
MURAT SEVİNÇ
Neden böyle davranıyorlar? Neden bu kadar kibirliler? Neden kendilerinden başka hiç kimseyi ve hiçbir şeyi umursamaz haldeler? Neden ‘ezmek’ istiyorlar? O sözleri nasıl sarf edebiliyorlar? Kibrin nedeni, özgüven yoksunluğu mu? Neden tatmin olmuyorlar? Neden bir türlü olamıyor? Ne yaparlarsa, ne başarırlarsa, ne kazanırlarsa ‘olmuş’ hissedecekler? Ne halde olduklarını nasıl göremiyorlar?
Doğduğumuz andan (hatta ana rahmindeyken) itibaren belirlenmiş bir dünyadayız. Onun şeklini alıyoruz. Ne kadar dışına çıkabilirsek o ölçüde değişebiliyoruz. Dünyalar arasındaki iletişimi, kendisine doğumla sunulan dünyanın dışına şu ya da bu ölçüde çıkabilmişlerin bilinçli ya da rastlantısal karşılaşmaları sağlıyor.
Birinin yadırgadığı davranışı, bir diğerinin olağan karşılamasının çok katmanlı ve karmaşık nedenleri var, haliyle. Hep aynı şeyi yazıp söylüyoruz ya; ne gördüysek, bize ne sunulduysa o kadarız işte. Toplumsallığımızdan başka bir şey değiliz.
Farklılıklarımız var. Söz konusu farklılıkların nedenlerini anlamak mümkün olsa da, bir insan ‘kalabalığının’ iyi kötü ‘toplum’ olarak adlandırılabilmesi için bazı ortak ‘duygu’ ve genel kabul görmüş ‘davranışlara’ da ihtiyaç var.
İşte sıklıkla tanık olduğumuz, medyada giderek görünür hale gelen bazı hal ve tavırlar, ortak ‘utanç’ anlarından dahi yoksun olduğumuzu düşündürüyor. Ancak, bu duyguyla yaşayabilmek, ayakta kalabilmek pek mümkün olmadığı için, kendimi ‘aksine’ ikna etmeye çabalıyorum çoğu zaman. Bu tip yazılar da ikna çabasının yollarından aslında. Anlayacağınız, sizi de ortak ediyorum bu baş ağrısına, bile isteye!
Dönemin muktediri olduğunu düşünenlerin akıl fikir almaz tavırlarıyla, kabalıklarıyla, taşkın kibirleriyle, her gün yüz yüze geliyoruz. Belki her zaman böyleydi, belki yeni bir şeyler var! ‘Hep böyleydi’ oldum olası sevmediğim, katılmadığım bir ifade. Anlamaya çalışmaktan, kendini yormaktan kaçınmanın bir yöntemi gibi.
‘Her zaman böyleydi’ varsayımını bir yana bırakalım. Hiç olmazsa söylem düzeyinde bambaşka hedefleri olduğunu iddia eden, çok değil altı üstü çeyrek yüzyıl öce ‘ayaklar baş olacak’ propagandası yapan insanlar, nasıl oldu da bir zaman sonra tam tersini söylemeye başladı. Üstelik sükûnetle değil, söverek, aşağılayarak, yüzümüze bağırarak.
Kapkaççı kapitalizmin dini bütün versiyonu olan bir siyasal parti/ideoloji var karşımızda. Siyasal İslam’ın bugün vardığı yerin çok sürpriz bir yanı yok bana kalırsa. İslamcılık ile demokrasinin bağdaşabileceği umudunu taşıyanlardan değildim. Aksine, İslamcılığın, kendi halinde yaşayan milyonlarca Müslüman’ın başına büyük dert olduğu kanısındayım.
Eğer Türkiye’de farklı kesimler arasında asgari insani bir bağ kurulacaksa (ki bu bir zorunluluk), bu öncelikle siyasal İslam’ın çöküşüyle mümkün olabilir ve neyse ki bu aşamadayız artık.
Yazının başlığındaki ‘olmamışlık’ hali, iktidarın ideolojik iflasının görünür olduğu bu dönemde, ‘çöküş’ aşamasına özgü niteliklere ilişkin. ‘Olmamışlığın’ irili ufaklı temsilcileri, efkârlarını herkese bulaştırarak veda ediyorlar siyaset sahnesine. Siyasetçisiyle, bürokratıyla, şöhretiyle…
Mütemadiyen ‘yeni Türkiye’den söz edenlerin hiç bilmedikleri ve anlamadıkları, anlama ihtimalleri de olmayan bir ‘yeni Türkiye’ var hakikaten. Kadınların sokaklarda hak aradığı, milyonlarca insanın baskı ortamına karşı siyasi eğilimlerine sahip çıktığı, hiçbir yalanın ilanihaye sürdürülemediği, akıl dışı ezici yöntemlerin genellikle aksi sonuçlar verdiği; buna mukabil kurumları tel tel dökülürken ortalığa saçılan lümpenliğin aklı başında insanları yorduğu ve bazen umutsuzluğa sevk ettiği bir Türkiye.
Dünyayı sarsan yıpratıcı bir değişim sürecinin bir yerlerinde Türkiye. İktidar, büyük değişimin en görünür yüzü olan ‘sosyal-kültürel alt üst oluş’ karşısında çaresiz. Yönetenler ve yönetenlere şu ya da bu gerekçeyle yakın olmayı önemseyen her kesimden insan aynı çaresizlik içinde çırpınıyor. Anlamaya çalışmadıkları, hızlı ve hızı ölçüsünde tedirgin edici kökten değişim karşısında, ellerinde yalnızca daha çok dini söylem ve daha çok baskı-şiddet kaldı.
Hal böyleyken, bıktırıcı kibir, hırçınlık ve insanı çileden çıkaran lümpen üslubun nedenlerini, belki de sıklıkla şikayet ettikleri ‘kültür alanındaki başarısızlık’ itirafı ile birlikte ele almalı.
Daha çok para, para, para… Varaklı koltuklar, pahalı halılar, kıyafetler… Daha lüks evler, daha fiyakalı arabalar, daha büyük yazlıklar, daha, daha, daha… İktidar çevresi artık bunlara sahip. Varak içinde yüzüyorlar, çocuklarına her şeyin en tuzlusunu alabiliyorlar.
Gel gör ki, yetmiyor. Hiçbir servet, hiçbir mülk tatmin etmiyor. Yüksek binalar yapıyorlar, akıllı ofisleri var. Olmuyor ama. Olamıyor. Zenginlik, prestij sağlamıyor. Saygınlık satın alınamıyor zira.
Olup biteni gözüne fener tutulmuş gibi seyreden yoksul seçmeni ise, alnı secde görmüşleri çok istemişti yıllar önce. Şimdi mutlu değil ama. Pazarda muhalif iki söz söyleyen kadını ihbar ediyor. Çocuğu, üniversitede hocasını ihbar ediyor. Oğlu, kızı, üniformalar içinde sokaklarda toplanan muhalifleri dövüyor gönlünce. Çoğunluğu yoksul olan sempatizan, Saray’a ‘itibar’ diyor. Pahalı araçları görmezden geliyor. Sahip olamayacağını bildiği zenginliği meşrulaştırmaya çalışıyor, çünkü buna mecbur hissediyor.
Yine de olmuyor. Bir eksiklik var. Hâlâ yoksul, hâlâ seyrettiği dizilerin oyuncuları onlardan değil, hâlâ çocuğunun ‘o’ okulda iyi eğitim almadığını biliyor.
Diyeceğim, tepeden tırnağa hoşnutsuzluk mevcut. Tatminsizlik. Peşi sıra, öfke, kibir…
Oysa biraz düzgün olanı, biraz eğitimli olanı, biraz dünya görmüş olanı hor görmek, kendilerine hiçbir şey kazandırmıyor nihayetinde. Yanlarında görmek istedikleri insanlar, kaçıyor. Ciddiye almadıklarıyla yetinmek zorunda kalıyorlar. Misal, şöhretli ve uluslararası alanda başarılı bir tiyatrocu onları övsün isterler ama, kısmetlerine yine Serdar Ortaç düşüyor.
Özendikleri yer her neresiyse, nefret edip fırsat buldukça aşağılamaya çalıştıkları insanların oraya ulaşmak için verdiği emeği görmezden geliyorlar. Belki de hakikaten görmüyorlar.
Belediye torpiliyle yetkin bir edebiyatçı, vakıf desteğiyle parlak bir piyanist, araya adam koyarak iyi bir fizikçi olunamayacağını kabullenemiyorlar. Tüm maddi imkânlara rağmen, parmakla gösterilebilecek tek bir kişi çıkmadı o dünyadan şu çeyrek yüzyılda! Çıkmayacaktır da bu zihniyetten.
Anlamlı herhangi bir kültürel ürün için gerekli olan ‘özgürlük’ ve ‘çoğulculuk’ ideallerinden, ‘diğeriyle’ kurulması şart olan asgari insani ilişkiyi inşa etme yeteneğinden/niyetinden yoksunlar. Yıktıklarıyla, ele geçirdikleriyle, yerine hiçbir şey koyamadıklarıyla, öylece kalakaldılar. Çölleştirdiler dokundukları her yeri.
‘Olmaya’ hevessizlerin, ‘olmak’ için gerekli emeği harcamaya niyet etmeyenlerin, yaşanan değişimi anlamayanların, dünyayı kendinden ibaret sayanların; ait olduğu muhitin yeni insanını da anlamaktan aciz hırsına, öfkesine, kurnazlık gösterilerine tanıklık ediyoruz.
Canımıza okundu okunmasına da, kabul etmek gerekir; ‘hamlığın’ ve ‘tatminsizliğin’ çok trajik, seyredenin yüzünü kızartan bir yanı var.
Okuma önerisi: Birgün Pazar’da, Ozan Gündoğdu’nun yazısı çok önemli. Uzunluğuna aldırmadan okumanız dileğiyle buraya bırakıyorum.