
MURAT SEVİNÇ
Her gün internete girip gazete sayfalarına bakınıyor ve siyasetçilerin birbirleri hakkında neler söylediğini, geçmişte yaşananlara dair serzenişlerini okuyorum. Bilgisayarı kapatıp evin yanındaki markete gidiyor, içinde neredeyse hiçbir şey olmayan plastik bir torba için birkaç yüz lira ödeyerek eve dönüyorum. Daha önce örneğini hatırlamadığım bir zam furyasının orta yerinde, cezaevinde ömrü tüketilen sevdiklerimizi düşünerek, üç saat sonrasını dahi öngöremeden geçirdiğimiz günün bir yerinde, muhalefet partilerinden birinin bir üyesinin, diğer muhalefet partisi için neler söylediğini okuyarak akşamı ediyorum. Muhtemelen milyonlarca insan gibi, ne eksik ne fazla. Bu esnada, yalnızca dün iki kadın cinayeti haberi okudum; iş kazalarında (!) can verenler, sokak ortasında işlenen cinayetler, mafya hesaplaşmaları, trafik kesip otomatik silahla havaya ateş eden tosunlar, İstanbul Belediyesi zor durumda kalsın diye yürüyen merdivenleri sabote eden Anadolu irfanı… Bu cinnet hali sıradanlaştı nicedir.
Birkaç gün önce Ali Babacan basın toplantısıyla, Kemal Kılıçdaroğlu bir gazete yazısıyla iktidarın ‘ilk 100 gününü’ değerlendirip yönetimi sınıfta bıraktı. İki ismin hangi ülkede siyaset yaptıklarına baktım, Türkiye’delermiş.
Bildiğim, hâlihazırdaki iktidar 21 yıldır yönetiyor. Kaba bir hesapla 7600 küsur gündür en tepede olan bir isim ve onun atadığı bürokrasiyle idare ediliyoruz. Her neyse, akıl sağlığını korumak için belki de böyle hesaplar yapmamak, fazla kurcalamamak daha doğru.
Beni sade bir yurttaş olarak asıl ilgilendiren, 21 yıldır yönetimde olan isimlerin ve zihniyetin ‘son 100 günde’ ne yaptıklarından çok, muhalefetin seçim sonrası ‘ilk 100 günü’ nasıl geçirdiği, neler yapıp söylediği.
Haziran sonrasında yaşananlar, yenilgiyi yönetmenin ne denli zor olduğunu, insanları ve kurumları ne hallere düşürdüğünü gösterdi cümle âleme. Lafı dolandırmanın yararı yok; Kemal Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı adayı olmak istedi, seçim aylarında desteklenebilecek ve eleştirilecek işler yaptı, adaylık arzusunu şu ya da bu şekilde diğer muhalefet liderlerine kabul ettirdi, aday oldu, kazanacağını, mutlaka kazanacağını iddia etti, ilk turun ardından seçmeninin bir kısmını haklı olarak rahatsız eden protokolü imzaladı, sonrasında gizli bir protokol olduğu ortaya çıktı, bana kalırsa çok çaba harcadı ve kazanamadı.
Seçim sonrasındaki, ‘yeteri kadar çaba harcamadığı düşünülen diğer liderler’ polemiği, ekran gediklileri dışında hiç kimseyi ilgilendirmiyor. Eğer devleti yönetmeye adaysanız, ya diğerlerinin çaba harcamalarını sağlarsınız, ya da çaba harcamayacak olanlarla ittifak kurmazsınız. ‘Kamuoyu’ adı verilen insan topluluğu ağlama duvarı değil.
Kaybeden Kılıçdaroğlu’nun ‘gereğini’ yapması gerekiyordu ve o ‘gereğin’ ne olduğunu ayrıca dile getirmeye gerek yok sanırım. İyi hazırlanmış bir konuşma ve takip edecek derli toplu devir aşamasıyla, hem ‘her şeye rağmen’ itibarını koruyabilir, hem de muhalif seçmenin giderek daha da aptal gibi hissetmesini ve umutsuzluğa savrulmasını önleyebilirdi. Yapmadı. Özellikle ilk turun ardından içine Baykal-Sav kaçmış gibi davranan Kılıçdaroğlu’na yönelik eleştirilerde zaman zaman tanık olduğumuz ölçüsüz dil, -ki ülkede hâkim olan üslup artık bu-, onun, eleştirilmeyi hak ettiği gerçeğini görmeye engel değil. Halihazırdaki Kılıçdaroğlu, muhalif seçmen için psikolojik bir eşiğe dönüşmüş durumda ve belli ki çevresinde bunu ona söyleyecek birini bırakmadı.
Muhalefetin seçim sonrası ilk 100 günde en çok sarf ettiği ifadelerden biri ‘bizim de hatalarımız oldu tabii’ cümlesi. Nedir o hatalar peki? Bizde özeleştiri geleneğinin cılızlığı malum, “En kötü huyum çok iyi kalpli olmam” diyenlerin toprağı burası. Muhalif siyasetçiler, bazı hatalarının olduğunu dile getiriyor, ancak o hataların ne olduğunu sır gibi saklıyor! Şu ânâ dek samimiyetle özeleştiri yapan bir Allah’ın kulu çıkmadı.
İlk 100 günde, muhalefet partilerindeki kimi siyasetçiler gün aşırı ‘diğer partileri’ itham etti, etmeyi sürdürüyor. Özellikle CHP’liler ve bir süre suskun kaldıktan sonra zeytinyağı rolüne bürünmeye karar veren İYİP’liler. İttifakın küçük partilerinin keyfi yerinde gibi. Arada bir, “İyi ki biz vardık, yoksa CHP yüzde 25’i rüyasında görürdü,” vb. açıklamalar yaparak Türkiye siyaseti için hayati önemlerini hatırlatıyorlar. Bir de, Ahmet Davutoğlu, Altılı Masa toplantılarında felsefe vs. konuştuklarını söylemiş bir yerde; çok iyi yapmışlar, cumhurbaşkanı adayı üzerine konuşacak değillerdi ya!
Dün, CHP’li siyasetçi ve saygıdeğer bir hukukçu olan Atilla Kart, 2017’de ‘atı alanın Üsküdar’ı geçtiği’ halkoylaması ardından CHP’de yaşananları Nevşin Mengü ile söyleşisinde anlatmış.
CHP o dönemde AİHM’ye kurumsal bir başvuru yaptı ve reddedildi. O başvuru halkoylamasının iptalini talep ediyordu ve beklendiği gibi reddedilmişti. Kart’ın CHP adına yapmak istediği (ve engellendiği) başvuru ise kendi ifadesiyle, ‘idari işlemin iptaline’ ilişkin. Bu başvurudan sonuç alınırdı alınmazdı, başka bir tartışma. Atilla Kart’ın ifadeleri, bir hukuk firması değil, bir siyasi parti olan CHP ve yönetiminin yıllardır tanık olduğumuz, en kritik anlardaki ‘siyasetsizliğini’ sergilemesi bakımından önemli. Peki, siyasetten kaçmanın nedeni ve bedeli?
Rejim değişiyor ve günlük yaşam koşulları katlanılmaz hale geliyor, doğru, buna mukabil CHP’lilerin ve diğer müesses nizam siyasetçisinin yaşamında değişen pek bir şey olmuyor, mesele bu. Söz konusu siyasetçiler, biz ölümlülerin temas edemeyeceği bir fanus içinde sürüyor yaşamını. Hadi en basit ve sıradan durumu düşünelim; bu insanlar yıllardır bir kez bile toplu taşıma araçlarına binmedi, yalnızca şunu hatırlamak bile çok şey söylemiyor mu, ‘onlar’ ve ‘biz’ arasındaki ayrıma ilişkin. Bakın, geçenlerde, Meclis’te partilere tahsis edilen makam araçları hakkında bir haber çıktı.
Şu haberi okuyun lütfen ve daha birkaç ay önce ‘memleket elden gidiyor’ diyen siyaset esnafının tasasına bakın. Diğer parti gruplarına Audi verilince, kendilerine Toyota sunulan SP’liler sinirlenmiş, neyse ki Audi tahsis edilene dek Volkswagen’e tamam demişler. Yeni Audiler için ihale yapılmış, itibardan tasarruf edilmemiş, gökten üç elma düşmüş vs.
İYİP’liler başka bir âlem. Akşener yakın dönem anılarını nakletmekle meşgul; 2018’deki adaylık sürecinden tutun da, masayı ne zaman ve nasıl terk ettiğine ilişkin iddialara varıncaya dek, anlattıkça anlatıyor. Parti idaresinde görevli saygıdeğer bir akademisyenin Kılıçdaroğlu öfkesi dinmek bilmiyor. İzmir’in aydınlık yüzlü İYİP’lisi ise Sezgin Tanrıkulu ve Yüksel Taşkın’la uğraşmakla meşgul; eh kolay değil ama ‘aydınlık yüz’ olmak, en vasata hitap edeceksiniz ki namınız yürüsün. Bir diğer İYİP’li, yerel seçimlerde bazı şehirlerde AKP ve MHP ile ittifak yapılabileceğini tekrar edip duruyor. Oysa Mayıs’a dek, iktidarı büyük bir tehdit olarak tanımlıyor ve Cumhuriyet’in en önemli seçimi propagandasını yapıyorlardı. Tamam, siyasetçiler ile tutarsızlık arasında büyük mesafe olmadı hiçbir zaman, ama bu kadar da ‘kör kör parmağım gözüne’ olmaz ki!
Giderek daha bunaltıcı hale gelen ülke koşullarında, sinir bozucu bir haklılık yarışına giren muhalefet partisi önde gelenlerine naçizane önerim, hep birlikte grup terapisine katılmaları. Filmlerden biliriz, sekiz-on kişi çember olur, tek tek ayağa kalkıp isimlerini söyler ve sorunlarını açıkça paylaşırlar. Altılı Masa çemberinde, -kuşkusuz diğerleri uygun görür ve Akşener terapiyi terk etmezse-, aday olduğu için Kılıçdaroğlu ilk sözü alır, ayağa kalkıp “İsmim Kemal, seçimi kaybetmediğimi düşünüyorum” der, sırayla devam ederler. Böylece hem onlar rahatlar, hem de yurttaş, ağır mı ağır yaşam koşullarında hiçbir derdine derman olmayan saçma sapan polemiklere tanık olmaktan kurtulur.
Yazı önerileri:
1. Gazete Duvar’da Gülümhan Gülten’in, Korkut Boratav hocayla söyleşisini okumayı ihmal etmeyin.
2. Yine Duvar’da, Ümit Kıvanç ‘Bildiğimiz insanlığın sonuna doğru…’ başlıklı bir yazı kaleme aldı. Benzer yazıların artmasını dileyelim.
3. Vaktiniz olduğunda, Medyascope’ta Ruşen Çakır’ın Ertuğrul Meşe ile söyleşisini dinlemenizi öneririm. İslamcıların Atatürk ve Cumhuriyet algısı üzerine. Meşe’nin bu konuda bir kitabı da yayınlandı.
4. Diken’den yazı önermiyorum pek, birbirimizi ağırlamak gibi olmasın, ancak Mustafa Alp Dağıstanlı’nın özellikle medya Türkçesi/dili üzerine haftalık yazılarını hatırlatmak isterim.