HANNE TÜRKER
Gezi olayları başladığında muhafazakar bir ailede büyümüş, ülkeyi ailesinden hep farklı gören, ancak yatılı okuyabildiği için siyasi tercihlerine göre hareket etme özgürlüğüne sahip olabilmiş, daha önce de birçok eyleme katılmış başörtülü bir lise öğrencisiydim. Orada bulunan insanların polis şiddetine maruz kalması ve iktidarın başta sessizce, sonradan ise açık biçimde bu polis şiddetini desteklemesi ve körüklemesini kaldıramayarak oraya gittim.
Heyecanlı veya romantik değildim. İleride kendi hakkımızı savunmamış biri olarak geçmişe bakmayayım diye Gezi Parkı’nda bulunuyordum. O zaman da biliyordum, şimdi de biliyorum: Türkiye’de ve dünyada sokağa çıkan, herhangi bir şekilde örgütlenen insanlar bunu romantik oldukları için yapmıyor. Sırf üstüne üniforma geçirdiği için aslında kendisi gibi insanları yerlerde sürükleyen kişilere karşı durmak romantik değil. İnsanların coplanması, güpegündüz şiddet görmesi, onurunun çiğnenmesi, ölmesi romantik değil.
Gezi’yi anımsadığıda birçok insan, tüm kimliklerin bir araya gelerek zorba bir iktidara karşı sesini yükselttiğini paylaşıyor. Açıkçası o gün ben tümüyle böyle hissetmemiştim. Etrafımda benim gibi başka insanlar da var mı diye meraklanmıştım. Kaç kişi ailesinden habersiz burada bulunuyor? Kaçı Hüseyin Ağa Camii’ne yakın olayım da namazı kılarım diye düşünüyor?
Tabii ki bütün düşündüklerim bunlar değildi ve benim gibi olmayan insanlarla benzeşiyordum. Ancak Gezi’nin ne olursa olsun o dönemde kimliklerin bir kenara atıldığı ve kusursuz, saf bir direnişi barındıran bir alan olmadığını düşünüyorum. Ancak Gezi’nin, böyle alanlar kurulabileceğini işaret eden bir ilk deneyim olarak değerlendirilebileceğine inanıyorum.
İnsanı en çok sarsan hadise kuşkusuz Berkin Elvan’ın hayatını kaybetmesiydi. Berkin Elvan’ın cenazesinden sonra uzun süre sokağa çıkmadım. Gezi’yle bu yüzden hiç övünmedim, hatta onu hatırlamamaya çalıştım. Uzun süre hiçbir eyleme katılmadım. Birçok 8 Mart’ta otobüs durağından eve geri döndüm. Kişisel olarak büyük bir yıkım ve mağlubiyet hissi mevcuttu.
Bunun üzerine üniversite eğitimimi de bahane ederek kendime maddi anlamda yeterli olacak bir hayat inşa etmeye çalıştım. Bunun için okuduğum bölümü değiştirdim, hukuk fakültesine geçtim. Önce kendime korunaklı bir alan sağlayabilirsem başkalarına bu vasıtayla faydalı olabileceğimi, fakat güvencem olduğu için de zarar görmekten kaçınabileceğimi düşündüm. Bazen de bu kandırmacayı bir kenara attım ve bencilce konforu, kişisel refahı istedim. Bu süreçte biraz da kendi kabuğuma çekilerek kişisel bir mücadele verdim. Başörtümü çıkarma kararı aldım. Kendi mahallemle yüzleştim.
Türkiye’nin Gezi sonrası tarihinde olup bitenlerle kıyaslandığında son derece basit görülebilecek bir sebepten ötürü, yıllar sonra tekrar sokağa çıktım. İktidarın hukuka aykırı şekilde çoklu baroları meydana getirmek istediği sırada, İstanbul Barosu’nun önünde toplanan küçük bir gruptan ibaret avukatların yanına gittim. Bir stajyer avukat olarak “Kendi mesleğimi ilgilendiren bir konu bu, bari bunun için kendi baroma gideyim” düşüncesiyle dışarı çıkmıştım. Hukuk okumanın, hukuk uygulayıcısı olmanın hak arama sürecinde somut olarak etki yaratabilme imkanı sağlayan bir gücü mevcuttu. Fakat uzun süredir içinde bulunduğumuz durumda hiçbir temel hukuk ilkesinin gözetilmediğini ve kolaylıkla bunun dışına çıkılabildiğine sayısız kere şahit olduk.
Bu süreçte hukuk mekanizmalarını işletmek kadar vatandaş sıfatıyla bir araya gelerek alanda hak aramanın da bir o kadar gerekli oluğunu bir kez daha anladım. Bir süre sonra Boğaziçi ve diğer üniversite öğrencilerinin eylemlerinde hukuka aykırı şekilde ve işkence uygulanarak yapılan gözaltılar başladı. Eylemler devam ettiği sürece birkaç kez adliyeye öğrencilere destek vermek amacıyla gittim. Ve nihayet bu yıl 8 Mart’ta Beyoğlu’ndaydım.
Günümüz Türkiye’sinde her ne kadar toplumsal muhalefet örgütlenmekte büyük problemler yaşasa da kadın hareketinin ve öğrenci hareketinin karşımızda bulunan zorba iktidara göre en doğru, en kusursuz pozisyonu aldığı başkalarınca da fark edilen bir gerçek. Zira bu hareketlerin hiçbiri siyasi, etnik veya dini bir kimliği barındırmıyor. Sadece hak temelli oluşmuş hareketler. Ancak hem kadın hareketinin sesini yükseltmesi doğal olarak cinsel kimliğe dayalı tartışmalar açarken, hem de Boğaziçi eylemlerinde LGBTİ + haklarının yüksek sesle dile getirilmesi bu mücadelenin çok taraflı şekilde sürdürülebileceğini gösteriyor. Çünkü her iki hareketin de söylemleri kimlik tartışmalarına yol açsa da bu hareketlerin aslında sadece hak temelli hareketler oluşuna halel gelmiyor.
Yani iktidar ve destekçileri her ne kadar hem Boğaziçi eylemlerinde hem de 8 Mart’ta LGBTİ+ varlığını kullanarak toplumda bir irkilme yaratmayı amaçlamış olsa da o eylemler hiçbir zaman iktidarın istediği şekilde anılmayacak. Toplum iktidarın istediği gibi sudan sebeplerle irkilmeyecek. Çünkü bu eylemlere katılan insanlara baktığımda, lisedeki halime dair en başta çizdiğim profilden birçok kişiye rastlıyorum. Gezi’ye katıldığım zaman etraftaki kalabalığa dair sorduğum sorulara artık cevap alabiliyorum.
Esasen bu nedenle Gezi’nin ülkede hak arama mücadelesi veren herkes için çok önemli bir deneyim olduğuna inanıyorum. Gezi’de ilk kez gerçekten ne olduğumuzu umursamadan bir araya geldik. Farklı gruplardan insanlardık, bazı gruplardan daha az kişi vardı. Ancak şimdi bunu söylemek mümkün değil. Şimdi her gruptan birbirine yakın sayıda insana rastlıyorum hakkımı aramak için sokağa çıktığımda. Ve gerçekten her gruptan insana rastlıyorum. İktidarın hukuka aykırı eylemlerine karşı direnirken, ilk defa Gezi’de karşılaştı bu toplumun bütün paydaşları, ancak orada olanlar birbirini tanımıyordu. Şimdi ise birbirimizi tanıyoruz. Birbirimize alıştık. Birbirimizden asla çekinmiyoruz. Sadece bu iktidardan irkiliyoruz.
Gezi sonrasında ‘kendi hayatımı kurmak veya kurtarmak’ için sessizce, sokağa çıkmama yönünde bir karar almıştım. Bu kararı sadece benim aldığımı düşünmüyorum. Çünkü Gezi’de çok fazla çocuk öldürdüler. Gencecik insanları öldürdüler. Bunu hazmetmek şimdi dahi hiç kolay değil. Belki kimse korktuğu için evine çekilmemiştir ancak birçok kişi bu kayıpların üzüntüsüyle ne yapacağını bilemez oldu.
Şimdi sokağa çıkacağım zaman Gezi’yi hatırlamıyorum, ancak Gezi’nin bana kazandırdıklarını birçok insan gibi kullanıyorum. Gezi’nin üzerinden yıllar geçti, o geçen yıllarda haklarımız birer birer elimizden alındı, birçok insan polis şiddetine kurban gitti ve biz bu arada iktidarın bize yaptığı saldırılara karşı bir bağışıklık kazandık.
İktidar bu ülkede eyleme giden gençleri ailelerine şikayet etti, iktidar bu ülkede kendisine karşı birleşen insanları birbirine karşı kışkırttı. İktidar bu ülkede en ufak haksızlığa karşı ses çıkaran insanları terörist ilan etti. Artık bu iktidar bize hiçbir şey yapamaz. Yaptıklarına alıştık, yaptıklarıyla hayatta kalabiliyoruz.
Gezi sürecinde başta her şey o kadar güzeldi ve sonunda onurumuz öyle çiğnendi ki artık ondan daha sarsıcı bir deneyim yaşamayacağımızı bilmenin verdiği bir rahatlıkla sokağa çıkıyoruz. Gezi’yi bu yüzden seviyorum. Hem bu toplumun bütün bileşenleriyle ilk orada karşılaştım, hem de bu iktidardan yiyeceğim en sağlam tokadı orada yedim. Bu nedenle artık kaybedecek bir şeyim yok.
Gezi’nin özellikle bu yönüyle günümüzde çok büyük bir etkiye sahip olduğuna inanıyorum. Şimdi baktığımda Gezi’yi bir mağlubiyet hissiyle anmıyorum. O mağlubiyet hissinden bir türlü kurtulamayan, Gezi’deki toplumsal muhalefeti hazmedemeyen, unuttuğumuzda bile bize hatırlatan bir iktidar var.
Gezi uzun bir yolun başlangıcıydı. O günden bugüne çok şey değişti. Üstümüzdeki kasvetli hava bir an olsun dağılmadı, baskı mekanizmaları çeşitlendi, çoğaldı. Belki biraz da bu yüzden bu ülkede onurlu bir yaşam için mücadele etmek bir delilik hali ama biz bundan başka bir yol bilmiyoruz, gidecek başka yerimiz de yok.
O gün Gezi’ye katılan Hanne çok umutluydu geleceğe dair. Şimdi o kadar değil. Fakat yine de güzel yaşamanın mümkün olduğuna inanmak istiyorum. Bunun mümkün olduğuna dair beni umutlandıran şey ise benim de dahil olduğum, artık kaybedecek şeylerin sınırına gelmiş ve güzel yaşamak isteyen bir kalabalığın varlığı.