MURAT SEVİNÇ
Osmanlı-Türk modernleşmesinin devamında üç çeyrek yüzyılı aşkın sürede oluşan Cumhuriyet kurumları ve gelenekleri, kararnamelerle yerle yeksan ediliyor. İktidar ne vadettiyse onu yapıyor kuşkusuz. Kabul edilen anayasa değişikliğinin önerdiği, olağanüstü güçlü yetkilerin siyasal sorumluluğu olmayan bir makama devredilmesiydi; ‘tek adam’ rejimiydi. Oylandı, atı alan Üsküdar’ı geçti ve bu günlere geldik. Sürpriz yok.
Erdoğan’ın, TBMM’de MHP ya da bir başka partiyle ittifakı sürdürebildiği sürece istediği hemen her şeyin yapılacağı, istemediği hemen hiç bir şeyin yapılmayacağı, zorlu bir dönemden geçiyoruz.
Muhalefet herhangi bir seçim sonucu olarak değerlendirilemeyecek ‘sonucu’, ilk günden kabullendi. Görünen o ki ‘hallerinden’ şikâyetçi değiller. Özellikle ana muhalefet partisi, 25 Haziran’dan itibaren mütemadiyen zırvalayarak, önceki bir aylık ‘olumlu’ performansın tümüyle ‘can havliyle’ gösterildiğini kanıtlamaya çalışıyor gibi!
Kimi CHP’lilerin bazı açıklamaları (Örneğin, “İyi yetişmiş AKP kadroları tasfiye ediliyor” gibi ifadeler!), yaşadıklarımızın yalnızca siyasi değil aynı zamanda zihinsel bir çöküntüden kaynaklanmış olabileceğini düşündürüyor. O açıklamalar, ancak karşısındaki herkesin alık olduğunu zannedenler tarafından yapılabilir zira. Konumundan, iki üç metrekarelik iktidar alanından, kendilerine mütemadiyen ‘sayın’ sözcüğüyle hitap edilmesinden hoşnut olanlar tarafından.
Rahmetli annem, rahmetli babamın emekli olmasını hiç istemezdi. Nitekim vefatına dek olamadı! “Kahven yok, kâğıdın yok, sigaran yok; bütün gün evde beraber mi oturacağız” diyerek, işe gitmeye teşvik ederdi. Babam da mecburen her gün işinin başına giderdi. Çoğu milletvekili, ama özellikle CHP’nin ‘kadroluları’, başka bir yaşam bilmiyor. Milletvekilliğini ve hizipçiliği yaşamın kendisi/amacı zannediyor, farklı bir yerde nefes alamayacaklarını düşünüyor ve kopamıyorlar. Başlıca hedefleri, orada, o parti binasında, o odada, o arabada, o koridorda, o kurultay salonunda ve o beyefendinin çevresinde olmak. Bunu sağlayan, yüzde 11, yüzde 22 ya da yüzde 35’miş, fark etmiyor. Oysa hiç olmazsa kahve alışkanlıkları olsa, belki kendileri için değil ama seçmen kitlesi açısından çok daha yararlı bir iş yapmış olurlardı!
Gelelim ‘boykot’ konusuna…
24 Haziran öncesi boykot seçeneği bir kesim siyasetçi ve yazar çizer tarafından dillendirildi. Ben de onlardan biriydim. Ancak bir kez seçim kararı alındıktan ve muhalefet partileri kabadayıca ‘Hodri meydan’ dedikten sonra, ‘yeni’ koşullarda ‘aynı’ konuyu yazmanın, ısrarın anlamı kalmıyor.
Özellikle Cihaner-Böke tarafından dillendirilmesinin ardından, muhalefet partileri yöneticilerinden başlıca iki tepki işitildi: ‘Seçmenin moralini bozmamak gerek’ ve ‘Kazanacağımız seçimi neden boykot edelim.’ CHP yöneticileri, sanki sıradan koşullarda seçime gidiliyormuş gibi, sandık güvenliğinden, anketlerdeki oy oranlarından, seçimin kazanılacağından, dip dalgadan vs. emin olduklarını tekrarladılar uzun süre.
Sonuç: Oylara ne kadar sahip çıkılabildiği belli değil ve seçimi kazanamadılar. Ya da kaybetmediler ama kaybettiler!
Muhalefet partilerinin topluca boykot kararı almalarının her bir parti açısından zorluklarını görerek, tahmin ederek; boykot önerisini biraz daha açmakta, tartışmakta yarar olabilir:
Bir futbol maçı düşünelim. Olağanüstü zengin kaynaklara sahip ‘A’ ve yoksulluk sınırındaki ‘B’ takımları arasında.
Maç başlamadan hemen önce oyunun kurallarında A takımının isteği doğrultusunda değişiklik yapılmış. A takımı sahaya, her nasılsa 12 kişi çıkmış. B takımı, dokuz kişi. B takımı durumun garipliğinin farkında ama kabadayılıktan ödün vermiyor. “Dert değil, isterseniz yirmi kişi çıkın, biz kazanacağız” filan diyor. Sahaya çıkmaya çok hevesli. Tribünde taraftar sayısı eşit gibi görünmekle birlikte, B takımı tribününde her bir taraftarın yanına güvenliği oturtmuşlar ve tezahürat yaptırmıyorlar. A takımı aleyhine bağırıp çağıranları karakola çekiyorlar. Bütün televizyonlar maçı veriyor ancak top B takımına geçtiğinde hepsi birden reklama giriyor. Hakem A takımından yana. Zaten federasyon da A takımına boş değil. Daha önceki maçta A takımı lehine kural uydurulduğu için B takımı ve taraftarları çok tedirgin. Hakem sürekli A lehine çalıyor düdüğü. A takımı oyuncuları topuk giriyor, küfrediyor ve kart görmüyor. Maç esnasında B takımının üç beş oyuncusu daha sakatlanıyor. Bu arada B takımının en yetenekli oyucusu, göz altına alındığı için maça çıkamamış. Maç akşamı, rivayet odur ki bazı A takımı taraftarları ellerinde sopalarla kapıda beklemiş. Sonunda A takımı, son dakikada çizgiyi geçip geçmediği konusunda kuşku yaratan bir golle maçı kazanıyor.
İşte boykot yanlıları, B takımının bu koşullarda maça çıkmasına karşıydı.
Seçim dediğimiz yöntem, demokratik ise bir anlam ve değer taşır. Demokratik seçim, seçmenin önüne sandık bırakılması değildir. Sandık öncesi, sandık anı ve sandık sonrası, bir süreç olarak demokratik ilkelere uygun olmalıdır ve Türkiye’de yapılanın demokratik seçim ile benzerliği yok.
Muhalefet, OHAL koşullarında, akıl almaz izansızlıkları, eşitsizlikleri ‘kabul ederek’ girdi baskın seçime.
Boykotu, şimdilik en basit tanımı/anlamıyla kabul edelim: Sandığa gitmemek.
Dört muhalefet partisi, 1947 yılında DP (Demokrat Parti)’nin yaptığını yapıp “Şu şu değişiklikler yapılmaz ve adil seçim güvencesi verilmezse meclisi terk ediyoruz, sine-i millete dönüyoruz” diyemez miydi? O zaman DP, bunu yaparak İsmet İnönü’ye geri adım attırmış ve İnönü, tarafsızlığını duyuran 12 Temmuz Beyannamesi’ni yayınlamıştı.
Bir iki soru:
Aynı şey bugün yapılsa ne olurdu?
Erdoğan ve ‘cumhur ittifakı‘, tek başına sandığa gitmeyi göze alır mıydı?
Sizce bu rejim, görünürde bir yarışmanın sonunda yüzde 51 mi, yoksa tek başına girdiği seçimde yüzde 99 mu tercih eder?
Diyelim ki boykota aldırmayıp seçime girdiler ve Erdoğan yüzde 99 oy ile cumhurbaşkanı seçildi. Cumhur da 600 vekil çıkardı. Peki, eğer gerçek bir siyasi mücadele verilecekse, sizce hangi sonuç ‘meşruiyet’ tartışmasına neden olur?
Muhalefetin alanlarda ve sandıkta olmadığı bir seçim sürecini hayal edebiliyor musunuz? Ve öylesi bir sonucu.
Ne yazık ki muhalefet, 1947’de DP’nin sahip olduğu çap ve kararlılıktan yoksun ve bu büyük fırsatı tepti.
Boykot yönünde yapılacak bir tercih, eğer iktidar uzlaşmayı/pazarlığı tercih etmezse, belki bir dönem TBMM’nin kapısına uğramamayı gerektiriyordu. Halkın arasında, dağ köylerinde, parklarda, atölye ve tarlalarda siyaset yapmayı gerektiriyordu. Ezcümle, uzun vadeli emek harcamayı ve çile çekmeyi gerektiriyordu. Söz konusu gerekliliklerin tümü ise ‘siyaset yapma kararlılığı’ gerektiriyordu.
Halihazırdaki muhalefet vekillerinin ‘büyük bir kısmı’, bulundukları yerde olmaktan, vekil olmaktan ve bir yerlerde boy göstermekten mutlu. Bir ömrü öyle geçirmekten şikayetçi değiller. Seçim akşamı Bülent Tezcan sözcülüğündeki ‘beşi bir yerde’nin TV ekranında o zırva sonuç açıklamalarını hatırlıyorsunuzdur. O yüzleri…
İşte o insanlar, yan yana dizilip aynı boş açıklamaları yapıyor olmaktan hoşnut.
Hâl böyleyken, başka türlü bir enerji ve çaba gerektiren boykot seçeneğini tartışmaktan dahi çok korktular, korkuyorlar. Siyaset köye, sokağa, gençlere açıldığında artık ‘orada’ olamayacaklarının farkındalar. Demokrasiden anladıkları, ‘sonraki’ maça bakmak. ‘Önümüzdeki seçim’ diyebiliyorlar örneğin, 24 Haziran’ın hemen ardından.
Bakın; şu aralar tüm AKP’liler erken yerel seçim olmayacağını söylüyor. Bu da demektir ki, yüksek ihtimalle erken yerel seçim olacak! Tahmin edersiniz, muhalefet aynı hovarda açıklamalarla seçimi kabul edecek. Hazırız, diyecekler. ‘Hodri meydan’ diyecekler. Sandıklara sahip çıkacağız, diyecekler. Ve bir kez daha kaybedecekler.
Göz göre göre, seçimden başka her şeye benzeyen anti demokratik bir seçime girer de kaybederseniz, o seçimin müsebbiplerini tebrik etmek zorunda kalırsınız. Muharrem İnce gibi, “Adaletsizlikler vardı” cümlesi ile “Kazananı tebrik ediyorum” cümlesini arka arkaya sıralar, çelişkilerinizin öfkesini TRT görevlisinden çıkarırsınız. Ellerinde oy çuvallarıyla sabahlamış yorgun insanların gözünün içine baka baka, ‘adaletsizliği’ bir güzel ‘kutlamış’ olursunuz. Sonra da marifetmiş gibi, ‘önümüzdeki seçimler’e bakarsınız…
Boykot, ‘kaytarma’ değil, çok daha zorlu ve kapsayıcı, siyaseti topluma yayan bir siyaset yapma biçimi olarak düşünülmeli. Yaşamlarımız, hâllerinden memnun siyasetçilere terk edilemeyecek kadar değerli.
Devam edecek…
Yazı önerisi: Kenan Erçel’in, Birikim Haftalık’ta yayınlanan boykot yazısını buraya bırakıyorum