mujganhalis@diken.com.tr
Çok değil, iki yıl önce bir haber için ziyaret ettiğim Diyarbakır’da bir kahvehanedeydim. Adet olduğu üzere bütün partilerin salı günleri düzenlediği grup toplantıları izleniyordu…
Başbakan Tayyip Erdoğan’ı izleyen bir amca gözünü televizyondan ayırmadan şöyle bir yorum yapmıştı: “Millet kendisine başbakan seçiyor, biz sanki baba seçmişiz.”
Bir elinde sarma sigara diğer elinde kaçak çayıyla yaptığı yorum kahkahalarla karşılanmıştı.
Kürt amcamız bir yana, memleketçe özellikle son üç yıldır Allah’ın her günü suratımıza patlayan şamarlar, gerçekten bir baba şefkatiyle açıklanabilir mi? Değilse yaşadığımız, çoğu kez aklın sınırlarını zorlayan bu şey ne?
Dr. Cemal Dindar bir psikiyatr. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ndeki eğitiminden sonra Bakırköy Akıl Hastanesi’nde uzmanlığını tamamlayan ve memleketin pek çok yerinde görev yapan bir isim.
Onu bu söyleşinin öznesi haline getiren şey ise iktidarın beş parmağının suratımızda kalıcı bir yer edinmesine ilişkin sorulara, çok daha önce, 2007’de yazdığı iki kitapla yanıt vermiş olması.
Biat ve Öfke/Recep Tayyip Erdoğan’ın Psikobiyografisi ve Öfke Dili/Yeni Sağ Zihniyetin Yapıtaşları adlı kitapları, Türkiye’de yaşayan her bireyin özellikle Gezi’den sonra sürekli sorduğu soruların yanıtlarıyla dolu.
Yolsuzluk operasyonları sonrası memleket bürokrasisini kasıp kavuran öfke dilini, şimdiye kadar hep siyaseten, sosyal olgularla anlamaya çalıştık. Ancak insan psikolojisi ne sosyolojiden ne de siyaset biliminden ayrı düşünülemeyecek kadar, hatta bu iki disiplini belirleyecek kadar önemli.
Biz de DİKEN olarak Dr. Cemal Dindar’ın kapısını çaldık ve gündemimizin, hatta hayatımızın bu çok önemli ‘belirleyeni’ni anlamaya çalıştık.
Kitaplarınızda Başbakan Tayyip Erdoğan’ı 2011’e kadar tahlil etmişsiniz. Geride bıraktığımız dört sene içinde ne değişti?
Çok şey değişti. Sadece Başbakan değişmedi. Bu üç yılın en önemli olayı Gezi Direnişi.
Kitap aslında biraz erken yazılmış bir metin. Bir grup arkadaşla bir dergi planımız vardı. Sonra dergi çıkmayınca elimde 10-15 sayfalık metin kaldı. ‘Zamanın ruhunu kim temsil ediyor’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Tayyip Erdoğan zamanın ruhunun temsilcisi gibi duruyor diye düşündük.
Yazıyı bir-iki yere gönderdim ama yayınlanmadı. Biliyorsunuz 2005-2006 yılları Türkiye’de tıp deyimiyle bazı ‘yalancı sendrom’ların olduğu bir dönemdi, sözde bir demokrasi şöleni yaşanıyordu.
Bu kitabın bahsettiği ve çizdiği Tayyip Erdoğan ile o dönem liberallerin, bazı sosyalistlerin ve sağın algıladığı Tayyip Erdoğan arasında neredeyse taban tabana bir zıtlık vardı. Şu an Tayyip Erdoğan’a çok mesafeli gibi görünen gruplar bile o makaleyi yayınlamadı.
Çok mu sert buldular?
Gerçekçi bile bulmadılar. Makalenin öngörüsüyle, ‘büyük demokrat’ arasında epey bir mesafe vardı. Fakat okudukça, Tayyip Erdoğan ve öyküsüne dikkatim yoğunlaştıkça, yani 1980’den beri Türkiye’de yeni sağın yükselişine odaklandıkça, Tayyip Bey’in öyküsünün AKP’nin kuruluşu ve sonrasındaki sürecin, Türkiye’nin geleceğiyle ilgili önemli bir sezgi alanı olduğunu, orayı anlamanın bu ülkeyi ve başımıza gelecekleri anlamak açısından önemli olacağını fark ettim.
10 sayfalık dergi yazısı, 2007’de bir kitaba böyle dönüştü.
Tıp bilgisiyle bakınca; despotların kardeşler arasından çıktığını çok iyi görüyorsunuz. Demokrasi, kardeşlik, eşitlik, adalet söyleminden geçmeyen despotizm yok.”
Bugünümüze baktığınızda, ‘Ben biliyordum’ dediniz mi hiç?
Benim şansım ruhsallık ve psikanaliz bilgisiyle bakmamdı. Aslında her şey çok ortadaydı. Tıp bilgisiyle bakınca hakikaten despotların kardeşler arasından çıktığını çok iyi görüyorsunuz. Demokrasi, kardeşlik, eşitlik, adalet söyleminden geçmeyen despotizm yok. Bu, Tayyip Bey’in öyküsünü okuduğunuzda üç aşağı beş yukarı böyle.
Gezi’ye gelelim. Başbakan, Gezi’deki birikmiş öfkeyi anladı mı?
Çok iyi anladı ama içselleştirmedi. Yani ‘Türkiye hepimizin ülkesi ve bu ülkede önemli bir kesim benim uyguladığım siyasetten ve pratikten memnun değil. Benim bu yurttaşlarımın taleplerini göz önüne almam gerekir. Hep birlikte bu kadar şikayetin, bu kadar öfkenin olmadığı yeni bir Türkiye yaratalım’ demedi.
Aksine hemen hemen tüm despotik liderlerin yaptığını yaptı: Benden olanlar ve olmayanlar diye bir ayrımla toplumu ikiye böldü. Bu zaten 12 Eylül’de Kenan Evren’in diskuruydu. Vatan hainleri ve milletini sevmeyenler vardı o dönemde de.
O günden bugüne bakarsak, Tayyip Bey’in de kökensel 12 Eylül bağını söylemde sürdürdüğünü görüyoruz. Yani ona göre bu ülkeyi, bu milleti, liderini sevenler var, sevmeyenler var. Zaten tüm hikâyenin ortak noktası, ‘lider ve yüce milleti’ söylemi. Yani bir ‘lider’imiz var, onun arzu ettiği bir ‘yüce milleti’ var.
O ‘yüce millet’in tarifi ne?
Tayyip Erdoğan ve arzuları doğrultusunda davranan herkes. Aslında oradaki ‘yüce’yi biz biliyoruz. ‘Lider-yüce millet’ söyleminde, yüce olan liderdir, millet ‘kitle’dir. Freud’un ‘Totem ve Tabu’da çizdiği gibi kökensel olarak ‘şef ve sürü’dür.
Ve bu tür diyalektiklerde, yani ‘yüce millet’ tabiri üzerinde her türlü lider söz alışlarında kast edilen ‘Bakın ben yüceyim, sizin yüceliğiniz de ancak benim dolayımımla olabilir. Benim yüceliğime bir halel geldiğinde sizin yüceliğiniz de çöker’ söylemidir.
Zaten ‘lider’in Gezi direnişi sırasında meydanlarda, duvarlardaki yazılarda ne kadar değerden düşürüldüğünü biliyoruz.
O yüzden Gezi sırasında ve sonrasında yapılan ‘milli iradeye saygı’ mitinglerini, aslında ‘lidere saygı mitingleri’ diye okuyabiliriz. Lidere saygı mitinglerinde tam da ‘şef ve kitlesi’ diyalektiğinin devreye girdiğini de görürüz.
Meydanlarda Tayyip Bey’i destekleyen, kendi yüzde 50’si olduğunu söylediği yurttaşlara mikrofon uzatıldığında söylediği söze dair bir şey diyemediler. O mikrofonlara yansıyan, sözsüz bir ilişkidir, hipnoz ilişkisidir, liderinize bakarsınız ve büyülenirsiniz. Araya söz girmez, söz girecekse o liderin sözü olur, sizin sözünüz olmaz.
O yüzden bir yurttaşımızın söylediği, “Biz Tayyip Erdoğan’ın bilmem neresinin kılıyız” sözü, aslında ‘lider ve yüce milleti’ yüceltmesinin çöktüğü andı da. O söz, yurttaşın ve ‘kitleleştirilmiş’ olanın da ne kadar kıymetsiz olduğunu deşifre eden bir sözdü.
Gezi sırasında ve sonrasında yapılan ‘milli iradeye saygı’ mitinglerini, aslında ‘lidere saygı mitingleri’ diye okuyabiliriz. Lidere saygı mitinglerinde tam da ‘şef ve kitlesi’ diyalektinin devreye girdiğini de görürüz. Şef ve kitlesi aslındaki ilişki, sözsüzdür, hipnoz ilişkisidir, liderinize bakarsınız ve büyülenirsiniz.”
Başbakan Gezi’yi anladı dediniz, bu anlama bir tür korku muydu?
Bunu bir bireyin korkusundan öte, bir zihniyetin tedirginliği olarak yorumlamak daha doğru olur. Tayyip Bey ve AKP’nin kökensel olarak iki belirleyeni var. Tayyip Bey’in kişiliğine baktığımızda iki tarihin ve iki kişiliğin, yönetme biçimini, lider olma durumunu belirlediğini söyleyebiliriz. Bunlardan biri 24 Ocak kararları, yani neoliberalizm. İkincisi de 12 Eylül, yani despotizm.
Tayyip Erdoğan’ın 2010’a yani referanduma kadar belirleyici kişiliği, Turgut Özal kişiliğiydi. Turgut Özal’ın pragmatizmini sahneliyordu; o gün ne gerekiyorsa söylüyordu, ertesi güne ise Allah kerimdi. Fakat 2010 referandumuyla birlikte aslında biz bir ikinci 12 Eylül yaşamaya başladık.
Tayyip Bey’in kişiliğine baktığımızda iki tarihin ve iki kişiliğin, yönetme biçimini, lider olma durumunu belirlediğini söyleyebiliriz. Bunlardan biri 24 Ocak kararları, yani neoliberalizm. İkincisi de 12 Eylül, yani despotizm.”
Ki 12 Eylül’ü yargılama iddiasıyla yapılan bir referandumdu.
Evet, tam tersine döndü süreç ve ondan sonra Tayyip Bey’de Kenan Evren kişiliğinin belirleyiciliğini gördük. Yani 31 Mayıs-1 Haziran-2 Haziran’ın geleceği,1 Mayıs gününden belliydi. Çünkü bu meydanda kimse yoktu. 2 Mayıs gününün gazetelerine bakın, meydan tamamen boştur. Bu meydanla ilgili despotizmin dozunun çok önemli bir semptomuydu.
Sonra bir ay geçti, bir baktık gürül gürül insanlar başka bir şey söylemeye başladı. Gezi Parkı direnişin alanı oldu. Gezi Parkı direnişinin, toplumumuz açısından çok derin sosyo-kültürel dipakıntılarla ilgili olduğunu düşünüyorum.
YARIN: BAŞBAKAN KADİM ŞEF OLARAK BAHT DAĞITIYOR
BİR ANEKDOT
GEMİLERDE KONUŞMA PROVALARI
Dr. Cemal Dindar, Başbakan Erdoğan’ın gençlik yıllarını, Fehmi Çalmuk’un ‘Recep Tayyip Erdoğan Bir Dönüşüm Öyküsü’ adlı kitabından bir alıntıyla şöyle anlatıyor: “Erdoğan gençlik lideriydi. Toplantılarda arkadaşlarının karşısında daha derli toplu, daha düzgün konuşmalıydı. Heyecanını yenmeliydi. Telaffuzuna, üslubuna dikkat etmeliydi. Konuşmalarına iyi hazırlanmalıydı.
Evden okula yürüyerek gidip gelirken Haliç rıhtımından geçerdi. Bir ara gözü limana demirlenmiş büyük gemilere takıldı. Bunlar yıllardır duran, işadamı Ali İpar’ın –bir nevi el konulmuş- gemileriydi. Bunları gözüne kestirdi.
Artık okuldan her çıkışında buraya geliyor, geminin güvertesine çıkıyor, yönünü denize dönüyor ve konuşmalarını prova ediyordu. Konuşmaya, ya ‘Esselamü Aleyküm’ diyerek ya da Besmele çekerek başlıyor ve şöyle sesleniyordu: “Kalpleri müstakbel ve büyük bir İslami fethin heyecanıyla çarpan aziz kardeşlerim!”