DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Geride bıraktığımız hafta, Türkiye standartları için bile bir hayli olaylı geçti.
Hükümet, aylardır farklı çevrelerin neredeyse yalvarırcasına istediği ‘tam kapanma’yı anons etti, eder etmez de anlaşıldı ki yapılan şey ‘tam kapanma’ değil, Türkiye’deki salgın yönetiminin bir yıldır adını koymadan uyguladığı ‘sınıfsal sürü bağışıklığı’ politikasının bir ileri adımı.
Aslında adını ne koyarsak koyalım, AKP rejiminin Covid’le ilgili bütün tedbirleri aynı kapıya çıkıyor; zenginler korunsun, fakirler çalışsın, çalışmıyorsa da kimseden kuruş almadan evinde otursun, AKP’lilere hiçbir koşulda hiçbir kural işlemesin. Ve, o arada, AKP’nin zorla tesis etmeye çalıştığı neoliberal şeriat otokrasisinin bir iki kuralı daha çaktırmadan yerleştirilebiliyorsa yerleştirilsin.
Nitekim, yine böyle oldu. Halkımızın sağlığını çok düşünen hükümetimiz; hiçbir ekonomik destek planı devreye sokmadan bir kısım insanı eve kilitledi, kalanını yine fabrika yollarına düşürdü, arada da AKP’li cenazesi ve 1. Lig terfi maçlarıyla kendi ‘iç parti’ üyelerine kuralları özgürce çiğneme hakkını bahşetmeyi de ihmal etmedi.
Bu arada, şeriatı zorlayan iki uygulama daha devreye sokuldu. Birincisi, içki satışı, çok başarılı sayın içişleri bakanımızın paşa gönülleri kapsamında yasaklandı. Aslında tam yasaklayamadılar da sonra baktılar valilik yoluyla olmayacak, hıfzısıhha yolu bulundu, oradan geçirildi. O da olmadı, geri kalan her şeyi de yasaklayarak meseleyi ‘çözdüler’.
Öbür taraftan, yasakların Türkiye vatandaşlarına uygulandığı, yabancılara uygulanmadığı garabet bir sistem de getirildi. Bu sistemin, Ortadoğu’nun bazı gözde tatil merkezlerinde uygulanan izin bazlı içki yasağının altyapısını oluşturduğunu düşünürsek, AKP’nin TC vatandaşı-yabancı ayrımının ucunun ileride nereye çıkarılmak isteneceğini kestirmek çok güç değil.
Bu arada, en az sayın içişleri bakanımız kadar başarılı olan sayın sağlık bakanımız, onların (haşa) en az 10 katı başarılı olan sayın cumhurbaşkanımızın ekonomide devrim yapan ‘Faiz düşerse enflasyon da düşer’ kuramını, pandemi yönetimine uyarladı ve sürekli olarak düşen test sayılarının ‘vaka sayısı düşmesi’ne bağladı. Böylelikle, mesela Türkiye’nin yüzde 6’sı kadar vaka görülen Britanya’nın her gün Türkiye’nin beş katı test yapmasının nedeninin tamamen Britanyalıların dangalaklığı olduğunu öğrenmiş olduk!
Normal bir ülkede, bu gelişmelerden herhangi biri, muhalefeti ayağa kaldırmaya yetebilirdi. Kaldırdı da. Mesela CHP ve İYİP, siyasi dengeleri yerinden sarsacak devrimci bir hamleyle, iktidar partileri AKP ve MHP ile yeni bir ortak bildiri imzaladı. Bu bildiriye imza koymayan HDP, CHP’nin ağır topu (yerinden oynatılamayan anlamında) Devletperver Faik Paşa tarafından azarlandı. AKP’nin şeriat girişimlerine tepki ise daha da sert oldu. CHPli Veli Ağbaba, şeriat uygulaması getirenleri Allah’a havale etti mesela.
İki CHP’li belediyenin ise içki yasağı getiren hıfzısıhha kurulu fermanını okumadan imzaladığı ortaya çıktı. İmzası taklit edilen diğer CHP’li belediyeler de muhtemelen durumu Twitter’dan öğrenip kontrol etme ihtiyacı duydu, zira konu sosyal medyaya yansımadan imzasının taklit edildiğini fark eden olmadı. Alkol yasağı meşrulaşsın diye bir sürü ürünün yasaklanmasının ardından CHP Bursa Milletvekili Erkan Aydın, “Bu yasaklar yetmez, markette satışı yasaklanan ürünler internette de yasaklansın” diyerek el yükseltti.
Bu arada ülkede her gün en az 300 kişinin ölmeye devam etti, Sağlık Bakanlığı açıklanan vaka sayılarını baskılamak için test sayısını azaltmaya başladı. Durumu, “Vaka sayısı düştüğü için test sayıları da düşüyor” gibi fizik kurallarını zorlayan bir pişkinlikle açıklayan sağlık bakanına, “Yahu doktor, Meclis’e gel de hele bir anlat, bu işler nasıl oluyor” diyen yine olmadı.
Türkiye’de kurumsal muhalefetin toplumsal muhalefeti geriden takip etmesi yeni bir şey değil, yıllardır böyle bu. Türkiye’nin muhalefet ittifakının lider kadrosu, yeni bir paradigma üretecek enerjiye ve donanıma sahip değil. Yıllardır diğer demokratik kanalların yokluğunda mecburen sosyal medyada nefes alıp veren toplumsal muhalefetin ittirmesiyle hareket ediyorlar. Tâ Gezi zamanında, o meşhur 1 Haziran buluşması öncesi, CHP’nin aynı gün Kadıköy’de düzenlemeye kalktığı mitingi iptal etmekteki ataletini düşünürsek en az sekiz yıldır devam eden bir hantallık bu.
Bu hantallığın arkasında esas olarak devlete taparcasına olan bağ(ım)lılıkla devletin artık bir parti-devlete dönüştüğünü kabul edememe ısrarının bir birleşimi var. CHP ve İYİP’i, bazen aynı gün içinde iktidarı eleştirip desteklemeye iten kafa karışıklığı, devletle ve hükümetle hâlâ ayrı ayrı ilişki kurulabildiğini zannetme hezeyanıyla alakalı. Mesela, 27 Nisan’da AKP’yle ortak bildiri imzalayan Kılıçdaroğlu’nun 1 Mayıs’ta AKP’yi cinayetle suçlaması, bunun bir örneği. Eğer katil diyeceksen niye ortak bildiri imzalıyorsun, ortak bildiri imzalayacaksan niye katil diyorsun?
Muhalefetin bir diğer sorunu da iktidar olmaya yaklaştıkça (ki bu yalnızca AKP’nin kendi kendini bitirmesi sonucu mecburiyetten olacak), etrafında ikbal kovalayanların birikmeye başlayanların verdiği akıllar. Post-AKP dönemin siyasetsiz bir restorasyon dönemi olacağını kestiren ikbalsever genç danışman namzeti tayfa, yüzlerini CHP’ye dönerek dört bir koldan ‘ılımlı siyaset’in faydaları konusunda vaaz veriyor. ‘AKP’nin oyununa gelmemek’ olarak makyajlanmış bir siyasetsizlik propagandası var. Çünkü önümüzdeki dönem bir ittifaklar-koalisyonlar devri olacak ve ortalık yarıştaki her ata oynamak isteyen ‘siyaset bilimi PhD candidate’dan geçilmiyor.
CHP’nin son 20 senede ‘ılımlı siyaset’le kaç seçim kaybettiği malumsa da bu deli saçması tez bir şekilde sık sık karşımıza çıkarılıyor; en çok da İmamoğlu’nun 2019 seçimini kazanması üzerinden. İmamoğlu’nun neden seçimi kazandığıyla ilgili tek bir faktör öne sürmek imkansız; Kürt seçmenin desteği (ki kuşkusuz bu destek de ‘AKP’nin oyununa gelmeme’ kafasından uzak durarak sağlanabildi), Fatih ve Esenyurt gibi ilçelerde yerel halkın Suriyeli nüfustan dolayı iktidara kızgın olması, seçim iptalinin yarattığı tepki gibi konjonktürel nedenler de var.
Dahası İmamoğlu’nun kampanyası, ‘ılımlı’ olarak nitelendirebileceği kadar ‘meydan okuyan’ bir kampanya olarak da nitelendirilebilir ve kazanmasının nedeninin Erdoğan’a açıktan meydan okuması olduğu da iddia edilebilir. Özellikle CHP’nin kendi çizgisinin dışına nasıl olduysa çıkıp yaptığı ‘128 Milyar Nerede?’ kampanyasının aldığı olumlu tepkileri düşündüğümüzde, hiç de mantıksız bir hipotez değil.
Ancak Türkiye’de sandık çıkış anketi olmadığı için kesin bir şey iddia etmek zor. Lâkin bu, Neo-Özalcı danışman adayı takımının daktilolarına yüklenmesine engel değil kuşkusuz. Zira önümüzdeki dönem, Neo-Özalist, ortayolcu mini çakalların Ankara’da epeyce ekmek kovalayacağı bir dönem olacak, hele ki AKP döneminde sırf bu iş için yaratılan yüzlerce kadro yeni bir iktidarın eline geçecekken. “İlk seçimde geliyoruz” diyenlerin bu kadroların kapatılacağına dair henüz hiçbir şey söylememiş olması da ilgi çekici bu arada. Mesela, tüm fanatiklerin istihdam edildiği, troll videosu prodüksiyonundan basın kartlarına kadar her şeye bakan bir ‘Gerçek Bakanlığı’ var, daha “Kapatacağız” diyeni ben duymadım, kulağımdan kaçmadıysa. Netice itibarıyla, bu kadrolara talep olduğunu biliyoruz, arz olmayacağını henüz bilemiyoruz.
Kurumsal muhalefetin işlevsizlikle işbirlikçilik arasında gidip gelen siyasetsiz kafa karışıklığı, her gün beklenmedik, farklı bir toplumsal muhalefet aktörünün sazı eline almasını beraberinde getiriyor. Ülkenin yaşadığı demokrasi ve adalet yoksunluğu, fakirlik, her geçen gün yeni bir sesin çığlığını getiriyor. Bu Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri de olabiliyor, İkizdere köylüleri de, Tekel bayileri de. Nefes alamayan herkes, son nefesini çığlık atmaya kullanıyor artık. Kulak verilmesi gereken de asıl bu çığlıklar, çünkü hesapsız, kitapsız gerçeği söylüyorlar. Asıl soru şu: Öğrenciler üniversitelerini, köylüler derelerini, esnaf ekmek teknesini bu hoyrat ve nobran rejime karşı savunurken muhalefetin Meclis’e o rejimle ortak bildiri imzalamasını kabul etmemiz nasıl beklenebilir?
Toplumsal muhalefetin, hatta toplumun daha önce muhalefet tecrübesi olmayan aktörlerinin mevcut istibdat koşullarında sesini çıkarması kötü bir şey değil elbet. Ancak kötü olan, bu insanların can havliyle çıkardığı sesin bir politikaya dönüşerek bu uyduruk rejimin çöküşünü hızlandıramaması, hatta kurumsal muhalefet eliyle sönümlendirilmesi. Çünkü yıllardır Türkiye’de gençler, kadınlar, köylüler, işçiler ne zaman ses çıkaracak olsa parmağının ucuyla sandığı gösterip, “Oy verin gitsinler” diyen bir kurumsal muhalefet var.
Bu tavır, yalnızca kibir ve terbiyesizlik değil, ayrıca aptallık. Muhalefet ittifakının basiretsiz lider kadroları, arkalarında ciddi bir toplumsal destek olmadan AKP rejiminin enkazını kaldıramayacağını kestiremeyecek bir hâlde. Yalnızca AKP’nin kendi kendine çökecek olması gerçeğine dayalı bir strateji koltuğu verir, iktidarı vermez. AKP gider, AKP’lilik kalır. Muhalefet, geçmişte AKP-MHP’ye oy vermiş, ama bugün artık pişman olan insanlara dinci-şoven şirinliklerle değil; adil ve demokratik bir toplum sözleşmesi projesiyle ulaşabileceğinin de farkında değil.
İşin fenası, böyle bir projesi yok, muhtemelen böyle bir proje hazırlamaya niyeti de yok. Gollum’un (J. R. R. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi’ndeki kurgusal karakteri) yüzüğe yapıştığı gibi, sandığa yapışmış durumda. Bu sandığa taparlık hâlinde de ciddi ve inanılmaz basit hesap hataları var. Bu hataları da başka bir gün konuşuruz.
Ama o zamana kadar, bu ülkenin gelecekteki hasbelkader iktidarına sormaya devam etmek lazım. “Geliyoruz” diyorsunuz, siz gelene kadar ölelim mi, n’apalım? Ne desek sandığı gösteriyorsunuz, sandıktan gayrı demokrasi yok mudur? Eğer şu rejimin kısıtlarında bile Meclis’e tanınmış yetkileri kullanmak için en ufak bir gayret göstermiyorsanız, oraya Meclis Lokantası’nda ucuz çorba içmeye mi gidiyorsunuz? Eğer halkın kendisi söyleyince evini özel timlerin bastığı dertlerini siz o çatıda savunmayacaksanız, Meclis’i bir demokrasi direnişi alanına dönüştürmeyecekseniz, hocam, pardon da siz ne iş yaparsınız?