
MURAT SEVİNÇ
Ne üzerine konuşuyoruz, muhalefet neyden bahsediyor, sistem değişikliğiyle anlatılmak istenen nedir, hükümet sistemi değişikliği yaşamımıza nasıl yansır, vaat sunan insanlara inanabilir miyiz, tanımadığımız insanlara güvenmek dışında bir seçeneğimiz yok mu, peki siyasetçiler güvenilir midir?
İnsanın içinde renkler var; en iyisi bir gün kötülük yapabilir, en dürüstü yalan söyleyebilir, kötü bildiğimizden iyilik görür, açık sözlüsünün içten pazarlığına tanık olabiliriz. Hangi eğilimin ne zaman ağır basacağı, herhalde koşullarımıza, karşımıza çıkan fırsatlara, öğrendiklerimize bağlı biraz ve olağan dışı durumlarda verilen tepkiler, hem karşımızdaki hem de kendimiz hakkında daha doğru fikir sahibi olmamızı sağlar. Bir başka deyişle, her şey yolundayken ‘iyi ve güven telkin eden biri’ olmak/görünmek daha kolay.
Eğer siyasi yaşam ve örgütlenmelerden söz ediyorsak, partiler bakımından ‘her şeyin yolunda olduğu’ dönem, daha ziyade muhalefet saflarında geçirilen yıllardır. Muhalefet, hele ki Türkiye gibi bir ülkede kolay değil kuşkusuz, ancak yine de eleştiri makamı eleştirilen olmaktan daha konforlu. Bolca vaatte bulunmanın önünde bir engel yok, Ankara’ya deniz gelir, uzaya otoyol yapılır. Bir-ikisi istisna, muhalefetteyken demokrat görünmeyen bir partiye tanık olmak güçtür. Fıkralara, komik öykü ve skeçlere çok konu olmuştur siyaset esnafı vaatleri. Çünkü genellikle güvenilmez bir figür siyasetçi ve ahalinin onlara yönelik sevgi ve ilgisi, esirgemediği tezahüratıyla içten içe hissettiği güvensizlik, siyasetçiyle kurduğu ilişkide iç içe geçiyor.
O vaatkâr partilerden bazısı iktidar ya da iktidar ortağı olur günün birinde ve bir yandan muhalefetteyken sahip olmadığı kamu gücüne kavuşurken, diğer yandan o âna dek görmezden geldiği zorluk ve sınırlarla da yüz yüze kalır. Vaatlerinin bir kısmı zaten boştur, fakat bir kısmı samimiyetle dile getirilmiş olmasına karşın şu ya da bu gerekçeyle yaşama geçirilemez. Yöneten partilerin muhalefetteyken sunduğu vaatlerle iktidar yıllarında yaptıkları gerçekleştirdikleri arasındaki açı hayli geniş. Dolayısıyla, görünen o ki hâlihazırda birbirine de güvenmeyen insanlardan oluşan toplumun, siyasetçilere güven duymamasının nedenlerini anlamak mümkün.
Önceki yıllarda, siyasetçiden ve güncel siyasetten bağımsızmış gibi düşünülen (ki bir bakıma öyle) kamu yönetimine/idareye az çok duyulan güven de, bu iktidar döneminde, özellikle rejim değişikliği ardından büyük ölçüde sona erdi. Birkaç hafta önce ‘maske kullanımı’ konusundaki resmî açıklamaların ardından kimsenin bir anda maskesini çıkarmaması ya da ekonomik duruma ilişkin açıklamaların sıradan yurttaşı ikna etmemesi, şu sıralar bazı temel gıda maddelerine gösterilen yoğun ilgi, söz konusu güvensizliğin (peşi sıra, öngörülemezliğin) sonucu.
Siyasetçi vaatlerinin inandırıcılığı sorunuyla toplumdaki yaygın güvensizliğin sonuçları bir arada düşünüldüğünde, ülkede herhangi bir sözün neden hak ettiği heyecana neden olmadığını anlamak biraz daha kolaylaşabilir.
Şu sıralar, altı muhalefet partisinin güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisinin toplumda heyecan yaratıp yaratmadığı konuşuluyor. Herhalde olumlu bir etki yapmıştır, ancak beklenen tezahüratı almadığı da bir gerçek. Ben, alanım olduğu ve bir şeyler yazacağım için metni okudum, eğer yazmıyor olsaydım, okumazdım. Üstelik parlamenter sisteme geçilmesinden yanayım ve partilerin bir araya gelmesini önemsiyorum, buna karşın, heyecanlanmıyorum. İşi bu olmayan biri, örneğin bir fırıncı ya da banka memuru, neden ve nasıl heyecan duysun.
Konuya ilişkin sayısız başlık çıkarılabilir ve her biri üzerine sayfalarca yazılabilir, yazılıyor da. Burada yalnızca bir-iki ihtimal üzerinde durmak istiyorum.
Öncelikle, halk yorgun, muhalif yurttaş daha da yorgun. Yaklaşık sekiz-dokuz yıldır, olağan, huzurlu tek bir gün geçirmedik. Rejim değişikliği, darbe girişimi, ardından yaşanan KHK kıyımı ve diğer saçmalıklar, halkın azımsanmayacak bir kesiminin yurttaşlıktan fiilen atılmış olması, her Allah’ın günü maruz kalınan hakaret, aşağılama ve yalan, dünyayı esir alan salgın, ekonominin hali, faturalar, doğa ve şehirlerin başına gelenler vs… Taş olsa çatlar bunca başa gelene!
Sizi bilmem, tanıdıklarım içinde mutlu, işi gücü ve huzuru yerinde bir kişi yok. Ve nefes almakta çok zorlandığımız koşullarda, evet, muhalefetin bir araya gelip bir şeyler söylemesini, umut vermesini bekliyor insanlar, ancak ne yazık ki herhangi bir ‘metnin’ ve ‘hükümet önerisinin’ şu haldeki toplumu heyecanlandırma ihtimali, pek zayıf.
Tahmin etmek zor olmasa gerek, her insan kendisine, yaşamına temas eden vaatlerle ilgilenir. Hele ki toplum olma vasfının bu denli tartışmalı olduğu, ‘diğerini’ umursayanların çoğunluğu oluşturmadığı bir ülkede, herkes, işittiğinin öncelikle ne işe yarayacağına ve yaşamında ne değiştireceğine bakar. Siyasetçilere güvensizlik, vaatte bulunanların kullandığı terminoloji, vadedilen her neyse onun bir şeyleri dönüştürme ihtimali gibi unsurlar, daha çok burada devreye giriyor işte.
Örneğin, Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü dönüştürücüydü ve bu nedenle olağanüstü ilgi gördü, heyecan yarattı. İYİ Parti’ye milletvekili transferi de kıpırdanma yaratmıştı. Ardından, kurulan ittifak. Son olarak ‘helalleşme’ vaadi, görünen o ki yeni sistem önerisinden çok daha etkili oldu, konuşuldu. Ha keza, Meral Akşener ve İYİ Parti, İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıktığında, seküler/laik milliyetçiliğin laik/seküler yüzüne seslenirken yükseliyor ve değişim umudu yaratıyordu, ancak ‘Ömer’in yolu’ aynı etkiyi yapmadı, yapamazdı. AKP’den uzaklaşan dindar kesimin, özellikle gençlerinin, neden fenalık geçirdiklerini ve hangi konuları artık duymak dahi istemediklerini kavrayamamaktan, anlamak istememekten kaynaklanıyor bu tutum.
Bir şeylerin iyi yönde değişme ihtimali ve o değişimi gerçekleştirmeye aday olan siyasetçilere yönelik güven, moral verebilir dinleyene. Bakın, ‘konuşma’ diyoruz, ‘dinleme’ diyoruz hep yazar çizerken. Her konuşma duyuluyor mudur sizce, her vaat dinlemeye değer bulunuyor mudur? Yanıt ‘hayır’ ise, neden? Bu konularla yoğun biçimde ilgilenip yazan ve konuşan kesim, milyonların da ilgilendiği yanılgısına kapılabiliyor zaman zaman. Oysa Ankara Bilkent’teki o otelde ‘tarihi’ başlığıyla duyurulan toplantının, fatura ve pahalılıkla boğuşan çoğu yurttaş için bir şey ifade etmediğini varsayabiliriz. Bu, yalnızca medyaya sahip olmamakla değil, söylenenin kitlelere ne anlattığıyla da ilgili bir sorun.
Sizce, ‘güçlendirilmiş parlamanter sistem’ sözcüklerini bir çırpıda yanlışsız söyleyip yazabilecek kaç kişi yaşıyordur bu ülkede? Ya da ABD’de ve İngiltere’de hangi hükümet sistemiyle yönetildiğini bilmeyen kaç ABD’li ve İngiliz vardır? Buna mukabil hem burada hem oralarda, insanın maddi ve manevi gereksinimleri var, buralı da oralı da nitelikli sağlık hizmeti alıp iyi okullarda ücretsiz okumak; hem buralı hem oralılar insanca yaşayıp özgürce konuşabilmek, ömrünü endişe duymadan geçirmek istiyor.
Muhtemelen birkaç yüz kişinin okuduğu bir köşe yazarıyım. Partilerin sistem önerileri üzerine kendi sayfalarında yayımladıkları uzunca metinleri, üşenmeyip okudum, özetledim ve muhtemelen o yazıları, o birkaç yüz kişi dahi okumadı! Sizce İYİ Partili ya da DEVA’lılar, hatta CHP’liler, hatta bu partilerin yerel düzeydeki temsilcileri, partilerinin yayımladıkları metinlerinden tümüyle haberdar mıdır, okuyup seçmene anlatıyorlar mıdır?
Ortalama yurttaş, dünyanın herhangi bir yerinde ve doğal olarak hükümet sistemleriyle, teknik yönetim tartışmasıyla vs. ilgilenmez, bilmez. Türkiye’de, muhalefet partilerinin ‘Sayıştay denetimi güçlenecek’ ya da ‘bütçe hakkı gözetilecek’ vaatleri, sokaktaki hemen hiç kimseye bir şey ifade etmiyor. Ancak, yurttaşın yediği ekmeğin fiyatı ve kalitesiyle, Sayıştay denetimi ve bütçe konuları arasında çok yakın bağlar var, mesele bunu anlatabilmekte, gösterebilmekte.
Siyasetçilere haklı olarak güven duyulmayan bir toprakta, metinlerdeki soyut kavramların her birimizin yaşamını iyi ya da kötü yönde etkileyebileceği nasıl anlatılmalı, ne yapılmalı, hangi yöntemler denenmeli, kolay yanıtları yok bu soruların. Siyasetçiler bunu yapabilir mi, artık ne yapacağını şaşırmış yurttaşa güven verebilir mi, ‘güven’ ve ‘samimiyet’ gibi duygular ne için gereklidir, şart mıdır, ülke ve milyonlarca insan bu haldeyken hâlâ ittifakın şekli şemaili üzerine tartışma yürütmeye çabalayan siyaset esnafını sarımsaklayıp da mı saklamalı, sonraki yazının konusu olsun…
Yazı önerisi: Ümit Kıvanç’ın, Chomsky’nin Ukrayna’nın işgali üzerine söyleşisi hakkındaki, ‘Lafa nereden başlanır?’ başlıklı yazısını buraya bırakıyorum.
İklim krizi notu: Diken’de yayımlanan bir haber. Haberde Ömer Madra ve IPCC raporu var. İklim krizi bu seviyedeyken başka şeyler konuşulabiliyor oluşumuz, türümüzün az gelişmişliğiyle ilgili bir durum olsa gerek! Oysa, “Kaçacak yerimiz kalmadı.”