MURAT SEVİNÇ
2022 yılı ilkbaharında muhalefet partilerinden herhangi bir vekilin, akıl fikir almaz bir mahkeme kararına ilişkin “Bu karar yargı bağımsızlığını zedeliyor” açıklamasını nasıl değerlendirmek gerekir? Benzeri ifadeler olağan mı karşılanmalı yoksa insanı çileden mi çıkarmalı? Ya da çileden çıkıp sağa sola sövmek yerine, ‘her şeyin çok güzel olacağı’ ilk seçimin hayaliyle mi yaşamalı? Muhalif siyasetçiler nasıl bir evrende yaşıyorlar, TBMM ve parti çatılarının altındaki dünya ile bizlerinki arasındaki mesafe hakikaten bu denli açık mı?
‘Zedelenmesinden’ kaygı duyulan yargı bağımsızlığı, hangi yargının bağımsızlığı? Peki Kavala ya da Demirtaş ve onların konumundaki sayısız yurttaş daha yıllarca cezaevinde kalsa, hasta mahkûm Aysel Tuğluk önümüzdeki aylarda da serbest bırakılmasa, yargı bağımsızlığı biraz daha zedelenir mi?
Klasik liberal demokratik sistemlerin ‘olmazsa olmaz’ unsurlarından biri, muhalefet. Diğer varlık nedenleri bir yana, İktidarın anayasal/hukuksal sınırlar içinde hareket etmesi için gerekli kontrol ve uyarı görevi var. Muhalefet, bir gün iktidar olmak için çaba harcarken, o çaba, aynı zamanda yönetimin kendine çekidüzen vermesini sağlıyor, sağlamalı. Bir asırdan uzun süredir söz konusu çabanın örgütlendiği (ve örgütleyen) en yaygın kurum siyasi partiler.
Demokratik bir sistemde partilerden beklenen, o sistemin ana kural ve ilkeleri üzerinde uzlaşmaları, ideolojik birliktelik değil. Türkiye çok partili yaşamı ise, ideolojik bakımdan birbirine yakın ve hemen her zaman aynı sınıfın farklı tabakalarının sözcülüğünü yapan partilerin, oyunun asli kurallarına dair anlaşmazlıklar yaşadığı bir tarih. Daha açıkçası, benzer partiler birbirlerini alt etmek için sistemin ana ilkelerini değiştirmek, değiştiremiyorsa çarpıtmak ya da görmezden gelmek yolunu seçti. İçinde doğdukları, varlıklarını borçlu oldukları demokratik sistemin kolonlarını, iktidar/iktidar ortağı olduktan sonra engel görmeye başladılar.
Kuşkusuz benzer eğilim zaman zaman gelişkin demokratik sistemlerde de yaşandı ve yaşanıyor; ancak o ülkelerde burjuvazinin tarihsel seyri ve kurumlarının gücü ile trene zar zor atlayıp devlet himayesinde yarım yamalak serpilebilmiş bir burjuvazinin yaratabildiği kurumsallık farklı. Kapitalizmin bugün vardığı ‘bilişim çağı’ aşamasında ise artık o kurumsallık da hızla yıpranıyor, değer kaybediyor, yerleşik kurumlar ve ilkeler altüst oluyor. Demokrasinin mucidi ülkeler, ceberut ya da öyle olmaya hevesli sağcılar (merkez-aşırı sağ çıtasında bir yerde) tarafından sarsılırken, az sağcıların çok sağcılarla yarıştığı seçimlere yurttaş ilgisi giderek azalıyor.
Bakın Fransa’daki seçime, ne olur bilinmez ama Marine Le Pen’in bu denli güç kazanması, hepimize hangi hikâyenin sona ermekte olduğu hakkında epey fikir veriyor sanırım. Merkezdeki sağcılığın daha sağdakilerle yarıştığı 10 Nisan’daki seçime (ilk tur) katılımın rekor düzeyde ‘düşük’ olması bekleniyormuş. Yeri gelmişken, uzun süre (aile boyu) ‘ırkçı’ sıfatıyla anılan, sonunda daha da ırkçısı ve tehlikelisi Zemmour peydah olunca makul bir çizgide görünen, söylemini ‘merkeze’ yaklaştıran Marine Le Pen’in çoğu düşüncesinin, Türkiye’de hayli popüler, kolaylıkla desteklenen ve sempati toplayan bir tür siyasi tutumun dili olduğunu da hatırlatmakta yarar var. Neyse ki bizde ırkçılık yok.
Evet, Türkiye’de 1950’den bugüne didişen güçlü partilerin, bir-iki istisna hariç sırtını dayadığı sınıf aynı. 1954’ten sonra DP ve CHP birbirine düştü, doğru, ancak ülkenin çok partili yaşama ‘solsuz’ geçmesi de bu iki ‘burjuva’ partisinin işbirliğiyle gerçekleşti, çatışma aynı sınıfın farklı kümeleri/kanatları arasındaydı. 1960’lar ve 70’lerde iktidar ve iktidar ortağı olan partiler de ‘müesses nizama’ yaklaşım açısından benzer. 1970’lerin koalisyon hükümetlerinin ortağı ‘anti-emperyalist’ Erbakan MSP’si ile ‘ortanın solu’ Ecevit CHP’sinin zaman zaman iddia edildiği gibi diğerlerinden farklı olup olmadıkları ya da kurulu düzen ile ilişkileri ise tartışılabilir, ancak yazının konusu değil. Hal böyleyken, Türkiye ‘muhalefetinin’ muhalefet ettiği neydi, ne oldu, günümüzde nedir, düşünmeye değer konular.
Günümüz muhalefetinin azımsanmayacak bir kısmının iktidardan daha demokrat olduğu, ancak gerçek anlamda demokrat ve eşitlikçi olmadığı kanısındayım. Bu varsayım partiler için de, seçmen için de geçerli. Çoğu AKP muhalifi, iktidar blokundan daha az milliyetçi, daha az tutucu, daha az HDP karşıtı filan değil. Hatta milliyetçiliğin muhtelif tonları söz konusu olduğunda iktidara rahmet okutacak çokça AKP karşıtı var. Medeni bir ülkede binde birinin iktidar değiştireceği şunca akıl fikir almaz işe tanık olup da, marifetmiş gibi hala iktidarı zamanında başlattığı ‘barış süreci’ ile itham etmenin gerekçesi ne olabilir? Daha geçenlerde, adaletsizliğe uğrayıp cezaevine girmiş bir gazeteci, ikinci kez adliye önündeyken basına yaptığı açıklamada, kendisinin gerçek gazeteci olduğunu ve ‘gerçek gazetecilerin’ kaçmayacağını, ‘varsa bir suçları’ gelip ‘yargıda hesabını vermeleri gerektiğini’ dile getirdi. Ne demeli bu durumda?
AKP karşıtı/muhalif seçmen faslını bir yana bırakalım… Partilerin ideolojileri, Millet İttifakını oluşturan altı partiden beşinin iktidar ve sağ partilerden kopmuş olmaları, CHP’nin tarihi boyunca farklı dönemlerde farklı diller ve siyaset benimsemiş olsa da bir yanıyla hemen her zaman ‘devlet’ görüşünü temsil etmesi; iktidara muhalif olanların, yalnızca iktidara muhalif oldukları izlenimini güçlendiriyor. Muhalefetin, yayınladıkları belgeler ve vardıkları mutabakatlarla toplumsal kesimlerde heyecan yaratamıyor oluşunun hiç olmazsa bir nedeni, bu durum olmalı. Ve heyecan yaratıp dikkat çektikleri her eylemin, Adalet Yürüyüşü gibi, ‘helalleşme’ vaadi gibi, bir anda ittifaklara yönelme gibi, ‘sıradışı’, bir başka deyişle kurulu düzenin ‘aşılı olmadığı’ tutumlar oluşu, herhalde o muhalefete bir şey söylemeli.
‘Doğru’ siyasetin ne olması gerektiğine ilişkin her kafadan bir ses çıkar ve bu olağan bir durumdur kuşkusuz. Herhangi bir öneri ya da saptamanın, ola ki kabul edilse, hangi sonucu doğuracağını ise ancak falcılar tahmin edebilir. Buna mukabil, olağanüstü koşullarda takınılan olağan tutumların umulan sonuçları ‘vermeyebileceğini’ tahmin etmek için falcılık diplomasına gerek yok.
Muhalefetin dış siyasette çoğu zaman, o siyaseti içerideki desteğe dönüştüren iktidarın yanında hizalanması, muhalefetin kim olduklarını henüz anlamadığım o ‘seçmenin’ oyunu almak için Cumhuriyet’in ‘Aşil topuğu’ (Ecevit’in ifadesi) laiklik ilkesinin açıkça yerle yeksan edilmesine sessiz kalması (sükût-ikrar!), muhalefetin hiçbir etkisi kalmamış bir parlamentoda hâlâ çocuksu gövde gösterileri yapmaya heveslenmesi, ne anlama gelir? Bu davranışları sergileyen muhalefetin, muhalif olduğu nedir?
Yurttaş olarak, bir muhalefet vekilinin TBMM kürsüsündeki ateşli konuşmasından, neden heyecan duymalıyım? Bir muhalefet vekilinin sosyal medya hesabına ‘Her şey amma da pahalı ha’ yazması karşısında ne düşünmeliyim? Bir muhalefet vekilinin TBMM genel kurulunda diğer vekillerle çektirdiği fotoğrafı gördüğümde ve altına iliştirdiği “Mücadelemizi sürdürüyoruz” notunu okuduğumda, ne hissetmeliyim? Sizce meclisteki milletvekillerinin kaçı, o sıfatın adına yaraşır vekillik yapıyor?
Koşullar olağanüstü mü? Evet öyle. Peki bu olağanüstü koşullarda, muhalefet hangi olağanüstü siyasî hamleleri yaptı? Yeniden kazanmaya çalıştıkları şey demokrasi mi, müesses nizamın sahipliği mi? Örneğin, Kaşıkçı cinayeti dosyasının cinayeti işleyenlere devredilmesi gibi insanı sözsüz bırakan bir uygulama karşısında, aklı başında bir yurttaşın dert edinmesi gereken ‘ülke imajı’ mıdır, yoksa adalet mi? Diyelim Kıbrıs konusunda, muhalefetin ‘yavru vatan’ ve ‘kimi nankör Kıbrıslılar’ dışında anlamlı bir sözü var mı, olacak mı? Ya da İYİP’in HDP’ye yaklaşımıyla iktidar ittifakının yaklaşımı arasında çok büyük bir fark? “HDP ile aynı masaya oturmayız ama Kürtleri incitmiyoruz.” Öyle mi, HDP’ye Laponlar mı oy veriyor?
Bazı şeyler normalmiş ve ortada ‘zedelenecek’ bir kurumsallık kalmış gibi, ‘devletlû tavrıyla’ parti-devlet uygulamalarını ‘hata’, ‘inat’ ve ‘cehalet’ sözcükleriyle açıklamakta ısrar etmenin, olup bitenin müsebbiplerine zemin kazandıran bir işlevi var. Bir iktidar seçmeni şu manzaraya bakıp “Aslında liyakate biraz daha önem verilse, ‘israf’ hiç olmazsa azaltılsa, faiz azıcık yükseltilip ekonomi toparlansa, diğer ülkelerle de iyi geçinilse, AKP’den iyisi yok” dese, muhalefetin yanıtı ne olur? 128 milyar nerede? Suya düştü. Kimin umurunda?
İklim krizi notu: Noam Chomsky ile söyleşi. Chomsky, iklim krizi ve nükleer savaş ihtimalleri nedeniyle, insanlık tarihinin en tehlikeli ânına yaklaştığımızı söylüyor. İklim üzerine çalışan, sermeye hizmetkârı olmayan, durumun farkında her aklı başında bilim insan gibi. Ne yazık ki yabancı dilde, ancak son derece sade bir anlatım ve arama motorunun çeviri uygulaması ana fikrin anlaşılmasında iş görür.
Yazı önerisi: Tanıl Bora’dan bir kitap hakkında, Trabzon’un Liberal Bolşeviği.