DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Türkiye siyasetine dair son birkaç haftadaki en çarpıcı gelişme, bu köşede sıklıkla eleştirdiğim ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun eylem tarzını ciddi bir şekilde değiştirerek, şimdiye dek olmadığı kadar direkt ve açık şekilde AKP’yi ve Erdoğan’ı zaten iyice yaslandıkları duvara sıkıştırmaya başlaması oldu. Bu ani sayılabilecek değişimi anlayabilmek ve devamını tahmin edebilmek, bir lider olarak Kılıçdaroğlu ve partisi CHP hakkında girift bir analiz gerektiriyor. Bu yazının amacı budur.
Öncelikle CHP’den başlayalım. CHP kendini tanımlarken sıklıkla 1923’ten bu yana gelen bir devamlılık anlatısına başvuruyor, yani Atatürk’ün partisi olarak kurulan ve o günden bu yana aynı izleği hiç şaşmadan takip etmiş bir parti. Halbuki CHP’lilerin samimi olarak inandığı bu anlatı, somut delillerden çok bir inanca dayanıyor ve partiyi fazlasıyla tek boyutlu bir düzleme itiyor. İşin ilginci, CHP’lilerin tekrar etmekten çok zevk aldığı bu ‘yüz yıldır hiç değişmeyen parti‘ anlatısı, yıllarca Erdoğan’ın suyu ekmeği oldu. Gerek özellikle kuruluş döneminde CHP’nin hantal ve devletperver yapısını eleştirerek kendi İslamcı tabanının ötesine ulaşmayı başarması, gerekse sıkıştığı an CHP’nin tarihinden özeleştirisi yapılmamış bir döneme bel altı vuruşlar yapması, AKP’ye ve liderine yıllarca siyasi ve psikolojik üstünlük devşirdi. CHP, siyaset üreterek geçirmesi gereken bir yirmi yılı, ondan önceki seksen yılın yükünü sırtında taşıyarak geçirmek zorunda kaldı.
Oysa CHP’lilerin çok sevdiği, AKP’lilerin onlardan bile çok bayıldığı bu ‘yüz yıllık parti‘ anlatısı, gerçeklerle uyuşmuyor. Şu anki CHP, yalnızca Atatürk’ün ‘fırka‘sının devamı değil, dört başka kaynağın da devamı; İsmet İnönü’nün CHP’si, Ecevit’in CHP’si, Erdal İnönü’nün SHP’si ve Baykal’ın CHP’si. CHP’nin bu dört farklı yapıyı aynı şeymiş gibi kabul etmekten kaynaklı bir kimlik sorunu var. Parti ve lideri, kendi itikadı gereği Atatürk’ün partisinin devamı olma iddiasında bulunuyor, ancak aradaki yüz yılın getirdiği farklı siyasi koşullar nedeniyle bunun imkansızlığına her çarptığında, aradaki boşlukları diğer dönemlere başvurarak ikâme ediyor. Dahası, neyin hangi döneme ait olduğu da tam net anlaşılıyor değil. CHP’lilerin Atatürk’ün, İnönü’nün ya da Ecevit’in CHP’sine referansla savundukları çoğu argüman, aslında Baykal’ın, Ecevit ve Erdal İnönü’yü ekarte ederek, merkez solun liderliğini ele geçirmek için boştaki tabelasını kullandığı CHP’ye ait. CHP’nin son on yıldaki en temel sorununu, tek bir cümleyle ifade etmek gerekirse; Atatürk’ün CHP’sinin devamı olabilmek uğruna Erdal İnönü’nün SHP’sinin devamı olmaktan vazgeçip, sonunda ancak ve yine Baykal’ın CHP’sinin devamı olabiliyor.
Baykal’ın en büyük siyasi günahı olarak 2002’de Erdoğan’ı milletvekilliğine taşıyan Anayasa değişikliğine onay vermesi gösteriliyor sıklıkla. Oysa demokratik ve anayasal teamüllerle rahatlıkla açıklanabilecek bu hareketin yerine, 1992 yılında Baykal’ın siyasi hırslarıyla, boşta duran parti tabelasını zimmetine geçirerek, CHP ismini siyasetsiz bir merkez koalisyon olarak yeniden yaratması oldu. CHP adının tarihsel çekim gücü, 1970’lerden itibaren gelen sosyal demokrasi deneyiminin çöpe atılmasına neden oldu ve ideolojik olarak sol değerlere değil, katı ve militarist bir sekülerliğe dayanan, sahada ise dibine kadar oportünist ve reelpolitikçi yapıyı doğurdu; demokratik sol prensipler dahilinde temas ettiği akımları dışlayıp; onun yerine eski Adalet Partilileri, ANAP’lıları, Refah Partilileri, hatta AKP’lileri bile içine alan siyasetsiz ve ilkesiz o yapıyı… CHP geleneğinin tarihinde belki ilk kez gerçekten sosyal demokrat sayılabileceği SHP deneyimi ise adeta hiç var olmamış kabul edildi.
CHP’nin yıllardır AKP’nin başarısına da en çok hizmet eden, en hayati hatası, kendisini Atatürk’ün, Ecevit’in partisi zannederken, her seferinde Baykal’ın partisi olması. Baykal’ın siyasi hareket içindeki rakipleri Ecevit ve Erdal İnönü’den aldığı en büyük intikam, birinin ortanın solu, diğerinin sosyal demokrasi projelerini CHP’nin tarihinden silmesi oldu. Kılıçdaroğlu liderliği hem bilinçli hem de içgüdüsel olarak bu hatanın kemikleşmesine neden oldu. Bilinçli olarak diyorum zira Kılıçdaroğlu yönetiminde CHP, reelpolitik ittifakları, yani parmak hesaplarını hep siyaset üretmenin önüne koydu. İçgüdüsel diyorum, çünkü Kılıçdaroğlu’nun birazdan detaylandıracağım devletperverliği, Baykal’ın yeniden yarattığı CHP’nin ideolojisine fazlasıyla uyumluydu. Netice itibarıyla Erdoğan ve AKP, Gezi’den beri içinde bulunduğu gizli yenilgi hâlini, Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin zaaflarını kullanmak suretiyle gerçek bir yenilgiye dönüşmekten korudu.
Kılıçdaroğlu’nun liderliği
Şimdi dilerseniz Kılıçdaroğlu’nu bir politikacı olarak daha derinlemesine inceleyelim. Aslında Kemal Kılıçdaroğlu’nu 2010 yılında sürpriz bir şekilde ana muhalefet liderliğine taşıyan skandal, CHP için Baykal döneminden bir kopuş fırsatı olabilirdi pekâlâ. Ancak meseleye diyalektik bir perspektiften bakıldığında, CHP’nin o tarihte henüz öyle bir sert değişime müsait olmadığı görülebilir. Partinin devletperverliğe gömüldüğü ve AKP iktidarına karşı tek siyasi referans noktasının henüz tasfiye edilmemiş sivil ve askeri bürokrasi olduğu bu dönemde, parti liderliğinin tüm hayatını devlete hizmete adamış Kılıçdaroğlu’na verilmesi, hayatının doğal akışının bir parçasıydı. Şöyle bir varsayımsal tarih oyunu oynayalım; kaset skandalı olmayıp, Baykal 2013 Haziran’ında hâlâ partinin başkanı olsaydı, acaba Gezi, CHP’yi nasıl etkilerdi? Belki de parti sert bir kırılmayla sosyal demokrat bir çizgiye yönelebilirdi. Bu tabii ki bir varsayım, ancak Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin tükenmekte olan yenik devletperverliğine yaptığı restorasyonun, partinin toplumsal muhalefetin 2013’te geldiği çizgiye ancak 2019 yerel seçimlerinde gelebilmesinin bir nedeni olduğu kesin.
Kılıçdaroğlu’nun liderliği, hep bürokratlığıyla şekillendi. Devlete hizmetle geçmiş bir hayat, ironik bir şekilde devletin el ve biçim değiştirdiği bir dönemde onu devlete karşı durmak zorunluluğu gibi bir rolle karşı karşıya getirdi. Kılıçdaroğlu’nun kendi habitusu, daha kolay anlaşılması için buna ‘iç pusula‘ da diyebiliriz, onu bu rolü oynamaktan hep alıkoydu. AKP’nin ve Erdoğan’ın devlet kartını sendelediği anlarda doğru oynaması, Kılıçdaroğlu’nu istemsiz bir koltuk değneği rolüne soktu, hem de defalarca. AKP’nin iktidar tarihindeki kilit anlarda, CHP’nin akıl almaz politik pozisyonların rol oynadığını görüyoruz. AKP’nin asıl etkisini Haziran 2015’te gösteren Gezi’deki gizli yenilgisini, kendisini militarist ve milliyetçi bir parti-devlet olarak yeniden tarifleyerek kapatması, Kılıçdaroğlu’nun devletperverliğinin AKP’ye aktif olarak hizmet ettiği bir döneme girilmesine neden oldu. AKP’nin devletleşmesi ve hükümet-devlet ikiliğinin tamamen ortadan kalkması, devletperver CHP için de, kariyer bürokratı Kılıçdaroğlu için de hazır olmadıkları bir gelişme oldu. Tüm varlık sebeplerini üzerlerine kurdukları devlet, artık siyasi hasımlarının malıydı, hatta siyasi hasımlarının kendisi devletti artık. Abdi Ağa, hükümet olmuştu ama Kılıçdaroğlu, İnce Memed olamadı.
Meclis’te HDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırıldığı Mayıs 2016 tarihi, CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun AKP parti-devletine hizmet ettiği kısa ama kritik dönemin başlangıcı oldu. Bu hizmetin ne kadarının ana muhalefetin devletperver içgüdülerinden, ne kadarının AKP’yle yapılan reelpolitik pazarlıklardan kaynaklı olduğunu bilemiyoruz. Zira CHP liderliği bugüne kadar o günlere ilişkin sorulardan hep kaçtı. Mesela oylama döneminde, Kılıçdaroğlu’nun danışmanı Ekrem Kerem Oktay’ın bir gece kendisine ait ‘Lokal 71‘ isimli mekânda AKP’li Egemen Bağış ve günümüzün Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ü neden ağırladığını, görüşme öncesi korumaların neden görüntü alınmaması için önlem aldığını bilmiyoruz. Kılıçdaroğlu, o gece ne konuşulduğunu hiç anlatmadı, işin ilginci pek soran da olmadı. Dokunulmazlık oylamasına dair tek bildiğimiz, ana muhalefet partisi liderinin, milletvekillerinin pek çoğunun itirazına rağmen ‘Anayasa’ya aykırı ama evet‘ tutumunda ısrar ettiği, hatta HDP’nin Anayasa Mahkemesi’ne yapacağı başvuruya destek verecek CHP milletvekillerini partiden atmakla tehdit ettiği… Belki bir gün, neden AKP’nin ömrünü uzatacak bu hamleye bu kadar iştahla destek verdiğini anlatır.
Dokunulmazlık oylamasındaki AKP-Kılıçdaroğlu işbirliğini, 15 Temmuz sonrasında Erdoğan’ın Yenikapı’da rejim değişikliğini ilân ettiği miting sahnesinde ‘katı seküler‘ CHP’nin başkanının Diyanet İşleri başkanıyla beraber herhalde Atatürk’ün cumhuriyetine Fatiha okuması ve AKP icazetiyle yapılan, sahneden AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne teşekkür edilen Taksim mitingi izledi. Sonrasında ise CHP’nin uzun süre adeta bir noter gibi onayladığı savaş tezkereleri, 2017-18 yıllarında rejim değişikliğinin resmileştiği iki seçimde yaşanan usulsüzlüklere karşı tabanın verdiği tepkiye bizzat Kılıçdaroğlu’nun yaptırdığı fren geldi…
Peki 2016-2018 arasında CHP liderliğinin, tabanının isteklerine karşı gelerek, açıktan AKP’nin koltuk değneğine dönüştüğü, parti-devlet/başkanlık rejiminin taşlarını döşeyen bu kritik dönemden buraya, yine üç yıl gibi kısa bir sürede nasıl geldik? O Kılıçdaroğlu, şimdiki Kılıçdaroğlu’na nasıl dönüştü? Ya da dönüştü mü?
İmamoğlu’nun etkisi
Şu andaki Kılıçdaroğlu’nun açıklamak için birkaç neden var. Birincisi, 2019 İstanbul yerel seçimleri, hem Erdoğan, hem Kılıçdaroğlu için önceden hesap edilemeyecek sonuçlar ortaya çıkardı. İstanbul’un en köşede kalmış ilçelerinden birinin belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nun, üç ayda Türkiye’deki en etkili siyasi figüre dönüşebileceği öngörülebilir bir durum değil. İmamoğlu, akıllı bir siyaset güderek kendisini CHP liderliğinin uzağında konumladı, seçimde de sırtını partiye ve liderliğine değil, Gezi’de spontane olarak ortaya çıkmış taban ortaklaşmalarına dayadı. Özellikle iki seçim arasında, İmamoğlu adeta bir bağımsız ortak aday gibi hareket etti (bir bakıma 2014’te yapılması gerekeni yaptı) ve umulanın çok üstünde başarılı oldu. Benim anladığım, Kılıçdaroğlu’nun İmamoğlu’ndan, tıpkı Canan Kaftancıoğlu gibi liderinin sözünden asla çıkmayan, kariyerini parti liderine yaslamış, ama toplumun muhalefet beklentisine de en azından görüntü olarak cevap veren biri olmasını beklediği.
Oysa İmamoğlu, kendi siyasi projesini yaratmaya niyetli olduğunu 2019’dan beri sık sık belli ediyor. İstanbul şehremini, son üç yılda hemen hemen her Cumhurbaşkanlığı anketinde hem Erdoğan’dan hem de Kılıçdaroğlu’ndan daha popüler, bunun nedeni tamamen kendini siyasi olarak konumladığı yer ve CHP söylemlerinin dışına çıkmaktan korkmayan söylem. Kılıçdaroğlu’nun son ve ani strateji değişikliğinin, İmamoğlu’nun 16 Ekim’de adeta ‘bu partide Kürtlerden destek alabilecek tek lider benim‘ mesajı vermek için yaptığı Diyarbakır ziyaretinden hemen sonra geldiğini not etmek gerekir.
Ben kendi adıma, İmamoğlu’nun yine de önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olmak istediğini sanmıyorum. CHP yönetimi, iktidarda AKP’nin bıraktığı büyük enkazla boğuşurken, İmamoğlu, iktidar kösteğinin de ortadan kalktığı İstanbul’da aklındaki her projeyi gerçekleştirme imkânı bulacak. 2024’te belediye meclisinin de CHP çoğunluğuna geçeceği varsayılırsa, İmamoğlu’nun bir dönem daha başkanlıkta kalıp, 2027-2028 gibi Cumhurbaşkanlığına soyunması çok daha büyük ihtimal. Yaşı da buna müsait. Ancak yine de o zamana kadar Türkiye’nin en umut vaat eden siyasi figürü olarak kalmak istiyor ve Kılıçdaroğlu’nun olası cumhurbaşkanlığı sırasında zaman zaman partisiyle zıtlaşmaktan kaçınmayacağını göreceğiz. İmamoğlu’nun Türkiye siyasetine şu anki en büyük etkisi ise Kılıçdaroğlu’nu strateji değişikliğine itmek oldu. Aylar önce, “AKP, kimden en çok korkuyorsa muhalefetin adayı o olur” demiştim, Kılıçdaroğlu ve ekibi bunu anlamışa benziyor ki, AKP’yi gerçekten iplere yaslamaya karar verdiler.
Bunun dışında, AKP parti-devletinin meşru devlet sınırlarını tamamen çiğnemiş olması da Kılıçdaroğlu’nun devletperver paradigmasında bir kırılma yaşatmış olabilir. AKP gayrimeşrulukta çıtayı o kadar yukarı taşıdı ki, Türk devletinin alışılagelmiş keyfiliği dahilinde açıklanabilecek uygulamalar bile çoktan geride kaldı. CHP’nin siyasi felcinin en büyük nedenlerinden olan hükümet-devlet ayrılığı yanılsaması, artık devlete tapan ulusalcılar haricinde kimseyi ikna etmiyor (aslında onları da etmiyor, yalnızca faşizmi her şeyden çok seviyorlar). Dolayısıyla Kılıçdaroğlu için de ‘deniz bitmiş‘ olabilir.
Strateji değişikliğinin bir diğer sebebi ise geçmişte sıklıkla gördüğümüz gibi, CHP liderliğinin bir siyasal iletişim ekibi oluşturup, aslında pek de içine sinmeyen politik söylemlere, içine yoğurt çalınmış göle ‘ya tutarsa‘ diye dalar gibi atlaması olabilir. Altan Sancar’ın birkaç gün önce Diken’de çıkan özel haberi, CHP Genel Merkezinin 13. katında bu iş için bir ekip oluşturulduğunu yazıyor. Ekipte kimlerin olduğunu bilmiyorum, ama tahmin ettiğim gibi ‘Her şey çok güzel olacak‘ kampanyasını yaptığını iddia eden ama gerçekte ‘Ekmel için Ekmeleddin‘i yaratan reklamcı arkadaşlarla yapılıyorsa bu iş, eyvah ki eyvah, CHP yine ‘Selim Türkhan’dan oy almak‘ gibisinden abuklamaların ardından koşacak demektir! Eğer Kılıçdaroğlu’nun yeni, agresif politikası böyle bir imaj çalışmasının ürünüyse, kendisinin orta vadede sürekli ‘aman ağzımızın tadı kaçmasın‘ diyen emekli devlet memuruna geri dönüşeceğini tahmin edebiliriz.
Diğer taraftan, 13. Cumhurbaşkanı Kılıçdaroğlu’nun aslına rücû etmesi, hayatın doğal akışında büyük kırılmalar yaratır mı, onu da konuşmak gerekir. Kısa cevap; bence yaratmaz. Uzun cevap ise şöyle: CHP’nin kendisini angaje ettiği ittifaklar, onu istese de istemese de -ki bence istiyor- restorasyoncu bir çizgiye getiriyor. AKP sonrası dönemde göreceğimiz siyaset, muhtemelen 1990’ların paradigmasına geri dönmeyi amaçlayan bir ‘make Turkey eh işte again’ siyaseti olacak. CHP bundan fazlasını istese dahi, ayağına bağlı Millet İttifakı prangası, daha fazlasına müsaade etmeyecektir ki istediği de meçhul.
Kılıçdaroğlu’nun devletperver ortayolculuğu, devletin post-12 Eylül dönemdeki sermaye-bürokrasi konsensüs ayarlarına geri dönüşte ‘egemen blok‘un işine yarayacaktır. Bu bağlamda, Kılıçdaroğlu’nun adaylığına sermayeden destek gelmesi beklenebilir. Böyle bir destek, ‘helalleşme‘ döneminde zülf-ü yâre ne kadar dokunulacağı konusunda sermayenin pazarlık gücünü de arttıracaktır. Zira biliyoruz ki, o en dramatik 10 Kasım reklamlarını yaptıran pek seküler holdinglerimizin de normal koşullarda AKP’nin suç dosyalarında ismi geçiyor olacak. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu, kurucu değil restorasyoncu hükümet isteyenlerin öncelikli tercihi olur ki AKP içinden bazılarının da buna katılacağından eminim. Öte yandan AKP’siz bir ortamda bu restorasyon girişimi, yine orta vadede sol politikaların ve yeni siyasi hareketlerin önünü açabilir (tabii bu siyasi hareketlerin ufkunun, şu anki üçüncü ittifak tartışmalarındaki gibi dar olmaması gerekir).
Bağlamak gerekirse Kılıçdaroğlu’nun şu anki politikası, Erdoğan devrinin kapanması açısından olumlu ve gerekli; zira Türkiye’de seçim kaybetmek için en önemli koşul, halkın sizin kaybedeceğinize inanması. Türkiye’de demokrasi seçim sandığına sıkıştırıldığı için, ülke seçmeni, dört yılda bir kendisine verilen söz söyleme hakkını ağır bir ceza kesmek için kullanabiliyor, özellikle de ceza kesilecek olan iktidar yerden kalkamayacak gibiyse. Kılıçdaroğlu, şu an halkı AKP döneminin bittiğine inandırmaya çalışıyor, eğer ‘bunlar bir şekilde yine kazanır‘ düşüncesini seçmenden silebilirse, seçimi umduğundan da büyük farkla galip bitirir, İmamoğlu’nun haziran seçiminde yaptığı farkın sebeplerinden biri buydu. Şu anda izlediği strateji doğru, ancak kazandıktan sonra bu kendi tâbına mâni politikayı izlemeye devam edebileceği çok şüpheli. Kılıçdaroğlu’ndan İnce Memed olmasını bekliyorsanız çok yanılabilirsiniz, hele ki siyaset içi ve dışı müttefiklerinin baskısı üzerindeyken…