MURAT SEVİNÇ
Meslektaşım ve ‘kürsüdaşım’ Dinçer Demirkent, Gazete Duvar’da ‘AKP, iktidarı devreder mi?’ başlıklı çok güzel bir yazı kaleme aldı. Aramızda kalsın, sevgili Dinçer torpil yaparak bu konuda yazacağını bana geçen hafta söylemişti ve bu yüzden konuya dair kendi yazımı bir kaç gün erteledim. Ola ki hâlâ fark etmemiş olan varsa, okuyacağınız umuduyla buraya bırakarak başlamak istiyorum.
Önceki bir iki yazıda hatırlatmaya çalışmıştım; demokratik sistemlerin başına gelecek büyük felaketlerden biri, yurttaşın ‘seçime’ güvenini kaybetmeye başlaması. Çünkü son derece karmaşık sistemin temel sac ayağı, genel oy. Hareketlenen devrimci işçi sınıfına karşı tutucu köylüleri safına katmak amacıyla ilk kez 1848 Fransası’nın hükümdarı* tarafından erkek nüfusa tanınan ve o gün bugündür mucizevi bir iki istisna dışında her zaman burjuvaziye hizmet etmiş olan, genel oy. Tüm sorunlarına/açmazlarına karşın, klasik demokrasinin şu ana dek icat ettiği en eşitlikçi yöntem.
Oy hakkını elde etmek, ardından kadın ve erkeği eşitlemek için epey ter ve kan döküldü tarihte. Şu aşamada hiç de azımsanamayacak bir kazanım kuşkusuz. Toprağımızda sınırlı versiyonu, 1876 Anayasası ile kabul edildi. 20’nci yüzyılda farklı tarihlerde seçim yasaları çıkarıldı ve genel seçimler 1950’den bugüne fazlaca aksaklık ve tartışma yaşanmadan yapılabildi. Bunda en büyük payın, sistemin emniyet süpabı olan YSK’de olduğu söylenmeli. YSK ile ilk kez bir demokraside seçimlerin hem yönetimi hem denetimi, hâkimlerden oluşan bir kurula bırakıldı. Haliyle YSK, Türkiye’nin demokratik sistemlere önemli bir katkısıydı. Ne yazık ki o YSK bir çuval inciri berbat etmeyi başardı. Ne yazık ki! Kendisine de memlekete de çok yazık etti.
2017 yılı Türkiyesi’nde seçimler ve muhtelif oylama konusunda yurttaş ortalamasında oluşan kaygı, akıl almaz ve utanç verici bir ‘geriye gidişin’ işareti. Klasik burjuva demokrasinin asgari kuralından söz ediyoruz, çok karmaşık bir şeyden değil. Şu anda o ‘asgariye’ muhtaç haldeyiz anlayacağınız!
Siyasal alanın belirlenmesindeki önemi nedeniyle seçim yasaları ikinci bir anayasa muamelesi görür. Anayasa ‘seçim sistemini’ düzenlemez, buna mukabil seçimlere dair temel ilkelere yer verir. Artık varlığı unutulsa, hiç kimse tarafından ciddiye alınmıyor olsa da halen yürürlükte olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 67’nci maddesindeki ilkeler gibi. Serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy…
Dolayısıyla Anayasa’nın andığı seçim, ‘demokratik’ seçimdir. Keza seçim yasaları da aynı ilkeleri yineler. Parti ve adayların eylemlerinin, propagandanın vs. sınırları belirlenmiştir. Seçim, insanların önüne ‘sandık atılması’ demek değildir. Marifet, seçim/oylama konusu olan konu, kişi ya da partiler hakkında ‘bilgilenmiş’ yurttaşın, olabildiğince eşit ve endişe duymadan yarışmış olan adaylar arasında ‘korkusuzca’ tercih yapabilmesinin koşullarını yaratabilmek. Söz konusu koşullar sağlanmadan yapılan seçimin adı seçimdir, kendi değil.
Özellikle 7 Haziran seçimlerinden bugüne yurttaşın sandığa duyduğu güvenin giderek azaldığını gözlemlemek güç değil. Hiç kimsenin sandıktan bir mucize beklediği yok zaten. Beklenti, hiç olmazsa verilen oyun doğru hesaplanıp duyurulması. Oy kullanarak yurttaşlık görevini yapan insanlar, akşam olup sandıklar açıldığında oylarının selametini, sayımın bir tür sinir harbine dönüşmemesini bekliyor, hepsi bu. Son oylamada YSK’nin akıl ve hukuk almaz tavrı “Ne yaparsak yapalım olmuyor, bir yolunu buluyorlar” hissi yarattı doğal olarak. Devleti yönetenlerin, ‘demokratik seçim’ talebi karşısında “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyebilmesi de, artık çok başka bir boyutta olduğumuzu gözler önüne serdi. Demek ki hedef, anayasal ilkelere riayet edilen bir seçim gerçekleştirmek değil. Hedef, galip gelmek. Ya da: Bir ata, krallığım!
Adalet duygusunu böylesine sarsarak, oy verene yarım akıllı muamelesi yapıp bir de beygirli örnekler verirseniz, demokratik sistemin ‘olmazsa olmaz’ ilkesini berhava edersiniz. Güveni sarsılan bir yurttaş için; muktedirlerin ne dediklerinin, çene ishalinden mustarip kadrolu TV soytarılarının sabah akşam zırvalamalarının, havuz medyasının askeri nizam manşetlerinin vs. hiç bir değeri yok. Güven, höt zötle sağlanabilen bir duygu değil ne yazık ki!
Dinçer Demirkent’in, yazısında Demokrat Parti’den (DP) verdiği örnek bu nedenle son derece hayati. Malum, 1945 sonrası göstermelik (cici) muhalefet partisi uman CHP, DP’ye yönelen halk desteğini görünce telaşa düşüp seçimleri bir yıl erkene alarak 1946’da yapmıştı. Ne seçim ama! Açık oy gizli sayım! Skandalın ardından gerginlik tırmanmış ve DP ilk kongresinde (1947 başı) bir Hürriyet Misakı kabul etmişti. Hürriyet Misakı, ‘anti demokratik yasaların kaldırmasını, demokratik seçim yasası yapılmasını, parti başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının birbirinden ayrılmasını (!)’ talep ediyordu. CHP bu talepleri kabul etmezse DP mücadelesini halkın içine (sine-i millet) çekeceğini duyuruyordu. Nitekim İnönü’nün 1947 Temmuz ayında yayınladığı ve muhalefete yansızlık güvencesi veren 12 Temmuz Beyannamesine giden süreç de, ardından gelen demokratikleşme/liberalleşme hamleleri de bu sayede başlayabildi.
İşte Dinçer Demirkent yazısında, gereksinim duyduğumuz öncelikli unsurun akıl olduğunu belirttikten sonra, her nokta ve virgülüne katıldığım önerilerini sunuyor. Madem bu kadar katılıyorum, sözü Demirkent’e bırakayım:
“…adil seçim güvenceleri olmadan hiçbir durumu sabitleyemezsiniz. 2019 ya da daha muhtemel bir erken seçime bu güvenceler sağlanmadan girmek, soruya kendi cevabını verememek olacaktır.
Bugün Türkiye’deki herkes tarafından yükseltilmesi gereken temel talep, referandumdan sonra yükseltilmesi gereken talep neyse, adalet mitinginde yükseltilmesi gereken talep neyse odur. OHAL kaldırılmalıdır. OHAL koşullarında yapılacak bir seçim daha kabul edilmemelidir. Halkın en az yüzde kırk dokuzu gözünde meşruiyetini yitiren Yüksek Seçim Kurulu’nun üyeleri nisbî temsil yoluyla yeniden belirlenmeli, kuruma meşruluk kazandırılmalıdır. Devletin televizyonu TRT’nin parti yayın organı gibi çalışmayacağının güvencesi verilmeli, tutuklu gazeteciler serbest bırakılmalıdır. Anayasa askıya alınarak kaldırılmış olan milletvekili dokunulmazlıkları sorunu çözülmeli, vekiller serbest bırakılmalıdır. Kayyumlar aracılığı ile yaratılan korku iklimi dağıtılmalı, makamlar gerçek temsilcilerine teslim edilmelidir. Memurlarından oy fotoğrafı isteyen amirlerin görevden alınacağı; aynısını işçilerine yapan taşeronların ihalelerinin iptal edileceği yasal kayıt altına alınmalıdır.
Elbette öncelik OHAL’in kaldırılması, YSK’nın bağımsız ve meşru bir kurum haline getirilmesi, özgür basının anayasal güvencelerine kavuşturulmasıdır. Gerçek bir seçim ancak böyle mümkün olabilir. Çünkü bunlar, temsili demokrasinin olmazsa olmaz koşullarıdır.”
İtirazı olan var mı? Seçim OHAL koşullarında yapılabilir, diyen? Vekiller serbest bırakılmasa da olur, diyen? Halihazırdaki YSK’ye güvenim sonsuz, diyen? Vergimle ayakta duran TRT yeteri kadar tarafsız, diyen?
Seçim, eğer demokratik ise, anayasaya, hukuka, yasaya uygun ise, seçimdir. Ancak yurttaşın tedirgin olmayacağı koşullar yaratılmışsa, anlamlı bir katılım faaliyetidir. Aksi takdirde sandığa gitmek, boş iş. Atı alıp Üsküdar’ı geçecek olana demokratik bir cila atmak dışında değeri olmaz.
Muhtemelen bir erken seçim olacak Türkiye’de. Muhtemelen seçim öncesi yeni ve ‘dar bölge sistemi’ öngören (ve 600 bölgenin iktidar tarafından belirlendiği!) bir yasa değişikliği gündeme getirilecek. Bunlar yakın olasılıklar. Peki muhalefet bu koşullarda seçimi kabul edecek mi gerçekten? DP kadar cesur davranıp yeni ve zorunlu bir ‘Misak’ üzerinde uzlaşabilecek mi? Yoksa, ‘Seçim olsun torba dolsun’ zihniyetiyle, bizlere bir kez daha ‘sandık aracılığıyla geri zekâlı muamelesi’ yapılmasına izin mi verecek?
Bakalım muhalefet, muhalefet yapacak mı?
Not: CHP’nin Ağustos sonunda Çanakkale’de düzenleyeceği ve her yerde yapılmasını umduğumuz açık hava toplantıları ne kadar güzel bir adım. HDP’nin parklarda sürdürdüğü adalet ve vicdan nöbetleri, ne kadar güzel bir adım. Yoğurtçu Parkına gidip içeri girememek, tel örgü arkasından insan görmeye çalışmak, ne kadar yerli ve milli bir adım!
*Yazı yayınlandıktan sonra, sevgili hocam Cem Eroğul, ‘hükümdar’ ifadesi konusunda uyararak, açmamı önerdi. İyi de yaptı çünkü bir yanlış anlaşılmaya neden olabilir. Teşekkür borçluyum. Kastım, Napoleon’un yeğeni Louis Napoleon. Ben her ne kadar onun ‘imparatorluğuna’ atıf yapmak istesem de, kadınlar dışında genel oy kabul edildiği tarihte henüz başkan dahi değildi. Şubat 1848’de Louis Philippe devrilince kurulan geçici yönetim (kararname ile) tanıdı genel oyu. Kararname, Kurucu Meclis seçimlerinin genel oy ile yapılacağını ilan etti. Ardından (II. Cumhuriyet) Anayasa hazırlandı ve Fransa başkanlık sistemine geçti. Yeğen Napoleon’un başkan seçilmesi, yaptığı darbe ve kendini imparator ilan etmesi, genel oy hakkının tanınmasından sonra gerçekleşti. Napoleon’un imparatorluk ilanını bir yana bırakırsak, 1848’den sonraki cumhuriyet ve anayasalarda bir kez daha ‘hükümdar’ olmadı Fransa’da.