir zemberek sözlerini. Bir iki yıl sonra hidayete ererek AKP’ye geçişini!
Hukuken (!) anlaşılması, kabul edilmesi mümkün olmayan gerekçelerle tutuklanan iki açlık grevcisi hakkında böylesi ithamlar; ciddi bir ‘delil’, ‘yargı kararı’ ya da hiç olmazsa ‘adli sicil kaydı’ gibi ‘küçük’ ayrıntılar gerektirmez mi sorusunu yönelttim kendime. Bakan gerek duymuyor belli ki. ‘Masumiyet karinesi’ ilkesini düşündüm. İlgili Anayasa hükümlerini düşündüm. Anayasa’nın 15. maddesini, 13. maddesini, 38. maddesini, 138. maddesini düşündüm. Bizim Anayasa’nın. Evet evet bizim, hani şu Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın. Allah kahretsin, insanı böyle aptallaştıran bir şey işte mesleki deformasyon!
Haberin sonuna gelip İçişleri Bakanı’nın ihraç edilenlerle ilgili ‘genel’ ifadelerini de okuyunca, ekrandaki sözcükler okuma gözlüğümü yetersiz bırakır ölçüde birbirine karışır oldu. Bakan demiş ki, “İhraçlar masum insanlara yapılıyormuş gibi gösterilmeye ve terörle mücadele sulandırılmaya çalışılıyor. Yapılan her şey hukuk çerçevesindedir.”
Bağışlayın, Anayasa’yı ve OHAL KHK’lerini İçişleri Bakanı’ndan biraz daha iyi biliyor olabilirim. Ancak bu yazıda oturup bin kez yazılan ‘OHAL KHK’sı nedir ne değildir?’ üzerine gevezelik edecek değilim şimdi. Yargılanmamış, haklarında suç isnadı olmayan, adlarını KHK’de gördükleri saat yaşamları alt üst olan insanlardan da söz edecek değilim. Hele ki ‘masumiyet karinesi’ gibi ıvır zıvır anayasal ilkeleri hepten boş veriyorum; hiçbir hükümleri yok artık Türkiye’de.
Ancak değil mi ki birileri OHAL KHK’si ile sorgusuz sualsiz işlerinden atılmış olanları, haklarını arayanları, kendilerini ‘adalet dağıtıcısı’ mertebesinde görerek mahkûm etme hevesine kapılıyor ve terör örgütleriyle ‘iltisaklı’ olduğumuzu ilan etmekte ısrarcı, o zaman iki satırlık söz söylemeli, bir kez daha.
Üstelik hiç uzatmadan. Lafı eğip bükmeden. Zırva hukuk tartışmalarına girmeden.
Çok basit bir ‘soru’ sorarak. Yalnızca bir soru. Herkesin anlayabileceği.
Her ne kadar bu soruyu kaçınılmaz bir biçimde kendi üzerimden sormak zorunda olsam da, siz lütfen yüzlerce meslektaşım adına yönelttiğimi varsayın. Yıllardır tanıdığım, okuyup takip ettiğim meslektaşlarım, eşim dostum ve tanışmadıklarım. Onlardan vekâlet almış değilim, temsil hak ve yetkisine sahip olamam kuşkusuz. Hâl böyleyken, siz ‘onlar için de’ kabul edin.
Şunca yıldır kaleme aldığım her satırın, her bir nokta ve virgülümün arkasında durabilirim. Derslerde sarf ettiğim her bir sözcüğün. Yüzlerce meslektaşım gibi. Bizler, pervasızca işlerinden atılan meslektaşlarım, hoca ve arkadaşlarım, iyisiyle kötüsüyle her kimsek onun arkasında durabiliriz. Duruyoruz.
Peki, sayısız insana büyük bir ‘rahatlık’la ‘terörist’ vs. diyen, ‘Masum değil’ diyen, ‘Çocuklarımızı teröristlere mi emanet edelim’ cümlesini kurabilen muhteremler… Yöneticiler, fanatik yandaş yazarlar, çizerler, kadrolu dalkavuklar… Şu soruyu kendinize yöneltin: Sizler yıllardır sarf ettiğiniz sözcüklerin, eylemlerinizin, düşüncelerinizin, ittifaklarınızın, dostluklarınızın, övgü ve sövgülerinizin arkasında mısınız? Ezcümle, sizi siz yapanı, iyisiyle kötüsüyle yaşamınıza dâhil olanı savunup ona arka çıkabilir misiniz?
Evvela, şu en basit soruyu yanıtlayın. Öyle üçünüz beşiniz değil, yalnızca biriniz ‘Evet’ yanıtı versin.
Veremezsiniz.
Eh o zaman, sorgusuz sualsiz, sahip olduğunuz geçici kudretin sarhoşluğuyla yaşamlarıyla oynadığınız insanlara olmadık suçlamalar yöneltmeden önce bir durun bakalım. Şöyle bir düşünün, sözünüzün ve düşüncenizin ağırlığı kaç karat çekiyor.
Yeter artık şeker kardeşim. Memleket babanızın malı, tepenizi attıran insanlar da her canınız istediğinde damgalayabileceğiniz oyuncaklarınız değil. Had hudut bilmek son derece gerekli, yararlı bir haslettir.
Yazıyı, ne yazık ki gerçekten istediğim, içimden gelen sözcüklerle bitiremiyorum…