DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Cümleten merhaba, sevgili okuyucular!
Bir zamanlar bu köşede ağzına geleni söyleyip rahatlayan, kökü dışarıda, hadsiz bir akademisyen parçası vardı hatırlar mısınız? Hah, ben aynı hadsizliğimle geri döndüm, köküm hâlâ dışarıda olmakla beraber. Ne zamandır yazmadığımın farkında değil miydiniz? Yahu çaktırmayın işte, kendi kendime birileri için önemliymiş taklidi yapıyorum.
Eskiden, bir neşriyatın muharriri ortadan bir ay kadar toz olduğunda, kibarca “Yıllık izninin bir kısmını kullandığından yazısını şey edemedi” yazardı sayfa sekreteri, normalde köşenin olduğu yere; zira “Sağdan soldan avantaladığı paraları İsviçre Alplerinde eziyor” demek biraz ayıp kaçardı. Gerçi Ertuğrul Özkökizm sağolsun, o İsviçre Alplerindeki tatilleri ballandıra ballandıra anlatma hanzoluğu o köşecilerin rutin işleri arasına girdi sonradan, o da ayrı konu.
Neyse, sevgili okuyucular, benim öyle bir Swiss-made Tissot tatil durumlarım olmadı, uzun yıllardır kış tatillerimi depresyonda geçirmeyi tercih ediyorum. Ayıp değil, günah değil, kışları depresyona giren ve bazen yazın da çıkmayan bir mizacım var, kış uykusu gibi düşünün. Bendeniz Johann Wolfgang von Goethe de olmadığımdan ve depresyondan Genç Werther’in Acıları gibi bir başyapıt çıkaramadığımdan, ‘Ulan yine uyandık bugün de, iyi mi‘ temalı yazılar yazmanın ne mala ne davara fayda vereceğine inanarak bir süre yazmadım. Şimdi bahar gelir gibi yaptığından (dün kar yağdı), okul da Paskalya tatiline gireyazdığından, kendimi yazacak gibi hissettim yeniden.
Gündemi ucundan yakaladığımda gördüm ki Paskalya’dan bir burun farkı önde gelen Ramazan’ın kültür-siyaseti klasikleri yeniden arz-ı endâm eylemiş. Ben, Ramazan’ın güllaç tarafını sevip su içti diye sokakta insan dövme tarafından pek hoşlanmayanlardanım kültürel açıdan, dini açıdan zaten 16 yaşımdan beri muafım o dersten. Alkolden de pek keyif almayan bir gayri-mümin olarak içki içenlere yapılan baskı hakkında konuşmamdan daha doğal ne olabilir? Türkiye’de yaygın pratik aynı anda hem mümin, hem alkolperver olmaktı bir zamanlar, ben o zamandan kalma ikisi de değilim.
Tâ Mart 2019 seçimlerinden bu yana süregiden bir tartışma var, özellikle seküler yaşam tarzlarının baskın olduğu büyük şehirlerin AKP’den CHP’ye geçmesiyle de alevlenen. 1994 yerel seçimlerinde benzer ama ters yönde bir dalgayla belediyeleri SHP’den devralan Refah Partili belediyelerin kendi işlettiği tesislere durduk yere getirdiği alkol yasakları, CHP döneminde kalkmadı. Bu tartışmanın belki de en önemli kırılma noktası, Haziran 2019 ‘Bana ne, bana ne, saylanmaz‘ seçimleri öncesindeki açıkoturumda Ekrem İmamoğlu’nun alkol yasakları konusunda “Ya kardeşim bunca yıl içildi de ne oldu?” diyememesi ve belediye tesislerinde alkol kullanılmayacağının garantisini vermesiydi. İmamoğlu, o ana kadar CHP liderliğinden canı istediği gibi ayrılabilmesiyle biriktirdiği siyasi sermayesinin bir kısmını, 1994’ten beri içine sokulduğumuz suni tartışmayı bitirmek için kullanabilirdi, kullanmadı. Böylelikle CHP liderliğinin ve partinin yıldız belediye başkanlarının da oluruyla, muhalefetin alkol yasağı konusundaki tavrı kristalleşmiş oldu.
Bu demek değil ki hiçbir CHP’li belediye tesislerinde alkol servisi yapmıyor. İsim verip yandaş medyanın önüne atacak kadar salak değilim kuşkusuz, ama alkol servisi yapılan ve kimsenin en ufak bir şikayetinin olmadığı, hatta mütedeyyin yurttaşların da rahatlıkla oturduğu tesisler olduğunu biliyorum. Yani olması gereken oluyor bazı yerlerde kendiliğinden, ne bira içene karışılıyor, ne türbanla gelene.
CHP’nin “Kardeşim isteyen içer, ağzıyla içip kimseyi rahatsız etmedikten sonra sana ne, Allah mısın başımıza?” diyemeyip kem küm edişinin nedenleri farklı şekillerde açıklanabilir. Mesela, CHP liderliğinin siyasetsiz, basiretsiz ve ödlek oluşu bir neden sayılabilir. Ama bence daha önemli neden, tüm kurumsal muhalefetin savrulduğu parmak hesabı siyaseti. Toplumu ve insanları dönüştürülemez gören, onları statik kimlik ve tutumlara sahip sayılar olarak algılayan ve adeta SimCity oyunundaki gibi ‘Şöyle yaparsam 12 bin 353 yurttaşın oyunu alırım‘ türünden sığlıklar içinde sözümona siyaset yapan bir muhalefetle karşı karşıyayız. Solcuyla solcu, ülkücüyle ülkücü, İslamcıyla İslamcı olabilen, bunların hepsini aynı güne ve hatta ana sığdırabilen bir omurgasızlık, bir herkese nazar boncuğu siyaseti…
Mesele yalnız CHP de değil, en fenası o olduğu için söylüyorum da, HDP’nin Diyanet Akademisi oylamasında göğsünü gere gere ‘Hayır’ diyememesini ne yapacağız mesela? Pervin Buldan, sonradan zahmet edip “Yanlış yapmışız, ‘Hayır’ demek gerekirmiş” dedi gerçi, bu partinin bir siyasi çizgisi yok mu, Diyanet Akademisi gibi bir garabete ne tavır koyacağınızı sosyal medyadan mı öğrenmeniz gerekiyor?
İşte zurnanın zırt dediği yere geliyoruz. AKP’nin yıllardır türlü düzenbazlıkla Türkiye siyasetini itelediği ‘yüzde 50+1‘ çoğunlukçuluğu, AKP’nin artık o sayıyı bulamadığı dönemde bile kendi çapında siyasal bir kültür iktidarı kurmuş vaziyette. Memlekette siyaseti oy sayısına tahvil etmeyen tek bir yapı kalmadı neredeyse. İşin daha da feci tarafı, kelle hesabına dayanan oy sayılarının da tahmini, hatta farazi olması. Mesele faraziyeye kaydığında, üfürükçü esnafına gün doğuyor. Dünyada, anketçilerin veriye dayanmadan her gün televizyonlarda her konuda ahkâm kesebildiği başka bir ülke var mıdır bilmiyorum. Anketçiler, o günün reelpolitik siyasi pozisyonlarını belirleyecek sayıları üretme gücüne sahip olduğu için ulema muamelesi görüyor parmak hesabı demokrasisinde. Geçen gün elinde değnekle Will Smith’in tokadını değerlendiren anketçi bile gördük televizyonlarda.
Üfürükçülük hevesi sırf anketçilerle sınırlı değil elbet. Muhalefetin yıllardır süren AKP’yi indirme mücadelesinde reklamcıdan bozma kadrolu üfürükçüler de uzun süredir ön saflarda yer alıyor. Zaten parmak hesabı demokrasisinin temel kaynaklarından biri de bu taife. Türkiye’de siyasi seyrüsefer yıllardır, reklamcılık pratikleriyle besleniyor. Kendileri üretemediği yerde, Jacques Seguela’dan çorluyor (hâlâ!). Başarılı olanı da var, olmayanı da, ama vardığı yer aynı: siyasetsizlik.
Bu kadrolu üfürükçülerin, siyasi parti liderliklerine kabul ettirdiği bir takım dogmalar mevcut. Bir tanesi, aynı anda her yerde bulunarak herkesin memnun edilebileceği varsayımı; nazar boncuğu siyaseti yani. Bir diğeri, kafada ortalama bir seçmen profili yaratarak onu memnun etmeye çalışmak; yani farazi ortayolculuk.
Mesela CHP’nin yıllardır başvurduğu tüm saçmasapan ortayolculuklarda farazi bir seçmeni memnun etme çabası var, Selim Türkhan diye isim veren bile oldu. Zırva bir doktrine yıllardır kutsal kitap muamelesi yapıyorlar, kaybedilen her seçimi başka nedenlerle, kazanılanı da bununla açıklıyorlar. Ceteris paribus, her dâim… Bu siyasetsizlik doktrinine aykırı her şeyi de ‘AKP’nin işine yarar‘ argümanıyla bertaraf ediyorlar. Hapse atılan Boğaziçili gençler? Konuşursak, AKP’nin işine yarar. Selahattin Demirtaş’ın dokunulmazlığının kaldırılması? Konuşursak, AKP’nin işine yarar. Tarikat yurtlarında taciz? Konuşursak, AKP’nin işine yarar. Kafalarındaki ortalama seçmenin canı sıkılmasın diye ağzını açamayan, ağzını açtığında da yobaz taklidi yapan amorf tipler, yapılar… Selim Türkhan diye biri yok, you see dead people!
Hep diyorum ya, AKP’den kurtulacağız ama AKP’lilikten kurtulabileceğimizden hiç emin değilim. Siyaseti ticaret, seçmeni emtia olarak gören, mekanik, hesapçı, oportünist yapıların üfürükçü esnafı dışında kime ne vaat ettiğinden hiç emin değilim. AKP’nin bütün insan kaynağı zayıflığına rağmen, kurumsal muhalefete kültürel iktidar dayatabilmesi, ödleklikten bile fazla siyasetsizliğin sonucu. Mevcut pozisyonları ‘seçime kadar takiyye‘yle açıklayan olabilir, çok emin değilim. Bu baştan böyleydi belki (yine emin değilim), ama bir şekilde mevcut kültürel normlar kabul edildi ve artık bu yoldan dönmek çok güç olabilir. Kurumsal muhalefetin siyasetsizliği, AKP’nin beceriksizce kurmaya çalıştığı kültürel iktidarın çimentosu oldu. Bunun içinde içkiyi kriminalize etmek de var, her türlü fırıldaklığa açık olmak da.
İşin en acıklı tarafı şu: Farazi ortalama seçmenin büyüsüne o kadar kapıldılar ki sokakta gerçek insanın derdinin ne olduğuyla ilgilenmeyi bıraktılar. Dahası onların karşısına oldukları gibi çıktıklarında ne olacağını denemediler. Ne demişti İmamoğlu ilk kazandığı seçim çalındığında; “Kimsenin hakkını yemem, ama kendi hakkımı da yedirtmem.” Bunu her alana uygulamak çok mu zordu? “İçkime karıştırtmam, ama seni inancına göre de dışlandırtmam” demek çok mu zordu? Biz bunun yol haritasını Gezi’de hep beraber yaratmadık mı yahu? Herkesin özgürce yaşadığı bir ülkenin hayalini beraber kurmadık mı?
Daha önemlisi, tüm Türkiye’nin AKP teşkilatları tarafından soyup soğana çevrildiğinin sahada tamamen faş olduğu bir devirde, asıl mevzu kamunun çıkarını savunmak değil midir? Bir ‘adalet‘ vardı, ne oldu sahi ona? “Kardeşim, ben senden farklıyım ama bunlar seni soyuyor, ben soymayacağım” diyememenin nedeni nedir sahi? Restorasyon planlarında devr-i sabıkın sabıkalılarının da olma ihtimali mi?