
MURAT SEVİNÇ
Son yazı, muhafazakâr kenar mahallelerin bir-iki nesil öncesinden farklı olduğunu, çıplak sömürü ilişkileri görünür hale geldikçe yoksulluğa tahammülün, şükür ve kanaat telkininin güç yitirdiğini söyleyerek bitmişti. Bazı gözlemlerden hareketle devam…
İşsizlik ya da ekonomik-toplumsal açmazlar yalnızca Türkiye’nin sorunu değil tabii. Bir yanıyla son derece ‘Batılı’ dertlerle kaşı karşıyayız, ekonomik büyüme ve silah üretimi çılgınlığının, dizginsiz kapitalizmin bedelini ödüyor dünya. Bilişim gelişip de üretim için insan gücüne gereksinim azaldıkça, ücret, mesai ve bilumum işyeri alışkanlıkları dönüştükçe, aynı değeri üretmek için çok daha az insanın çalışması yeterli olacak, birkaç on yıl sonra şu anda var olan bazı mesleklere gerek kalmayacak, belki bazıları şekil değiştirecek; bunlar konuyla ilgililerin yazıp çizdikleri.
Her ülke bu sarsıcı ve devrimci deneyimi kendi bildiği ve birikimince yaşayacak ve yaşıyor. Gelişmiş bir demokrasinin, badireleri az hasarla atlatma şansı ve kullanacağı araçlarla, güdük demokrasilerin yaşadığı aynı olmuyor. Her krizde toplam servetin dilimleri giderek daha az insanın elinde toplanırken, gelir uçurumundan kaynaklanan adaletsizlikler hem ülkeler hem de ülke sınırları içindeki kesimler arasında farklı boyutlarda yaşanıyor. Hal böyleyken varlıklı ve demokratik ülkeler nüfuslarını daha az ezen çözümler bulma konusunda diğerlerinden talihli olabilir. Yine de Bilişim Devrimi’nin, iklim krizi ve kapitalizmin güncel aşamasının olağan sonuçlarını birlikte yaşayacak ülkelerin başına neler geleceğini, bugünden kestirmek kolay olmasa gerek.
Peki biz ne yapacağız? Öyle ya, yeryüzünde bir ülkeyiz nihayetinde. Bilişim Devrimi’nin ve diğer çağcıl gelişmelerin hızına uyum sağlamak için ne yapıldı burada? Siyasal İslamcıların bunca yıllık sabun köpüğü ideolojik birikim, siyaset ve iktidarlarının sonunda gurur duyabildikleri şeyin insansız hava aracı üretimi ve satışı olması, yeni çağın gereksinimleri karşısında hazırlıklı olduğumuz duygusu yaratmaya yetiyor mu?
Bir yanda çılgınca bir hızla değişen teknolojinin yol açtığı altüst oluş, bir yanda kritik -geri dönülemez- eşiğe yaklaşan iklim krizi, bir yanda savaşlar ve iklim (gıda-su) değişikliği nedeniyle artacak mülteci dalgaları, bir yanda yeni savaş ihtimalleri ve milliyetçilik hezeyanları… Ve Türkiye’de, kuru soğan alamayan yurttaşa şükür ve sabır öneren siyasetçiler.
Memlekette milyonlarca çocuk-genç, kendilerine hemen hiçbir şey kazandırmayan, onların dünya ve ülkenin ihtiyaçlarıyla sağlıklı irtibat kurmalarına olanak vermeyen bir eğitim tornasında öğütülüyor. Meslek sahibi olamadıkları gibi doğru düzgün kuramsal bilgiden de mahrumlar. Badana yapmayı bilen usta bulmanın çok zor olduğu ülkede, binlerce işsiz ‘iktisadi idari bilimler’ mezunu var.
Çok az genç insan iyi sayılabilecek eğitim alıyor. Bir ya da birden fazla dil öğrenip dünyanın geri kalanıyla ilişki kurma becerisi edinebiliyor o azınlık. Geriye kalan büyük çoğunluksa geleceğin dünya ve ülkesinde köle olmak üzere yaşıyor. İş bulup bulamayacakları şüpheli, ola ki bulduklarında ücretleri yoksulluk sınırının altında kalacak. İnsanın ciğerini söken bir adaletsizlik. Eğer devrimci bir dönüşümün gereği benimsenmezse, bu çocuklar, o azınlığın sahip olduğu sağlık, çevre ve barınma hakkından da mahrum kalacak yetişkinlik çağlarında. Muhalefet, muhtemelen inanarak, “Biz bu sorunları kısa sürede hallederiz” dese de yapısal ve çözümü birkaç kuşak sürebilecek sorunlarla yüz yüzeyiz.
Sık aralıklarla baba ocağına gidip rutin yürüyüşlerimi çocukluk ve gençliğimin geçtiği mahallelerde yapıyorum. Eyüp, Balat, Taşlıtarla, Yıldıztabya, Bereç… Genellikle alt ve nadiren orta tabakanın yaşadığı yerler. Her yürüyüşte, biraz daha kenar yollara sapıp binalara, yol ve âhı gidip vâhı kalmış kaldırımlara, tek tük ağaçlara ve özellikle gençleri-kadınları ilgilendiren vitrinlere bakınıyorum. Hadi Eyüp civarı neyse, ancak Taşlıtarla dolaylarında uzunca yürüme mesafesinde avuç içi kadar yeşil alanla (merkezindeki belediye parkındaki üç-beş bitki dışında!) karşılaşmıyorum. Bundan kırk yıl önce, iki katlı evler, binalar, gecekondu mahallelerinde bolca yeşillik vardı hiç olmazsa. Dip dibe binalar, kentsel dönüşmüş mahalleler, her santimetreye sıkıştırılmaya çalışılmış üç beş katlı evler, biçimsiz kaldırımlar. Muhitin okulları, muhitin dükkanları, muhitin zaman geçirme mekanları. İnsanı mutlu edecek, nefes aldıracak, hah işte bak bunun için sabretmeye değer, dedirtecek hiçbir şey fark edemiyorum görüş mesafemde.
Giderek daha fazla kır pidecisi açılıyor, en az para harcayarak sosyalleşme ve beslenme yolu muhtemelen. Ucuzcu ‘kafe’ler var ama onlar da ucuz değil artık. Kenarda nefes alamayan çocuklar biraz rahat edebilecekleri semtlere gidip zaman geçirmek istiyorlar, bu kez de doku uyuşmazlıkları ve gidilen ilçelerin dengesini bozan nüfus yoğunluğu yaşanıyor.
Zamanında parklarda yaşlılar otururdu, artık semt meydanlarında işsiz güçsüz gençler var. O çocukların, eğer şanslılarsa üç otuza iş bulmak dışında çareleri yok. Gidin şöyle bir dolaşın benzer cadde ve ilçe merkezlerinde, genç insanlar amaçsızca dolaşıyor ortalıkta. Birkaç kuşak öncesi farklı motivasyonlarla şükrediyor, sabrın sonunun selamet olduğuna inanıyordu. Şimdiyse çaresizlik içinde, her şeyden haberdar olan, her şeyi gören, zengin hayatları izleyen ve yalnızca izleyeceğini bilen yeni kuşaklar yaşıyor şehrin kenarında. Çocukların içinde büyüyen öfke ve çaresizlik hissini tahmin edebiliriz. Ezcümle, arsızca ve düşüncesizce göstermeleri istenen o telefondan, sahip olamayacakları her ne varsa seyretme ihtimalleri var artık.
Rol modelleri de değişiyor tahmin edilebileceği gibi. Yalnızca TV dizilerine şöyle bir göz atmak dahi ülkenin yaşadığı sarsıcı dönüşümü ve yeni modeli anlamayı kolaylaştırır. Dizilerde çoklukla, ya mütemadiyen öldüren ve işkence yapan it kopuk tipler ya da hayalini kuramayacağımız zenginlik içinde yüzen ‘seçkin’ görgüsüzler boy gösteriyor. Bir başka söyleyişle, o genç, cep telefonunu elinden bırakıp TV kumanda aletini aldığında da karşılaştığı manzara bu.
Geçmiş günleri, farklı toplumsal kesim ve kimliklerin eziyet çektiği on yıllar öncesini övme niyetinde değilim. Fakat o dönemde az çok özenilen kamusal figürlerin yüzüne bakılır bir hali bulunurdu hiç olmazsa. Kenar mahalle ahalisi, çok çalıştığında çoluk çocuğunun hak ettiği yere gelebileceği umudunu koruyordu. ‘Sabrı’ ve ‘şükründe’ bu umudun payı vardı. Ayrıca, adaletsizlik ve sömürü-yolsuzluk düzeni böyle arsız ve çıplak değildi. Örneğin gazeteciler eskiden türlü yolsuzluk-kanunsuzluk iddialarının peşine düşerken, artık yapan tarafından gizlenme gereği duyulmayan yolsuzluk-kanunsuzluk haberleri duyuruyorlar ve pek umursayan olmuyor. Ya da diyelim, birinin üç-dört yerden maaş aldığı yazılıyor, o insanların konumunda değişiklik olmadığı gibi okuyanların bir kısmı dışında hiç kimse mahcubiyet hissetmiyor. Hâlihazırda ‘genç’ sıfatıyla adlandırılan nüfus, ömrünü bu tanıklıkla geçirdi. Şimdi kendinizi o çocukların yerine koyun, ne hissedersiniz, ne hissetmeli, ne yapardınız, neye umutlanırdınız?
Umutlu olmak, bir temel ilke kabul edilmeli bana kalırsa, iyiye yönelik umudu hiç kaybetmemeli. Ancak bir-iki kuşağın kaybolduğunu, dertlerimizin çoğunun yapısal niteliğini, çözümlerin güçlüğünü ve bazı sorunlarımızın muhtemelen çözülmeyeceğini açık sözlülükle kabul etmek gerekiyor herhalde. Aynı şehirde, aynı ilçede, birbirine biraz uzak mesafedeki mahallelerde bambaşka hayatlar yaşanıyor ve hali vakti yerinde olanları bilmem ama yoksul kesimin çocukları diğerlerinin yaşamından haberdar. Mutsuz, geleceksiz ve kızgınlar.
Akıl vermek iyi ve gerekli bir şey değil, şu iki satırlık yazının da böyle bir tasası yok, kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş. Yine de ola ki muhalefetten okuyan birileri varsa, işlerinin, herkesin işinin çok zor olduğunu yeniden ve yeniden hatırlamaları iyi olabilir. Somut, gerçekçi, uzun vadeli ve devrimci dönüşüm vadeden bir yol-yordamla seslenmedikleri sürece, kendi kaldırımlarında, diğer kenar mahallelerdeki sayısız yaşıtı gibi hedefsiz ve öfkeli bekleşen genç insanlara ulaşmaları ve onların mutsuzluğuna çare olmaları, pek mümkün değil.
Belgesel film önerisi: Hâlâ seyretmeyen varsa, Kazım Kızıl’ın şu çarpıcı belgesel filmini görsün ne olur. “Yavşağın biri çıktı, yerleşik hayata geçelim dedi.”
Duyuru, bir kez daha: Açık Radyo’nun geleneksel (19’uncu) ‘dinleyici destek özel yayını’ başladı. Son bir gün. Haydi muhterem okur.