Gezi’den sonra yolsuzluk operasyonları başladı. Yolsuzluk operasyonlarının arkasında bir iktidar kavgası olduğunu biliyoruz ama sizin altını çizdiğiniz bir şey var: Başbakanın kardeşlik kavramına bakışı. Cemaatle kurduğu ilişki bir kardeşlik ilişkisi miydi ki bu kadar sert bir süreç yürüttü?
Henüz yeni bir süreç, üzerinde düşünmeye çalışıyorum ben de. Fakat Gezi’den sonra yayınlanan DirenLibido kitabımda, dışarıya bu kadar yoğun yaşanan öfkenin, içeriye hatta AKP grubuna dahi yansıyor olabileceğini yazmıştım. Gülen hareketiyle ilişkilerindeki çatırdamada bence Gezi’nin büyük rolü oldu. Yani iktidar paylaşımından öte, o ana kadarki sancıların bir çatlamasıydı.
Tayyip Bey eninde sonunda tek adam olmak istiyor. Zaten biz bu Gezi’den önce ‘Kürtlerle de anlaştı, başkan olur’ diye konuşuyorduk değil mi? Gezi, bu ittifakları da değiştirdi. Gülen hareketiyle ayrışmalarının liberallerle ayrışmadan çok da farklı olmadığını düşünüyorum.
Ama çok daha köklü, ideolojik birliktelikleri vardı. Şimdi giderek tek adam olma döneminde, kendisi gibi düşünmeyenleri gemiden atıyor. Ya da gemi su almaya başlayınca, bazıları gemiden kaçıyor.
Gemi benzetmesinde kitapta bahsetmiştim, Tayyip beyin öyküsünde belirgin bir imgedir. Bence bu çatırdamayı asıl belirleyen de, Kürt siyasetiyle yeni sağın barış süreci diye adlandırılan ittifakı oldu. Gülen hareketinin etkinlik alanları daralmaya başladı, Türk-İslam geleneğine yaslandıkları için de çok onaylamadıkları bir süreç oldu. Yeni sağla Kürtlerin ittifakı bu sürecin de önemli dinamiklerinden biri bence.
Siz gerçekten Tayyip Erdoğan’ın bir barış adamı olabileceğine inanıyor musunuz?
Olabilir ama Kürtler, Tayyip Erdoğan’ın istediği gibi Kürtler olursa. Barış süreci çöktü zaten. Şunun altını çizelim, barış olsun, barış tüm tartışılanların içinde en iyi olan şey. Ama yeni Osmanlıcılık tezi ve bizi 1000 yıldır İslam bayrağı birleştiriyor üzerinden kurulan söylemin bir savaş sözleşmesi olduğu aşikarlaştı.
Çok tuhaf başka koalisyonlar göreceğiz belki, 30 Mart sonrasında. Türkiye’de bir harmanlanma sürecine girdik. Yan yana gelmeyeceğini düşündüğümüz kişi ve grupların yan yana geldiğini görebiliriz. Geçmiş aforoz edilmişler, Sarıgül örneğinde olduğu gibi, tekrar monte ediliyor sürece. Eğlenceli bir dönem başlıyor.
Şeflik gerçeğin efendiliği değildir, yalanın efendisiysen şefsindir. Gerçek olmayan bir bilgiyi kitlelere ezberletebiliyorsan şef olarak kalırsın. Tayyip Bey de bunu çözdü.
Bir yandan yolsuzluk operasyonları sonrası, suçüstü yakalanan bir hırsızlık durumuna rağmen ciddi bir yalan, inkar var. Dindar olarak bilinen bir siyasi anlayışın ve onun liderinin bu kadar gerçekleri tersyüz etmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Şeflik zaten gerçeğin efendiliği değildir, yalanın efendisiysen şefsindir. Gerçek olmayan bir bilgiyi kitlelere ezberletebiliyorsan şef olarak kalırsın. Başkaca da şef olma yolu yoktur.
Tayyip Bey de yıllar içinde bunu çözdü. Çünkü daha büyük bir gerçeğe bağlıyor bunları. Diyor ki ‘Türkiye’nin de, Müslümanlığın da, hatta dünyanın da selameti ancak benim bu ülkede lider olmama ve bu hikayenin sürmesine bağlı.’ Bu tüm söylemdeki çarpıtmaları gerekçelendiriyordur, dolayısıyla ‘iyiye hizmet ettiği için’ yalan söylememiş oluyor.
“Tayyip Erdoğan değilim ben, TC’nin başbakanıyım. TC’nin başbakanına, bulunduğu makamda eleştiri değil de hakaret ediliyorsa, milletin bundan bir şey çıkarması lazım.” Bu ifade başbakanın bir konuşmasından ve siz de kitabınızda yer vermişsiniz. Bu ve benzer ifadelerle, millete benim için savaşın mı demek istiyor?
‘Ben özdeşleştim sizinle’ diyor. Olumsuzu başbakanlıkla olumluyor, sonra ‘Milletim bunu görsün, ben Tayyip Erdoğan’ım da, başbakanım da’ diyor. Yani özdeşleşmeyi dolayımlayarak, diyor ki ‘Beni öyle alelade biri gibi algılamayın, o yüce varlık olarak algılayın artık.’
Erdoğan kendisini ‘yüce bir varlık’ olarak görüyor. En sonunda hologramla ‘miracı’ çağrıştıran kutsallık işareti bu inancın ürünü.
Uhrevi bir şey mi yani?
Uhrevi bir şey olarak algılanmaya en başından beri temayül var. Pınarhisar’da yatarken yattığı yere ‘Yusufiye’ denmesi bunun ilk göstergesiydi. Ardından Akif Beki’nin ‘Harfler Erdoğan’ı Anlatıyor’ çalışmasında Ebced hesabıyla nasıl ‘seçilmiş bir varlık’ olduğu ‘kanıtlandı.’
‘Danıştığı’ kişi Yiğit Bulut olunca bu ulu varlık olma durumu, telekineziyle suikasta uğrama düşüncesine, yeni neolibarel döneminin dinlerine kadar ulaştı. En son ortaya çıkan hologram meselesinin, büyük çoğunluk için ‘kutsallık işareti’ olarak satıldığını düşünüyorum. Bir tür göğe ağma, oradaki silüetle yakınlaşma gibi. Yani bir tür miraç. ‘Yüce lider’in kutsallığıyla yeniden inşasının birer parçaları bunlar. AKP’nin iyi bir toplum mühendisliği yaptığını teslim etmek lazım.
İhanet kavramını irdelemişsiniz kitabınızda ve başbakanın bunu fazlasıyla önemsediğine dikkat çekmişsiniz. Başbakan yolsuzluklarda yöneltilen eleştirileri kendisine yönelik bir ihanet olarak mı gördü?
Zizek’in bakışıyla yanıtlamaya çalışırsam, bir despotu yakalayamazsınız, onun peşine düşüp teorik açıklamalar yapamazsınız. Yalanın efendiliğiyle tiran olunur ancak. Sizin yalan da olsa bir şey yayma, söyleme gücünüz düşük yapar. Şef ancak şöyle yakalanır: Kürsüdedir. Der ki ‘Allah çarpsın ki yalan söylemedim.’ O sırada kürsü çöker, işte o bir çarpılma anıdır.
Yani sizce kürsüdeyken düştü mü?
Gezi’de ve 17 Aralık’ta yaşanan bu örnekte anlattığım, kürsüden düşmeyle aynıdır. İkisinde de olan oydu. Semboller çok önemlidir. O paralar bankada olsaydı ya da bulunmasaydı, afaki bir para olsaydı bu kadar ciddi bir düşme olmayabilirdi. Fakat paraların ayakkabı kutusunda bulunması, tam bir düşme anıydı.
Orada artık efelik sökmez. ‘İçi parayla dolu ayakkabı kutusu’ halkın imge dünyasına düştü. Evet, AKP döneminde belli bir grubun yaşamı parlatıldı. Yandaşlara ulufeler dağıtıldı, sadaka kültürü yerleştirildi. Fakat tüm bunlara rağmen Türkiye’de başka bir süreç başlıyor gibi geliyor bana.
Tam sizin bıraktığınız yerden devam etmek istiyorum. 12 Eylül dönemindeki medya baskıları biliyoruz, sansür olurdu ama sütunlar siyah çıkardı. 90’lı yıllarda Kürt basınına yönelik sansürler de benzer bir durum yaşanırdı. Hiç bu kadar satın alınmamıştı medya diye düşünüyoruz biz gazeteciler olarak ve Türkiye’de yaşayan insanlar olarak. Medyanın bu kadar kolay satın alınmasını, medyanın hali pür melalini AKP’nin paralelinde nasıl okumak gerekir?
Siz güzel özetlediniz. Althusser’den alıntıyla söylersek, sistemler çağırır.
Türkiye’de şu an son 13 yıla bakarsak, yeni bir Türkiye kuruldu. Başka bir çerçeve getirildi ve orada sağdan, soldan, başka yerlerden insanlar buluştu. Ben buna biraz ‘travestik sağ’ diyorum. Türkiye’nin 80’den sonraki yeni sağında böyle bir durum var. Hatta AKP’nin kurucu kadrolarında lacivertler giymek ama bağıran kravatlar takmak gibi, giyime de yansıyor.
‘Çok muhafazakarım’ deyip başka bir şekilde görünmekten bahsediyorum. Velhasıl, Türkiye’de çok önemli bir dönüşüm oldu ve bu dönüşümün öznelere ihtiyacı vardı, AKP çağırdı onları. Onların epey bir bölümü de gitti, nemalandılar da. Buna direnç ne medyadan ne de başka alanlardan gelmedi. Medyada başka bir sorunlu yan var: Medyanın amiral gemileri sırf bu dönemde değil, mevcut iktidarların dilini kurmaya çok talimliydi.
Şef kaç çocuk yapacağımızdan, ne içip içmeyeceğimize kadar her şeye müdahale eder.
Tam da bunları yorumlamanızı isteyecektim: Kızlı erkekli evler, kürtaj meselesi, üç çocuk, ayran içelim. Bütün bunların hepsi şeflikle mi ilgili?
Şef kaç çocuk yapacağımızdan, ne içip içmeyeceğimize kadar her şeye müdahale eder. Bizim onun için ve onun sayesinde var olduğumuz kabulü, ona da bizim hakkımızda her türlü tasarrufta bulunma rolünü vermiş oluyor. Bu şeflikler Amerikan sağının tarihinde bu çok belirgindir. Güçlü ideolojik cümleler kuramadığı için, günlük hayata müdahale Amerikan sağcılığında ve proteston ahlakında da çok belirgindir. Bir de beden iktidar alanı haline geldiği zaman olmuştur artık o şeflik.
Peki, şefler nasıl gidiyor?
Az önce söylediğim kürsü çöküyor ve gidiyorlar. Ama şefler her zaman gittiklerinin farkına varmayabiliyorlar.
Yani kendiliğinden bir gidiş olmuyor mu?
Arzu edilen o tabii. Türkiye’nin tarihine bakarsak, hiç arzu etmediğimiz şeyler de olabilir.
Milli irade denilen şey kendi sağlam iradenle özdeşleştirmek ve geride kalan herkesi hain, alçak, Türkiye’nin geleceğine dinamit koyanlar olarak kurgularsanız, bu ‘iç savaş provası’ cümleleridir.
Bu cümlelerin hiçbiri ‘Yarın demokratik bir yenilgi aldığımda bir sonraki seçime hazırlanırım, halkımız da yeni gelenin benim kadar usta olmadığını anlar’ diyen cümleler değil.
Beni en çok ürküten sürece baktığımda bu türden katılıkların olması. Ve bu katılığın başka şeylerle de bir arada düşünüldüğünde, Bolu dağında birilerinin eğitildiği gibi, Suriye sınırının El Kaide alanı dönüştüğünü söylüyorlar. Bana çok karanlık geliyor bunlar. Yani bu söylem çok tehlikeli. Kişisel ilişkilerimizden de biliyoruz, yakınlarımızdan biri dahi duvarı öyle kurduğu zaman ne tür bir gerilim ortaya çıktığını, dinamiklerin devreye girdiğini ruhsallık alanından biliyoruz.
Siz bir hekim olarak başbakanla karşı karşıya gelseniz, ona neyi sormak istersiniz?
Ben hiçbirimiz için böyle bir karşılaşmanın dile dair bir karşılaşma olacağını düşünmüyorum. Siz bir gazetecisiniz, ben bir hekimim, arkadaş bir fotoğrafçı. Onun ihtiyacı olan bir şey üzerinden çağrılırız çağrılırsak, dolayısıyla bize dinlemek düşer. Ta başından beri diyor Freud iki tür psikoloji vardır, biri şefin psikolojisi, diğeri sürünün ya da biri yönetenin diğeri yönetilenlerin. Bizler kendi aramızda kardeşlik düzeyinde birbirimize bir şeyler söyleyebiliriz ama şeflik düzleminde sözü dinlersin ancak. Oradan talimat alınır, bir şey sormak ne haddimize.
‘BİZ’İN ÖNEMİ VE ÜVEYLİK
“Söz alma, sözün gücüne yaslanma, retorik, Erdoğan’ın siyasette en önemli kozlarından biri. Burada dikkati çeken bir şey de, seslenişin ‘kardeşlere’, Biz’liğe olması. Recep Tayyip Erdoğan’ın retoriğinin belirleyici renklerinden biri bu Biz’lik vurgusudur. Kasımpaşalılık, Fenerlilik gibi aidiyetlerinden başbakan olduğunda dahi vazgeçmemesi, daha ötesi vazgeçmediğinin altını çizmesi kardeşler ittifakının önemini ortaya koymaktadır…
Kendi kişisel sayfasında hiç sözünü etmese de, Erdoğan’ın annesi Tenzile Hanım, Reis Kaptan’ın (Erdoğan’ın babası Ahmet Erdoğan) dördüncü eşi. Reis Kaptan ilk evliliğini 13 yaşında yapıyor. Üçüncü eşinden iki, Tenzile Hanım’dan ise üç çocuğu var. Recep Tayyip evin en küçük çocuğu.
Bu, Biz’lik vurgusunun bir anlamı üveyliğin yadsınması olabilir. Her ne kadar kendisi Reis Kaptan’ın prensi olsa da, evde üvey kardeşlerin varlığı ve onların yaşadığı durumlar, bir hata yapıldığında, kendi başına gelebileceklerin birer işareti olarak yaşanmaktadır.” (Biat ve Öfke, Cemal Dindar)
FREUDYEN BAKIŞLA ERDOĞAN
“Lider’in her türlü toplumsal sözleşmeyi yük gibi görme ve kendi keyfiyetinin hepimizin hayrına olduğunu vaaz etmesi, bu ideolojik manevra, bizzat tüm psikolojilerin yerine konulur. Bu keyfiyetin tartışılmazlığı, tek tek grubu oluşturanların keyif alanlarının, libidinal enerjilerinin nasıl tanzim edileceğinin, neyin yenilip içileceğinin ve cinselliğin, Lider’in asker ve işçiyi, ayrıca o askerleri üretecek kadın sayısını garantiye alacak üremeye eşitlenmesinin de ön koşuludur.
Freud’un tezlerini izlemeye devam edersek, Şef-Rahip-Komutan, yani Lider etrafında oluşan hemen her yapay kitlenin özünde, tek tek üyeleri Lider’in gölgesinde birleştiren ve kendisi için değil Lider-kitle birliği için oluşan bir libidinal bağ yer alır. Bunun en sık maruz kaldığımız ve semptomatik değerdeki işareti, son yıllarda Tayyip Erdoğan’ın dilinden eksik olmayan ‘üç çocuk’ talebi ve cinsel yaşamın, özellikle de kadın cinselliğinin üremeyle özdeşleştirilmesidir.” (Biat ve Öfke, Cemal Dindar)