BEHZAT ŞAHİN
Daha dışarıdan görür görmez vuruldum. Mekân, sanki buraya ait değil gibi dursa da asıl çevresindeki binalar, bütün mahalle burada olmamalıydı. Heyhat, üzerinden imar geçmiş yerlerden burası da.
Kazlıçeşme, sur dışının en eski yerleşim yerlerinden biri. Ta Bizans’tan beri böyle. Adını, 16’ncı yüzyıla ait kaz figürlü mermer çeşmeden alıyor. Osmanlı’nın İstanbul’u fethetmesinden sonra deri imalatının merkezi olmuş. Hatırlarım, tabakhaneleriyle, çoğu iptidai deri işleme tesisleriyle, tekstil imalathaneleriyle işi olmayanın uğrayacağı bir semt değildi burası. Buraya sadece işçi direnişlerini izlemeye gelirdik; o da geleceksek. Başka da bir iz bulamıyorum kendi tarihimde.
Bir meyhane severin mesajıyla haberim oldu bu mekândan. “Kazlıçeşme’de Derya Restoran var, tavsiye ederim” mealinde. (Bu arada, sizden çok özür dilerim sayın mesaj sahibi. Genellikle kaynağımı not alır, kaydederim ama sizinkini atlamışım. Sonra ne kadar arasam da bulamadım mesajınızı. İsminizi zikredemiyorum dolayısıyla. Eğer bu yazıyı da okuyorsanız, bilin ki sizin tavsiyenizle gittim oraya. Teşekkür ederim.) O taraflar bildiğim yerler değil pek. Veliefendi yakınlarındaki Oduncu’ya bir de hipodromdaki Tay Restaurant’a gitmiştim daha önce. Çevredeki meyhanelerin çoğu kapanmak zorunda kalmış, başka bir yer var mı bilmiyordum. Gidilecek meyhaneler listemin başına geçti Derya Restaurant. Ulaşımı da pek kolay.
Yenikapı’dan bindiğim Marmaray’ın Halkalı yönündeki ilk durağı Kazlıçeşme. İndikten sonra da 10-12 dakikalık yürüme mesafesindeydi hedefim. Yürüyüş yolu üzerinde deri toptancıları, tekstilciler var. Tabakhaneler, imalathaneler 1990’lı yıllarda kapatılsa da sektörün kalbi hâlâ burada atıyor anlaşılan.
Uzun zaman mezbelelik halinde tutulan bölge, 2005’teki yerel yönetim reformlarından sonra imar faaliyetlerine açılmış. E, peki, neden şehirleşme adına herhangi olumlu, estetik bir düzenleme yapılmamış? Her yerde gördüğümüz-göreceğimiz mimari özenden yoksun apartman modelleri burada da karşımızda. Kafamda tüm bu düşüncelerle oturdum mekâna ve başladım saydırmaya; üstelik daha yudum bile almadan. Öfkem biraz da Derya Restaurant’ı görünce kabardı galiba.
Bütün o çirkinlikler içinde bir inci tanesi gibi. Şehit Komiser Günaydın Sokak ile 39/10. Sokak’ın köşesinde; buraya ait değilmiş gibi duran, iki katlı müstakil bir bina. İki cephesindeki tabelaları bir bira firmasının sarı kurumsal renginde. Fark etmemeniz imkânsız.
Birkaç kişi kapının önünde sigaraya çıkmış. Giriş katı klasik bir birahane. Bahsettiğim okurumun önerisine uyarak, doğrudan üst kattaki meyhane bölümüne çıktım. Salonun sol tarafında meze dolabının da olduğu bir banko, bankonun arkasında bir beyefendi. Selam verip nereye oturabileceğimi sordum; biraz kinayeli “İstediğin yere, görüyorsun boş” dedi. Dediği gibi, dördü sekizli, gerektiğinde ayrılabilen, dokuz masalı ferah salon, bomboş. Tek bir müşteri bile yok. Tamam, daha hafta başındayız ama bir yandan da mesai saati bitimi sonrası… Hem de ticarethanelerin tam göbeğinde… Alt katta birkaç bira müşterisi vardı neyse ki.
Durun; önce, dışı gibi hayran kaldığım mekânın içini de anlatayım. Tavan ve duvarlar ahşap lambri. Hem de öyle dekor olsun diye değil, eskiden beri. Teyidini aldım sonra. Hepsi pırıl pırıl verniklenmiş. Genel olarak temiz bir salon. İnsan buraya gelmez mi?
Binanın cephelerini kaplayan tabeladan da anlaşılacağı üzere, tek marka bira satıyorlar. Nefeslenmek için önce bir fıçı bira sipariş ettim. Siparişimi beklerken de salonun fotoğraflarını çekmeye başladım. Beyefendi biramı getirdiğinde ayaktaydım.
– “Fiyat listesini mi çekiyorsun?” dedi,
– “Sadece onu değil, mekânı da çekiyorum” dedim.
– “Neden?” dedi,
– “Ben de meyhaneciyim, gittiğim meyhaneleri yazıyorum” dedim.
– “Niye yazıyorsun, ne kazanıyorsun bundan?” dedi,
– “Hiç. Üstüne hesabımı da kendi cebimden ödüyorum” dedim.
– “Vardır bir hesabın, gittiğin yerleri kötüleyip kendininkini övüyorsundur” dedi,
– “Yok” dedim, “Gurmelik taslamıyorum.”
Salonun girişindeki meze dolabının arkasında o, karşı köşesindeki masada ben. Boş salonda ağız dalaşına devam ediyoruz. Pek inandırıcı bulmadı gerekçelerimi. Soluklanırken gördüm Melis’in (Alphan) Instagram postunu. Cevabımı o vermiş.
Melis, tanıdığım en iyi gazetecilerden. Oto sansürü de yoktur pek. Yeni bir Instagram hesabı açmış; @menopozseyirdefteri diye. “Menopoz yolculuğumu paylaştığım yeni bir sayfa açtım… Hem bilgiyi paylaşmak hem de deneyimleri konuşmak, menopoza dair tabuları yıkmak için…” Çok şahane değil mi? Herkes kendi kişisel deneyimlerini kayda alsa, anlatsa tarihe not düşmüş olmaz mı? En azından kendine not düşer. İstemeyen okumaz, isteyen de faydalanır.
Daha rakıya geçmedim, belki de ondandır gerginliğim. Birazdan pamuk gibi olurum. Meze dolabının başına geçip önce beyefendinin önerilerini aldım. Amerikan salata, mantar salata, şakşuka önerdi.
– “Pancar?” dedim,
– “En iyisi” dedi.
– “Barbunya pilaki?”,
– “Bahse girelim, bizim mezeler gibisini yememişsindir” dedi.
Girmedim. Mezelerden yarımşar porsiyon, bir de 35’lik.
– “Biz de sizin gibi 30 çeşit meze yaparız yapmasına da, burada müşterisi yok” dedi mezeleri getirirken.
Rakı arkasından geldi, yanında da Munzur Su. Şampanya patlatsak, bu gerilimi bitirmeye Munzur Su kadar etkisi olmazdı. Beyefendi, 1939 Dersim sürgünü bir aileden. Sivas’ta doğmuş. Hiç gitmemiş Tunceli’ye. Sanki ben Tunceli’liyim, bir ısrar bir ısrar, “Niye gitmedin” diye. İsmini de lütfetti; Mahir (60).
İşletme en az 45 yıllıkmış. Bina sahibi Almanya’da iç mimarlık okumuş. Burayı yapıp 15 ay işletmiş, hayalleriyle uyuşmayınca da devretmiş.
Mahir bey 25 yıldır burada. Meslekte de 40 yıllık. İsrail’de bulaşıkçı olarak başlamış mesleğe. “Bak sana hikâye verdim. Yazacak bir şey verdim. İnşaatçıydım, statik falan çiziyordum. Mimar yarısıyım. Bu dükkânda elimin değmediği yer yok. Hep korudum. İki-üç kez devredilmiş, gelenler anasını ağlatmış. Boğazdaki yalılarda şu ahşap yoktur. Çok dayanıklı. İki senede bir vernik yapıp, sağlam tutarım.” Neden İsrail, konuşmadık.
Tavanda eski tip iki avize, duvarda da onun takımı üç aplik var. Beyaz ışık tercih edilmiş. Tuvalet bu katta. Dört pisuvar bir alafranga kabin var. Raflarda bolca temizlik malzemesi. Eskimiş olsa da tuvalet temizlik kokuyor.
Tam da bu sırada, bir kişi daha geldi. İki arkadaşı daha gelecekmiş. Ardından birer kişi daha. Onlar bira müşterisi.
Mezeler vasat değil. Barbunya pilaki helmelenmiş, yanında sıkma limon suyu da getirdi. Amerikan salatasını niye tavsiye etti, anlamadım.
Bira içenlerin sipariş ettiği patates kızartmasında kaldı gözüm. Bir porsiyon da ondan istedim, yanına da hardal rica ettim; varmış. Genellikle ketçap-mayonez ikilisi dışında bulundurmazlar. Tahmin ettiğim gibi, nefis bir patates. Hazır değil, temiz yağda kızartılmış. İyi de bunun yancısı rakı değil ki. Bir küçük ara birası söyledim. Ha şöyle.
Birayı getirdiğinde patatesi övdüm Mahir Bey’e. “Daha fazla para verip haşlamalık değil, kızartmalık alıyorum” dedi. Bu arada buranın sahibi mi çalışanı mı söylemedi. Ama anlaşılan o ki, buranın hâkimi o.
Geldiğimde televizyonda maç yayını mı özetleri mi ne vardı. Ondan sonra uzunca bir süre Sezen Aksu dinledik. Ahmet Kaya, Barış Manço da. Mahir Bey dolabın arkasında demleniyor bir yandan.
Ernesto “Arkadaş” ile burada da karşılaştık. Televizyonun altında küçük bir portresi var. Yanında “Çanakkale geçilmez” hediyelik heykelcikleri. Salonun iki tarafında da Atatürk portreleri.
Başlarda izleseydiniz bizi, birbirine göğüs vurup üstünlük kurmaya çalışan iki horoz gibiydik galiba; şimdi pek muhabbetliyiz. Bir ara meze dolabı başında sohbet ederken telefonu çaldı, “Patron arıyor” dedi. Oğluymuş. Hayattaki en önemli varlığı. 15 yaşında. Türkçe dışında annesinin dili Rusça, İngilizce ve Almanca biliyormuş. Oğlu üniversiteye gittiğinde bu işi bırakacakmış. Oğlunun devlette yönetici olmasını istiyormuş; bizimkinde. Polemiğe girmedim.
Et sote önerdi. Söz dinlerim. Güveçte servis ediliyor. Lezzeti yerinde. Meze dolabı burada olsa da, mutfak giriş katta. Orayı da merak ediyorum.
Yemeğim bittikten sonra hesabı istedim; bin 840 lira. Bira 110, 35’lik 950, mezeler 100, beyaz peynir 180, Arnavut ciğer 240, patates tava 100, ana yemekler 280-400 lira. Her gün 12:00-24:00 arası servis veriyor; kandillerde bazen kapatıyorlarmış. Keyfe keder.
Hâlâ rakım var. Bir kadeh daha doldurup yanıma aldım; biraz da alt katta takılmak üzere ayaklandım. Mahir Bey ile vedalaştık. Soyadını vermedi.
Dedim ya, mutfak alt katta. Teşekkür etmek lâzım. Mutfağın başında Hüseyin Bey (İdare, 57) var. Mahir Bey’in kardeşiymiş. O da İsrail’de, aynı meslekte çalışmış uzun süre. 25 senedir de burada birlikteler. Servise bakan Fahrettin Bey (Yelboğan, 50), aslında deri sektöründeymiş. Yarı zamanlı burada da çalışıyormuş. Giriş katta da tek müşteri kalmış. Ondan rica ettik fotoğraf çekmesini. Sonra da çöktüm masasına.
Emre (Kılıç, 30) doğma büyüme Zeytinburnulu. 7 yıl önce Bahçelievler’e taşınmasına rağmen, haftada birkaç kez uğruyormuş.
Son yudumu da Emre ile içip yola düştüm. Geldiğim gibi, dönüş de kolay. Tabii eğer gece yarısını bulmazsanız.
Ha, bu arada niye buraya gelmiyorsunuz yahu? Daha güzelini mi bulacaksınız? İlk benden duyduysanız mazeretiniz de kalmadı. Gözünüzü kapatın, çevre binaları görmezden gelin, direkt hedefe odaklanın. Emin olun, kendinizi içeri attıktan sonra artık başka bir ortamda olacaksınız.