
DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
“Ah efendim bırak beni
Bir başım var alıp gideyim
Ah efendim hiç anlamadın
Sen kazandın ama ben haklıydım”
Ezginin Günlüğü – Oyun
Bu köşede zaman zaman yazıyorum; parti-devletin aygıtlarının tek kişilik bir hedef kitlesi var. Bu aygıtların ve içindeki kadroların başarısı tek bir kriter üzerinden ölçülüyor; Beyefendi’nin memnun olması. Toplumu, siyaseti, adaleti bunun üzerinden dizayn etmek yetmiyor; gerçekliği de bunun üzerinden eğip bükmeye gayret ediyorlar. Sâkil kalıyor tabii.
Pazartesi günkü Gezi davası sonucunu hepimiz biliyoruz. Gezi’ye katılmış olanların ezici çoğunluğunun adını bile duymadığı, birçoğunun da siyasi olarak farklı görüşlerde olduğu bir grup insan, toplam 5 milyon kişinin katıldığı bir halk hareketinin tertipçisi olarak ağır cezalara çarptırıldı. Hukuk skandalı konusunda sicili bir hâyli kabarık Türkiye için bile ağızları açık bırakacak cinsten bir yargılamayla.
Bu şov davasının sonucunun yarattığı öfkeyi tarif etmek zor; hoyratlığın, nobranlığın, adaletsizlikle ve zâlimlikle birleştiği yerde kelimeler de tükeniyor zira.
Ben bu yazımda meseleyi anlatabileceğim yerden ele alacağım o yüzden. Bu adaletsizliğin yarattığı öfkeyi çığlık atmaktan başka bir yolla anlatabildiğim zaman, onu da anlatırım.
Başta dediğim gibi, parti-devlet için doğru aksiyonun tek bir ölçütü var; Beyefendi’nin tatmin olması. Yargı sistemi için de bu geçerli. Önemli olan adaletin tecelli etmesi değil, varılan yargının malum beden ölçüsüne oturup oturmayacağı.
Pazartesi günü de böyle oldu. Alınan kararı hukuk kuralları içinde almak mümkün olmadığı için, ‘olsa da olmasa da‘ yoluna başvuruldu. Öyle gizli saklı filan da değil, içinde parti üyesinin olduğu bir mahkeme heyetiyle, insanlar kanun dışı delille, evvelden beraat ettiği suçlarla yargılanarak… Bunun beceriksizlik yüzünden böyle olduğunu sanmıyorum; kanunları hoyratça çiğneyip partizanca zorbalık yapmanın alt metin olarak dayattığı ayrı bir ‘meta-hukuk’ var zira; bir ibret aracı olarak ‘Burada adalet yok, burada adalet benim‘ despotluğu.
Pazartesi günkü utanç verici karar, bu minvalde alındı. Herhalde bu kadar seneden sonra “Bu kararın altında imzası olanların vicdanı yok mu?” diye soracak kadar naif kimse kalmamıştır diye tahmin ediyorum. Benim bu yazıda bahsetmek istediğim de bu değil; alınan kararın vicdan sınırlarını aşacağı zaten belliydi, ama akıl sınırlarını geçmemesini bekliyor insan gayri ihtiyâri.
Kendi pozisyonumuzu bir tarafa koyup meseleyi en soğuk biçimde akıl sorunlarıyla değerlendirelim. Bir karar alıyorsunuz, bu kararı alırken fayda-zarar hesabı yapmanız beklenir. Alınan kararın mevcut rejime zararını ayrıca konuşuruz ileride; zira belli ki rejim, kararın Batı’yla ilişkilere zararını mevcut konjonktür içinde eritebileceğine inanıyor. Haklı da olabilir; Batı dünyasının değer siyasetini çoktan auta attığını ve Türkiye’nin, Ukrayna ve Suriye krizlerinde kullanışlı bir aktör olma potansiyelini düşünürsek bu kararı da sindirebilirler duruma göre. Gezi’nin iç siyasette algılanış biçimine göre de bu kararın çok büyük oynamalar yapması pek mümkün değil. Gezi’ye darbe gözüyle bakanlar, zaten ortaya çıkan yargıya ilk günden varmıştı; demokratik bir halk hareketi gözüyle bakanların da, “Meğerse darbe girişimiymiş” diyeceği yok. Çok çok rövanşist fanatiklerin içini soğutur bu karar, onların da AKP kitlesini ne kadar taşıyabildiği ciddi bir soru işareti. Onlar da daha ziyade yukarıdaki ‘ulvî amaca‘ hizmet ediyor gibiler daha çok.
O zaman tekrar o amaca gidelim. Soru şu; alınan karar Beyefendi’nin içini soğuttu mu? Koca bir yargı teşkilatının Osman Kavala’yı ağırlaştırılmış müebbete mahkum edebilmek için Anayasa’nın üstünde tepindiği bu karar, o tek kişilik hedef kitlenin yastığa başını huzurla koymasını sağlayacak mı?
Yazının en tepesine, Ezginin Günlüğü’nün en sevdiğim şarkılarından birinden bir dörtlük koydum, fark ettiyseniz. Pazartesi günü kararı duyduğumdan beri beynimde durup dönüyor zirâ. Bazen öyle olur; bir cümle, bir dize, hatta bir kelime size oturur, yazı yazdırır. Bu sefer de böyle oldu.
Şarkının ‘Ah efendim, hiç anlamadın‘ kısmı aslında nakaratın yalnızca son tekrarında bir kez geçiyor, adeta bir kenar süsü olarak. Ama önemli, çünkü ayrı bir düşünce kapısı açıyor size şarkı giderayak. Gelin düşünelim madem.
Şarkıda hiç anlaşılamayan, ‘Sen kazandın ama ben haklıydım‘ dizesi. Bunca yıl sonra Gezi’ye dönüp bakınca da ‘Ah Beyefendim‘in Gezi’yi hiç anlamadığını görüyoruz son kertede. Açıkçası, anlayamayacağını da…
Gezi ne değildir?
Gezi’nin ne olup ne olmadığı üzerine çok yazıldı, çizildi. Ben de yazdım, çizdim, hatta doktora tezim, Gezi üzerine. Kendi adıma katılımcısı da olduğum bu hareketi, kendi pozisyonumun hassasiyetinin farkında olarak bir adım uzaklaşarak incelemeye çalıştım. Vardığım kimi sonuçlar var, zaman zaman bu yazıların içine sirayet ediyor. Bunların ne olduğu ayrı bir tartışma gerektirir ancak ne olmadığı konusunda çok net bir şey söyleyebilirim; Gezi bir ‘tek adam‘ hareketi değildi, hatta yalnızca bir cenahın hareketi de değildi. Olamazdı da zaten; Bağdat Caddesi’ni de, Okmeydanı’nı da, Lice’yi de aynı anda sokağa dökebilecek bir liderlik mekanizması mevcut değil zira. Zaten Gezi’nin kendi başına bir hareket olarak kısa ömürlü olmasının nedenlerinden ikisi; örgütsüz kitleleri lidersiz bir arada tutmanın neredeyse imkansız oluşu ve katılımcıların kişisel, siyasal ve sınıfsal amaçlarının uzlaşılması güç derecede farklı oluşuydu. Dahası, katılımcıların büyük kısmının hâkim doxanın anti-politik karakteri, yani yurttaşın siyasete katılımının kirli ve uzak durulması gereken bir iş olarak algılanması nedeniyle hareketi kurumsallaştırmaya niyeti olmadı; Gezi bir hareket olarak değil, bir söylem biçimi ve belli-belirsiz bir toplumsal sözleşme taslağı olarak kaldı. Bu hâliyle bile Türkiye için devrim yaratacak kadar güçlüdür lâkin.
İşte Beyefendi’nin hiç anlamadığı, anlayamadığı için çözemediği, çözemediği için de huzur bulamadığı bu aslında. Gezi, öyle birilerinin finansmanıyla, taktik-tâlimat vermesiyle ortaya çıkabilecek bir hareket değildi. Öyle olsaydı, bugüne kadar elli kere ortaya çıkardı zaten. Farklı ve çoğu zaman karşıt aktörlerin ve taleplerin tarihin bir anında, diyalektiğin cilvesi olarak, aynı çizgiye hizâlanmasının sonucuydu. İstanbul’un en beyaz semtinde insanlara ellerinde Atatürk bayrağıyla Lice kalekol protestosu yaptırıp ‘yaşasın halkların kardeşliği‘ sloganı attıran koşullar, bugün hâlâ insanın başını döndürüyor. Bunun planlanmış olması mümkün bile değildi, zira planlasanız bile beceremezsiniz böyle bir şeyi.
Onlarca, belki yüzlerce akademisyenin yıllardır diyalektik üzerinden anlamaya çalıştığımız bir toplumsal hareketi Beyefendi, aynı sürede, kendi başına ve diyalektiğe toptan düşman olarak çözmeye çalışıyor. Vaziyet böyle olunca, olay metafiziğe kaymaya başlıyor; soytarı tayfasının ürettiği deli saçmaları denklemin içine sokuluyor. Geride kalan dokuz sene içinde A Haber’deki maskaralıklar ile dava iddianamesi arasındaki düşünsel ilerleme sıfır. Akılla açıklanamayan hurafeyle açıklanıyor. Aklın kenarda oturduğu düşünsel sürecin adı ister istemez hezeyan oluyor; gerçekle kendi ürettiğin yalan birbirine karışıyor. Baştan kendini koruyacak bir siyasi argüman olarak ortaya salladığın, bütün düşünce yapını esir alıyor, her şeyi onun üzerinden açıklamaya başlıyorsun.
Beyefendi’nin Gezi’yi hiç anlamamasının da tarihselleştirilmesi mümkün. Özelinde Türkiye sağı, genelinde ise sağcılık, lidersiz hareketlerle arası iyi olan bir siyaset çizgisi değil. Dünya tarihinde lidersiz sağ devrim ararsanız illâ bulursunuz belki; ama çalışma prensibi olarak güçlü iktidar etrafında oluşan çıkar ağları şeklinde çalışan bir siyasi hareketin çekirdeğinde olan bir şey de değildir bu. Hele modernleşmesi yarım kalmış Türkiye koşullarında, sol politik örgütlenmelerin bile Tönnies’e atıfla Gesellschaft’tan (topluluk) çok Gemeinschaft (cemaat) olduğu bir bağlamda, sağcılığın parapolitik tarikatlar üretmesinin şaşılacak tarafı yok. Gücetaparlık, sinsi bir çıkarcılıkla beraber Türkiye sağının her daim merkezinde oldu; mevcut parti-devlet için ise ancak bunun şahikası olduğu söylenebilir. Dolayısıyla Beyefendi’nin ne geldiği siyasi harekette, ne kendi yarattığında, ne de siyasi düşünce evreninde lidersizlik var. O çok övülen ‘AKP’nin ilk dönemi‘nde olduğu belki söylenebilir ama bunun nasıl bir şiddetli alerji ve bünye uyuşmazlığı yarattığını, bugün partinin kurucular kurulu listesinin kuşa çevrilmiş olmasından anlayabilirsiniz. Kendi kısa yarı-demokratik geçmişini bile, yalnızca tek kişi kalana kadar tahrif etmeye programlı bir hareketten bahsediyoruz.
Velhasıl-ı kelâm, kitlesi tepeden bir parmak şıklatmayla Tan baskınlarına, 6-7 Eylüllere, Maraşlara, Sivaslara katılmış iki siyasi hareketin toksik birlikteliğinin Gezi’yi kendisine açıklamasına imkân yok. ‘Nasıl olur, illâ vardır tasmalarını bir tutan‘ düşüncesinden çıkmaya hafsala yetmiyor zira. Yıllar önce demiştim, hâlâ diyorum; “AKP’nin kendi Gezi’si olamaz”. Eski dostları Fethullahçıların darbe girişimi sonrası, yani demokratik bir tezahür için şartların en olgun ve meşru olduğu bir dönemde bile kitleler sokağa bir kişinin ağzına bakarak çıktı, evine de o ağza baka baka geri döndü. Söylemini bir kişinin belirlediği bir toplumsal hareket, bir kişiden ibarettir. Ne zaman Gezi mevzu olsa, o tek kişilik yalnızlığın, yenilmişliğin yaşanmasının nedeni bu.
Kavala ve diğerleri hapse girdi diye bu yenilmişliğin sağaltılabileceğini sanıyorlarsa baştan söyleyeyim çok yanılıyorlar. Gezi, bu ülkenin demokratik talep üretebilme kapasitesinin zirvesiydi. Son derece ironik olarak, belki de bu yüzden uzun ömürlü olamadı. Zira bizim kurumsal siyasetimiz, böyle bir talep üretemeyecek kadar ülkenin hâkim kodlarına meftun, toplumumuz ise o gün yaptığını tekrar edemeyecek kadar siyasete mesafeli, örgütsüz ve yılgın. Gezi’den bir önceki çok paydalı toplumsal sözleşme talebinin 1908 Devrimi olduğunu söylemek mümkün, yani yüz yılda bir olan bir olaydan bahsediyoruz istatistiksel olarak. Ama Türkiye’nin çoğu zaman azımsanan bir demokrasi geleneği var, öyle ya da böyle, Gezi’nin yarattığı söylem de demokrasinin tüm az gelişmişliğine ve çarpıklığına rağmen, şaşılacak derecede direngen olmasından geliyor.
Türkiye, Gezi’yle gurur duymalı. Çünkü Gezi’de biz birbirimizle konuşabildik, bir arada durmayı -kısa bir süre ve zorla da olsa- başarabildik. Çoğumuz için Gezi’nin hayatımızın en güzel günleri olmasının nedeni de bu. Namaz kılanla içki içenin, lubunyayla tribüncünün, en beyaz Türk ile en mazlum Kürdün tarihin bir anında aynı ülkenin eşit yurttaşı olma talebi ve umuduydu Gezi. Romantize edilmesine her daim karşı çıktım ama en materyalist bakışla bile göz kamaştırıcı bir istisnadan bahsediyoruz.
Beyefendi belki Gezi’nin ne olduğunu anlamıyor ama Gezi’yle bu şekilde başedemeyeceğini biliyor aslında. Yıllardır Gezi’yi diline dolaması, yenikliğinin şiddetinin ilk günden bugüne hiç azalmaması bundan. Kaç yıl oldu Beyefendi kendisini daha az yenik hissetsin diye kazanabileceği oyunlar oynanıyor Türkiye’de. Ama yıllardır her gün yeniliyor. Çünkü biliyor ki o kazandı ama biz haklıydık.