
MURAT SEVİNÇ
Yıllar önce bir 24 Nisan günü asker ocağında öldürülen Sevag Balıkçı’nın babası Garbis Balıkçı, 24 Nisan’da vefat etti. Allah rahmet eylesin. Azîz hatırasına…
Biraz uzunca bir yazı…
Anayasa hukukçusu ve eski AYM üyesi Fazıl Sağlam hoca, 2017 şubatında Mülkiye’deki sempozyumda, Türkiye’de her zaman bir ‘özgürlükçülük oyunu’ oynandığını söylemişti, haklı olarak. Bir ara nefes alır gibi olursun, aldığın nefes göze batar ve hemen tepene çıkarlar. Arka arkaya üç-beş yıl huzur içinde yaşamaya izin verilmez. Belli yurttaş kesimlerineyse o üç beş yıl da haramdır.
Türkiye, temel haklar rejimi askıya alınmış bir ülke, anayasasında yazdığının hilafına laik (seküler) değil. Yıllar içinde özel ve kamusal alanda artan dinsel baskı, idari uygulamalar ve söylemde, hatta mahkeme kararlarında dahi inanca referans verilir hale gelinmesi, dindar olmasa bile öyle görünmek zorunda hisseden siyasetçilerin trajik hali… Evet, özel hayatı şu ya da bu ölçüde etkileyen bir ortam yaratıldı, bir günde değil, yavaş yavaş, adım adım.
Bakmayın İslamcıların özel yaşama müdahale edilmediği yönündeki propagandasına, kamusal alanda o alanın kamusal niteliğini daraltan adımların aynı zamanda özel yaşama da müdahale oluşu bir yana, müdahale olmadığı iddiası büyük ölçüde Türkiye’deki ‘özel hayat’ algısından, onu neredeyse yatak odasından ibaret saymaktan kaynaklanıyor. Doğrudur, bildiğim kadarıyla oraya bir karışma olmadı şu âna dek, buna mukabil örneğin içkiden (ve benzeri tüketim kalemlerinden) alınan çok yüksek vergi yurttaşın özel hayatına, ‘bir yaşam biçimi’ne müdahaledir, örnek çok.
Bir gün iktidar değişirse manzaranın kısmen değişeceğine kuşkum yok; bürokrasideki bir tanışım, bir süredir cuma vakti mescide giden kurum çalışanlarının, herkes fark etsin diye orada bir şey ‘unuttuğunu’ söylemişti ki, bu ‘unutkanlar’ın ibadetinin dinle imanla bir ilgisi olmadığını tahmin edebiliriz. Hal böyleyken, ilerleyen yıllarda bir dönüşüm ve ferahlama olacağını düşünmekle birlikte bu denli uzun süren bir baskı ve rıza üretme sürecinin ardından, başka pek çok gerekçeye ve ayrıca dinî değerlere yaslanan ‘hazzetmediğini yok sayma’ isteğinin kolayca sona ermeyeceğini varsaymak mümkün.
Buranın toprağında adamakıllı bir demokrasinin filizlenememesinin ve muhtemelen daha uzunca bir süre beklendiği ölçüde uç vermeyecek oluşunun başat nedenlerinden biri, ‘düşünce’ üzerindeki baskıdır. Artıp azalan oranda hep vardı, uzun süredir hayli sert İslamcı versiyonunu deneyimliyoruz, neoliberal ve müteahhit kılıklı bir İslamcılık. Laiklik/sekülerlikse düşünce özgürlüğünün ve kuşkusuz temel hak ve özgürlükler rejiminin demokratik kuruluşunun yapı taşlarındandır, bıkmadan yinelemekte yarar var, laik/seküler olmayan bir demokrasi yok yeryüzünde.
Muhatabını yok sayan, aşağılayan, ezmek, fırsatını bulduğunda yok etmek isteyen ve yapabileceği en akla gelmez kötülüklere dahi kendi içinde gerekçe türetebilen bir ideoloji bu. Daha önce de yazmıştım, siyasal İslamcılık eğer bir insan bedenine bürünseydi, öyle Sezai Karakoç, İsmet Özel filan değil, “Aklımı ve kalbimi hep sağ elime verdim, görevi olmasaydı sol elimi keserdim” diyen Necip Fazıl olurdu, tüm insanî/siyasî nitelikleri ve tarihsel serüveniyle. Bu denli etkilenmiş olmaları boşa değil.
İktidar ideolojisi, hazzetmediğiyle birlikte yaşamaktan değil, ona boyun eğdirmekten yana ve bu yolda özellikle dinsel değerler, daha doğrusu ‘bir kesimin bir biçimde tanımladığı dinsel değerler’ son derece etkili bir araç kuşkusuz.
Lafı, bir havayolu şirketinin kimi çalışanlarının ‘özel yaşamlarında’, dindar kesim için önemli bir akşamda içki içerken çektirdiği fotoğrafı sosyal medyada paylaşması ve ardından yaşananlara getirmek istediğim anlaşılmıştır. Şirket (Pegasus) ‘endişeli’ bir açıklama yayınlamış, etik kuruluna havale etmiş, bir çalışanını işten çıkarmış, o kişi ölümle tehdit ediliyormuş, savcılık soruşturma başlatmış vs.
Fotoğrafı sosyal medyada paylaşanın paylaşma şeklinin, o geceye değer veren insanların canını sıkmasında anlaşılmaz bir durum, bir gariplik yok bana kalırsa. O zaman hemen bir iki soru gelsin devamında: Neden insanlar özel hayatlarına (bakın, yine özel hayat!) ilişkin her ‘kare’yi paylaşma gereği duyuyor, nahoş bir tercih değil mi? Peki, bir gün önce onca insana akla fikre sığmaz hapis cezaları verilmişken, nasıl bu kadar şen şakrak olabiliyor bu genç insanlar? Gördünüz mü, demek ki birden çok ‘hassasiyet’ olabilir. Örneğin ben o fotoğrafa bakınca apolitik bir kare görüyorum, nerede yaşadığının, hangi şirkette çalıştığının, ‘Sabancı’ soyadının ne anlama geldiğinin dahi farkında olmayacak kadar apolitik. Peki, biri çıkıp da “Murat sana ne güzel kardeşim, seni ne ilgilendirir” dese, haksız mı? Vallahi haklı, ben kimim ki böyle yargılayabiliyorum hiç tanımadığım insanları, hayırdır bu yetkiyi nereden aldım? Hah işte, hukuk ve anayasal ilkeler burada devreye giriyor ve bunun için gerekli.
Öncelikle, eğer laik/seküler bir ülke olsaydık, yani ciddiye alınan ve toplumun sahip çıktığı bir anayasamız olsaydı, bunların hiçbiri yaşanmayacaktı. Ancak sık yinelediğim gibi, Türkiye Cumhuriyeti laik değil, bakmayın anayasadaki hükümlere. ‘İlk üç madde’ dendiğinde kırmızı görmüş boğa misali ‘kırmızı çizgilerimiz’ diye bağırmaya başlayan muhalif siyasetçilerimizse birkaç muhafazakârın oyunu alma telaşında olduğu için sessiz. Yeri gelmişken, ‘ilk üç madde’ duyarlılığı bizim siyasetçilerin propaganda palavralarındandır ve işin doğrusu Kürt siyaseti olmasa hiçbirinin aklına gelmez, ancak konu bu değil şimdi.
Birkaç gündür, o akşam içki içen ve fotoğrafın üzerine ‘bazı’ dindarları kızdıran bir-iki sözcük yazan havayolu çalışanlarını konuşmamızın nedeni, az gelişmiş bir demokrasi oluşumuz, hukuk devletinden habersizliğimiz, laiklik ilkesini hiçe saymamız ve anayasasında ‘insan haklarına saygılı’ yazan devletin, Mümtaz Soysal hocanın zamanında dediği gibi ‘yolda insan haklarına rastladığında başıyla selam veren’ bir devlet oluşu.
Tekrar tekrar, ısrarla yazmalı bazı konuları: Toplumları bir arada tutan üç başat kural öbeği var: Dinî, toplumsal ve hukuksal kurallar. Üçünün yolu sık kesişir. Örneğin hırsızlık ya da cinayet gibi fiiller, dînen günah, toplumsal normlar bakımından kabul edilemez, hukuksal açıdan suçtur. Demek ki ahlaki kurallar ve dinî esaslarla hukuksal kural ve ilkeler arasında çok önemli bir fark var: Hukuk kurallarının arkasında kamu gücü/devlet bulunur ve bu nedenle yaptırımı hukukîdir.
Laik/seküler hukuk sistemlerinin temel niteliği, devlet kurumlarının referansını herhangi bir inançtan almamasıdır. Yukarıdaki satırla çelişmiyor bu söylediğim, her toplumda ahlakî ve dinî referanslar kuşkusuz çok önemlidir, ancak onların arkasında kamu otoritesi bulunmaz, söylemek istediğim bu. Laik hukuk sisteminde, bir çalışan, herhangi bir inancın esasları gerekçe gösterilerek işten çıkarılamaz ve hakkında soruşturma açılamaz. Örnek olayda, diğer toplumsal normlar devreye girebilir tabii, biri çok ayıplar, biri münasebetsizce bulur, biri çok günah olduğunu düşünür, fakat yaptırım ‘hukuk’ alanına temas ettiği andan itibaren artık laik hukuk kuralları, anayasa, yasalar, ulusal ve uluslararası mahkeme kararları devreye girer.
Düşünce özgürlüğünün her dönem farklı ölçüde ezildiği az gelişmiş bir demokrasi olan Türkiye’de, kamuoyunda ve siyaset esnafı tarafından, insan haklarının başı-sonu biraz karıştırılır doğrusu. İnsan hakları hukuku kuşkusuz her insanın, ancak asıl olarak ezilme ihtimali olanların, bir başka deyişle azınlıktakinin hakkını gözetir. ‘Devlet’e ve ‘çoğunluğa’ karşı. Çoğunluk, adı üzerinde çoğunluktur ve ezilme değil, ezme ihtimali yüksektir. Sıklıkla hatırlatıldığı gibi bu ülke nüfusunun yüzde 95’i Müslüman’sa, örneğin bir inançsızın Müslüman kesime zarar verip onlar üzerinde baskı kurması vb. sizce ihtimal dahilinde mi? Burada genellikle, “O zaman çoğunluğun inancına hakaret etmek serbest mi kardeşim” sorusu yöneltilir. Kuşkusuz değil. Ancak neyin ‘hakaret’ olduğuna karar vermek, lüzumundan fazla hassas insanların toprağı Türkiye’de zannedildiği kadar basit olmadığı gibi, insan hakları hukuku dinlerin değil daha ziyade ‘dindarın’ hakkını gözetir. Onun aşağılanması, ona yönelik nefret dili kullanılması vs. önlenmek istenir. Bir kez daha: İnsan hakları hukuku az olanı çok olana karşı korur. Dolayısıyla, herhangi bir ‘hassasiyet’ söz konusu olduğunda azınlığı gözetmek ve ifade özgürlüğünün alanını olabildiğince genişletmek amaçlanmalı. Hukukun ilgilendiği çerçeveden söz ediyorum, yoksa ‘Biri gidip durup dururken bir diğerinin inancıyla uğraşsın’ değil, söylediğim.
O havayolu çalışanlarına kızan kızar, kınayan kınar, öfkelenen de öfkelenir, ancak bu tepkilerin tümü özel, dinî ve toplumsal normlara ilişkin, hukuk kurallarına değil.
Şimdi bunları bir yana bırakıp tepkinin içeriği, şekli şemaili konusuna geçeyim.
Hiç kimse dindarca yaşamak zorunda olmadığı gibi, bir din ya da herhangi bir dinin dindarına ‘inancı nedeniyle’ saygı duymak zorunda da değil. Demokrasi, herkesin birbirine saygı duyduğu değil, demokratik normlara uyarak diğerine katlandığı rejimin adıdır. Yoksa, örneğin bir dindar bir dinsizin dinsizliğine neden saygı duysun, ya da tam tersi. Bu yazıyı okuyan biri, bana, düşünceme saygı duymak zorunda değil, hatta benden ve satırlarımdan nefret edebilir, ‘nefret dili’ne başvurmadığı sürece hiçbir sakıncası yok. Benim de görmeye dahi tahammül edemediğim, mide bulandırıcı bulduğum insanlar var; mesele, birbirini boğazlamadan yaşamakta ve bunun yolu, ‘sevmek, sevmemek, hoşlanmak, takdir etmek’ vs. gibi öznel değerlere sadakat değil, nesnel, herkes için geçerli/bağlayıcı hukuk kuralarına uyarak yaşamak. Bu bağlamda, kişisel bir haslet gibi görünmekle birlikte ‘hoşgörü’, toplumsal yaşamın demokratik ilkeler uyarınca sürdürülebilmesi için hayati bir değer. Sempatiden çok tahammülü içeren bir hoşgörü.
1924 Anayasası’nın 68’inci maddesi, “Her Türk hür doğar ve hür yaşar” cümlesiyle başlar, üçüncü fıkrasında şöyle devam eder: “Hukuku tabiiyeden olan hürriyetin herkes için hududu başkalarının hudud-u hürriyetidir.” Bugün de yol gösterici bir hüküm. Diyor ki ey ahali senin özgürlüğünün sınırı diğer yurttaşların özgürlüğünün sınırındadır. Ve aslolan özgürlüktür tabii, sınırlama değil.
Bir süredir ‘endişeli muhafazakâr hikâyeleri’ dinliyoruz; bu adlandırmayı, ciddiye alanlar kadar ciddiye almadığımı daha önce yazmıştım. Tam ortasından ikiye böldüğüm yaşamımın bir yarısını, elli küsur yıldır dindar insanlarla geçiriyorum ve dürüst bir yaşam süren, üç beş yerden maaş almayan, yaşamını kayırma ve çıkar ilişkileri üzerine kurmamış orta halli inançlı insanların bir endişe duymadığını gözlemliyorum. Ya da çevremdekilerin tümü şuursuz, bu da ihtimal dahilinde!
Aynı şekilde şu hassasiyetler konusunun da abartıldığını kanısındayım. Benim ve milyonlarca diğer yurttaşın da bazı hassasiyetleri olduğu gerçeği bir yana, dindar kesimin ezici çoğunluğunun, önüne geleni hedef haline getiren sevimsiz azınlıkla aynı endişeleri taşımadığını, hatta onlardan haberdar dahi olmadığını görüyorum.
Yine, çevremdeki dindar insanların bir kez bile, diyelim böyle bir fotoğrafa çileden çıkmayacağını da biliyorum. Başka bir alana girdiğimin farkındayım ama söylemeden geçmem mümkün olmayacak; bizimkilerin, örneğin anne babamın inancı çok sağlamdı, öyle bir sözle, bir fotoğrafla, bir münasebetsizlikle zedelenmeyecek kadar sağlamdı.
İçten bir dindar bazı yurtlarda el kadar çocukların istismar edilmesine tahammül etmez, edemez, hassasiyeti budur. Çıkar gütmeyen bir dindar, şunca yolsuzluk iddiasından rahatsızlık duyar, kamu malına mülküne hassastır. Ya da ‘kul hakkıyla göçüp gitmemek’ şiarıyla yetişmiştir, hak-hukuk gözetir, komşusunu ihbar etmez, bir diğer insanın açlığa mahkûm edilmesine rıza göstermez. Gel gör ki bıyıklı kareli ceketlilerin büyük mahareti, bu zaman zarfında yalnızca kindar değil, aynı zamanda muhbirliğe de pek hevesli (ki eski gelenektir!) bir kuşak yetiştirmek oldu, her öfkelendiğini kurum ve kişilere şikâyet eden ve en vahimi, insanların ekmeğinden edilmesi için çaba harcayan bir güruh çıktı ortaya. Bakın şu son olayda, kimi yazarları, o havayolu çalışanlarının hemen ‘işten atılması’ gerektiğini yazmış, hemen, ilk akıl edebildikleri insanı ‘ekmeksiz’ bırakmak oluyor. Ah zavallılar. Kendilerine benzemeyeni yok etmek, hapse attırmak, aç bırakmak isteyen herifler, ardından ortaya dökülüp hassasiyetlerden söz edebiliyor, yüzleri bir an olsun kızarmadan. Üç-beş yerden maaş almayı olağan karşılayan, yüz binlerce lira kazananları işitince sessizliğe bürünenler ele güne manevi değerlerden söz edecek, öyle mi, bak sen! Herkes, hassasiyet ile hassasiyet süsü verilmiş kibir ve diz çöktürme hevesi arasındaki farkı görür, görüyor.
İşin matrak yanı, bu ideolojinin mensuplarının geçmişten bugüne sade suya tirit düşünce yaşamlarında, Batı değerlerinin kendilerini bozacağı, zarar vereceği kaygısını dile getirmesi. Güler misin ağlar mısın, bırak batıyı, kuzeyi güneyi doğusu, hepsi bir araya gelse bozma ihtimali var mı, mümkün mü böyle bir şey, nasıl boş bir kaygı bu!
İyi bayramlar dilerim…
Mutlaka edinmeniz gereken kitap önerisi

2020’de 100 hekim birlikte Covid-19 nedeniyle hayatını kaybeden sağlık çalışanlarının çocuklarının eğitiminde kullanılmak üzere KAHEV (Kadın Hekimler Eğitime Destek Vakfı) tarafından oluşturulan ‘Emanetiniz Emanetimizdir’ burs fonuna katkı sağlamak amacıyla ‘100 doktor 100 tarif’ kitap projesini hayata geçirmişti. Şimdi, bu çabanın ikinci şahane ürünü çıktı. ‘100 doktor 100 rota’. (Caretta, Editörler: Neşe Çam-Murat Çam) Hekimler, gezilerini anlatıyor. Yaşamını yitiren sağlık çalışanlarının çocuklarının eğitimine katkı sunmak ve çok güzel/renkli gezi anıları okumak isteyenlere, hararetle önerilir.