MURAT SEVİNÇ
Tahmin ediyorum, 2060 yılında, bu ülkenin bir televizyon ekranında biri, elli yıl önce yüzbinlerce insanın canına okuyan bir kararname rejimi olduğunu ‘iddia’ eder, stüdyodaki diğer konuklar bu ‘iddiayı’ reddeder, tartışma çıkar, iddia sahibi hakkında soruşturma başlatılır ve birkaç gün süren kargaşanın ardından birileri çıkıp “İddiaların araştırılmasını tarihçilere bırakalım” diyerek konuyu kapatır. Bu yaşıma dek tanık olduğum zekâ, bilinç ve ahlak düzeyi, geleceğe ilişkin bana bu ihtimali düşündürüyor.
Malumunuz, ben bir KHK’liyim ve geçmiş yedi yılda KHK’lilik üzerine çok az yazı kaleme aldım. İki elin parmaklarını bulmaz. Aslında, bir kısmı durumla dalga geçen o yazıları da yazmazdım ancak mecbur hissettim. Gerekçesi, konuyu gündemde tutması gereken ‘diğerlerinin’ bunu yapmayışıydı. Biri başınıza geleni gündeme taşıyacak ki, siz yazmak zorunda kalmayasınız. Yazıp çizmesi gerekenler üzerlerine düşeni yapmayınca ister istemez bir şeyler söylemek durumunda kalıyorsunuz. Üstelik tahammül edemeyip iki satır kaleme aldığınızda, sayıları az da olsa “Kendi dertlerini anlatıyorlar” diyen münasebetsizlere de katlanmak zorundasınız. Anlayacağınız, KHK’ler gibi bir büyük insani-toplumsal-hukuksal felaketi arada bir gündeme taşımak dahi baş ağrısı nedeni, ‘Anadolu irfanıyla’ malul toprağımızda!
Peki, kimdi gündeme taşıması gerekenler? Herhalde, basın, akademi ve siyasetçiler.
Türkiye’de basının hali de, gazetecilik yapmaya çalışanların yaşadığı zorluklar da ortada. Konuyu bütünlüklü biçimde ele alan ve KHK rezaletini anlatan çok az yazı, çalışma, söyleşi çıktı gazetelerde. Oysa, aileleriyle birlikte dört-beş milyon yurttaşı ilgilendiren ve kimi faşistlerce ‘sivil ölüm’ ifadesiyle tanımlanabilen hukuksal, toplumsal, siyasal bir trajedi üzerine herhalde daha fazla eğilmeliydi muhalif medya.
Siyasetçilerin büyük çoğunluğu KHK’leri ilk yıllarda görmezden geldi. Zavallılar çünkü, sünepeler, korkuyorlar ve itham edilmekten çekiniyorlar. Neyse hiç olmazsa bir kısmı son birkaç yıldır KHK rejimini gündeme getirmeye başladı. Üç-dört yıl geç kalmış olsalar da, bizim siyasetçilerin kumaşı ve kavrayışı düşünüldüğünde hiç yoktan iyidir.
Akademi ne yaptı? Kurumsal, hiçbir şey. Sıfır. Bireysel olarak birkaç makale yayınlandı bildiğim kadarıyla. Memleketin ortalama akademisyeni ile sade yurttaşı arasında pek fark yok, olmasını da beklememeli. Denir ya “Bulgura oy veriyorlar” diye, akademisyen de kadro bekler, izzet ikbal ister. Türkiye akademisinin KHK rejimiyle hakkıyla ilgilenmesi için, KHK’ler üzerine yazılacak makalelerin diğerlerinden daha çok puan getirmesi, daha hızlı kadro sağlaması gerekir. Ayrıca, eğer akademiden atılan KHK’lilerden söz edeceksek, akademisyenlerin azımsanmayacak bir kesiminin meslektaşlarının ihraç edilmesine memnun olduğunu da hatırlatmak isterim. Bakın, çok az sayıda KHK’li işe iade edilmesine karşın, meslektaşlarından nefret eden üniversite idareleri ilk derece mahkemesi kararlarının ‘yürütülmesinin durdurulmasını’ talep ediyor şu sıralar.
Uzatmayacağım, hakkında bir soruşturma dahi açılmamış onca insanı sorgusuz sualsiz işinden eden OHAL KHK’leri anayasa aykırıdır. Bu kadar. İstedikleri kadar bağırıp çağırsınlar, istedikleri kadar hakaret etsinler, istedikleri kadar komisyon kurup insanları yıllarca oyalasınlar, basın yayın organlarında istedikleri kadar yalan söylesinler, yargı üzerinde kurdukları hâkimiyetle yurttaşı istedikleri kadar sindirsinler, istedikleri kadar AYM ve AİHM kararlarına uymasınlar, Anayasa’nın temel ilkelerini her Allah’ın günü çıtlata çıtlata çiğnesinler, üzerinde tepinsinler… Hiçbiri, OHAL KHK’lerinin anayasaya aykırı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 15 Temmuz sonrası OHAL hukuku amacı dışında kullanıldı ve kullananlar da bunun farkında. Bakın, ne kadar basit.
Eğer başka bir ülkede, farklı bir siyasal-toplumsal kültürde yaşasaydım KHK’lerin gelecekte büyük bir utançla hatırlanacağını iddia ederdim. Ancak Türkiye’de yaşıyorum ve utançla hatırlanmayacağını, hiç kimsenin mahcup olmayacağını tahmin ediyorum. Arsızlığın, yüzsüzlüğün, riyakarlığın hüküm sürdüğü bir yer burası.
Hal böyleyken, herhangi bir adaletsizliğe karşı asgari duyarlılık gösteren ve olması gerektiği gibi, dürüst davranan insanların ve kurumların değerinin bilinmesinden, isimlerinin her fırsatta anılmasından yanayım. Yönetmen Nejla Demirci’nin, KHK’li bir hekim ve bir öğretmenin hikayesini anlattığı ‘Kanun Hükmünde’ adlı belgesel film Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin ‘yarışma seçkisinden’ çıkarılınca, Festival Jürisi ve muhtelif ilgili kurumlar söz konusu kararı protesto eden açıklamalar yayınladı. Meslektaşlarının ve ifade özgürlüğünün yanında, sansürün karşısında yer aldılar. Kutlamak gerekir. Bir seyirci ve KHK’li olarak, yönetmen Demirci ile sansüre tepki gösteren sinemacılara/oyunculara teşekkür ederim.
Filmin festivalden çıkarılma gerekçesi, ‘filmdeki bir kişi hakkında yargı sürecinin devam etmesi’ olarak açıklanmış. Yargıyı etki altında bırakmak istememişler. Şaka değil, vallahi böyle bir gerekçe sunulmuş. Bu cümlenin ardından kendimi tutuyor, hak edilen sözcükleri sarf etmekten kaçınıyor ve son sözü, konu hakkında güzel bir yazı kaleme alan Sırrı Süreyya Önder’e bırakıyorum:
“Festival Komitesi’nin filmi göstermeyeceklerine dönük kararını okuyunca iliklerime kadar utandım. Sansürcülere ibrikçi başılık yapmaktır bu. Neymiş, yargıyı etkilemek istemiyorlarmış da, süreç bittikten sonra yayınlayacaklarmış da, bla bla… Sen kimsin ki bu halinle yargıyı etkileyeceksin a benim zavallı kardeşim! Etkileneceğini sandığın kurumlar sana bir yerleriyle gülmekten başka ne yapabilirler? Yargının nasıl ve ne şekilde etkilendiğini bilmeyen bir tek sen kalmış olamazsın! Sanat toplumsal sorunlarla ilgilenmeyecekse başka ne işe yarar? Gelişim ve değişimde, ilerlemede bir iş görmeyecekse adına sanat denir mi? İktidarın temel yakıtı, sizin bu boş eyyamcılığınızdır. Yapamıyorsanız girişmeyin. Yapabilenlerin ve bu uğurda her türlü bedeli ödeyenlerin yolunu kesmeyin. Başta bu yapımı gerçekleştirenlere selam olsun. Onlarla dayanışmayı yükselten bütün kurum ve sanatçılar var olsun. ‘Aman ayranım dökülmesin’ diye düşünen ve bunu da sofistike yol ve yöntemlerle yapmaya çalışan bütün kurum ve sanatçılara da eyvahlar olsun.
Gün bitimli, devran dönümlüdür. Omuzlarınıza bu yükü alıp, mahcup olmayın.”