MURAT SEVİNÇ
Dönemin Ankara valisi Nevzat Tandoğan’ın, gençlere söylediği iddia edilen “Memleket komünist olacaksa onu da biz yaparız” sözü herkesin malumudur. 19 Mayıs 2009’da Radikal’de bu konuda bir yazı kaleme alan İlhan Başgöz, sözün sahibinin Tandoğan değil, 1940’larda Ankara valiliği yapan Avni Doğan olduğunu yazmıştı.
Prof. Başgöz, arkadaşlarla yapılan piknik sonrasında, gece vakti valiliğe davet edildiğini ve yaşadıklarını, hoş üslubuyla şöyle anlatıyordu:
“Saat 10 da vali bey teşrif ettiler. Vali CHP valisi Avni Doğan’dı. Kaşlarını Atatürk’ün kaşları gibi yukarıya kaldırmış, heybetli bir vali. O vakit böyle kaşlar Atatürkçülük işareti idi. Karşısına dizildik. Kız arkadaşlarımız pek tedirgindi. Hepimizi şöyle bir süzdü vali bey. Bizi korkutacak kadar beklediğine inandıktan sonra ‘Siz dün bir Rus şarkısı söylemişsiniz. Doğru mu?’ deyiverdi. Büyük suçumuzu kabullenmemizi istiyordu. Biz hem bu dehşet suçumuzu öğrenerek rahatlamış, hem de yarı gecede bunun için mi çağırıldığımıza hayret etmiştik. ‘Türk şarkıları yok muydu? Siz Türk değil misiniz’ diye bizi bir güzel haşladı Ankara Valisi. ‘Aman vali bey biz Türk halk şarkıları da söyledik, sonra ilkin orkestra başladı, onlar da suçlu olmalı’ filan diyecek olduk. Varak-ı Mihr ü Vefa’yı kim okur kim dinler? Sonra aşağı perdeden nasihata geçti vali bey. Gençmişiz, geleceğimizi düşünmeli imişiz. Bu seferlik bizi affediyormuş. Sonra o meşhur cümleyi patlattı. ‘Bakın çocuklar! Eğer bütün dünya komünist olacaksa Türkiye en son komünist olacaktır. Eğer Türkiye komünist olacaksa onu da biz yaparız size bırakmayız, haydi gidin.’ Ucuz atlattık diye evlerimize döndük. Bir daha da Volga Volga şarkısını ağzımıza almadık.”
İlhan Başgöz’ün yazısının tamamı buradan okuyabilirsiniz. Yazının devamında, aynı sözü Tandoğan’ın da söylediğine ilişkin ‘rivayet’ hakkındaki düşüncelerini aktarıyor. Hazır İlhan Başgöz’den söz etmişken, hikâyesini ve DTCF tasfiyesini anlattığı bir saatlik kaydı da hararetle önererek buraya bırakayım.
İki yüzyıldan uzunca bir süredir, Osmanlı-Cumhuriyet aydınlarının başat endişelerinden biri, devletin hali oldu. Ne yapılıp edilmeli ki devlet kurtulsun? Tanzimatçılar, Genç Türkler, İttihatçılar, Kemalistler… Bir tarihe dek devleti düzeltmek, kaçmakta olan treni yakalamasını sağlamak, ayağa kaldırmak, yeni bir yön vermek; sonrasında ise ‘kurtarmak’, ‘diriltmek’, ‘muasır medeniyet seviyesine ulaştırmak’, parçalanmasını engellemek, düşünce yaşamının en kalın hatlı çerçevesini çizdi. Milli Mücadele’yle ‘devlet’ kazanıldı ve bu kazanç aynı zamanda ‘Türklüğün’ de kurtarılmasıydı. İkisini ayrı düşünmek zor; yeni devletin ‘millet’i –şimdi anayasaya nakşedildiği gibi- devletiyle kaynaşmış ‘Türk milleti’ olacaktı ve 1924’ten sonra (1921’deki yaklaşım terk edilerek) bu ‘kaynaşma’yı sağlamaya yönelik sert adımlar atıldı.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bir tür devlet düşüncesi ve kaygısı miras kalırken, devlet, Cumhuriyet devrinde başlı başına bir değer, sürekli sahiplenilmesi gereken yüce bir ilke olarak varlığını sürdürdü. Devlete, sınıfsal tahakküm aracı olarak yaklaşan sosyalist düşünce ilk günden itibaren ezildi, tek partili yaşamda var olma şansı olmayan sol, çok partili yaşama geçiş aşamasında CHP-DP ortaklığıyla, soğuk savaş koşullarında ise devlet-sağ iktidar ittifaklarıyla bastırıldı. Türkiye’nin çok partili yaşamı, aynı zamanda, anti-komünizm yaygarasıyla solun hemen her rengine eziyetin de tarihidir.
Devlet, ‘sınıfsız ve kaynaşmış bir kitle’nin mensubu olduğu belletilen kitlelere, yurttaş vergisiyle var olabilecek bir örgütlenmeden çok daha fazlasını ifade ediyor memleketimizde. Ahalinin çoğunluğu, anlaşılabilir nedenlerle Sünni-Türk çoğunluğu, az ya da çok devletçi. Farklı mezhepten olanların, sosyalistlerin, Kürtlerin devletle ilişkisini, o çoğunlukla ayrı ele almak gerekir. Burada iktisadi bakımdan devletçiliği değil, ‘devlet severliği’ kastediyorum. En şedit iktidar karşıtlarının dahi, parti-devletin uygulamaları karşısında ilk refleks olarak ‘devlet ayrı hükümet ayrı’ inancını yinelemesi boşuna değil. Zihinlerinde, insandan, yönetimlerden, sınıf ilişkilerinden ayrı yerde duran bir devlet düşüncesi var. Dış ve iç düşmanlara karşı sürekli, gece gündüz korunması gereken bir varlık.
Diğer yandan, bu devlet severliğin bir tek yüzü yok. Örneğin, devlet savunusunun nedeni, bir gün ‘devlete sadakat ve güven’, diğer gün demokrasinin cılızlığı nedeniyle ‘devletten korku’ olabilir; ayırmak kolay değil. Yine, örneğin, devlete güvenmek ile onu bir endişe kaynağı olarak görmek arasındaki çizgi pek kalın görünmüyor. Rahmetli babaannem, otuz küsur yıl önce, kapısına gelen ve kendisini feşmekan memuru olarak tanıtan birilerine parasını kaptırmış ve nasıl olduğunu sorduğumda, “Devletten geldiklerini söyleyince…” yanıtını vermişti. Rahmetli babam ise yıllar boyu, ödediği tüm faturaları bir bohçada toplamıştı. “Devletin işi belli olmaz, tutar borcunu ödemedin der, bir daha alır” derdi. Aynı devletten söz ediyorlardı…
Yurttaş çoğunluğunun devletiyle kurduğu ilişkinin karmaşık olduğuna kuşku yok. Buna mukabil, çoğunluğun ‘devlet kararı’ olduğunu varsaydığı gelişmeler karşısında şu ya da bu gerekçeyle ‘sustuğu’ da su götürmez bir diğer gerçek. “Devlet ne derse doğrudur” diyenlerle “Başımızı derde sokmayalım, devletle uğraşılmaz” diyenlerin tutumu, nihayetinde aynı kapıya çıkıyor. Buna bir de, sayısız sorunla ve yoksullukla boğuşan milyonların bezgin (giderek, umursamaz) ruh halini eklemek gerekir.
Bir süredir bir şeyler oluyor ülkede. Kürt sorunuyla ilgili. 10 yıl önce denendi, olmadı. Bu kez farklı koşullarda, farklı bir dünyada, farklı bir söylemle, farklı başlık altında ve muhtemelen aynı niyetle, yeniden deneniyor. Çok yazılır çizilir nasıl olsa. Pek çok insan gibi ben de nihai amacın birkaç sözcüklük bir anayasa değişikliği olduğu kanısındayım; ancak bu esnada PKK silah bırakır ve bu sorunda bir metre olsun yol alınırsa, ayrıca, akla-hukuka-vicdana zarar bir tutumla cezaevinde çürütülen insanlar özgürlüğüne kavuşursa, buna, Kürt sorunundan ekmek yiyenler dışında kim karşı çıkar!
Cumhur İttifakı yeni girişimden ne kazanır bilinmez, ancak hiç bir şey kaybetmeyeceğini düşünüyorum. MHP’nin oy artırma ihtimali dahi var. Yanlış kullanılıyor olsa da ‘devlet aklı’ kavramı durup dururken tedavüle sokulmadı. Yönetenler, ahalinin kumaşını ve neye sadakat duyduğunu gayet iyi biliyor. İktidar bloku yazar çizeri ve seçmeni, ‘hain terörist‘ ithamından ‘kurban olduğum devlet aklı’ ifadesine yalnızca birkaç saatte çark edebiliyor ve bu nedenle, muhalefetin, sürekli olarak iktidarın çelişkilerini ifşa etmesinin onlar açısından hiçbir pratik sonucu-işlevi yok, çünkü o devasa çelişkiler iktidar seçmeninin zerrece umurunda değil, hiçbir zaman olmadı. Bahçeli’nin, iki ay önce grup toplantısındaki konuşmasını CHP genel başkanı yapmış olsaydı, başına neler geleceğini tahmin edebiliriz!
Ezcümle… iyi niyet beyanları, endişe ve tereddütler, umut ve umutsuzluklar, beklentiler… Hiç biri, 1940’larda Ankara Valisi Avni Doğan’ın öğrencilere nasihatının seksen yıl sonra geçerliliğini büyük ölçüde sürdürdüğü gerçeğini değiştirmiyor. Neden böyleyiz, ya da tam olarak böyle miyiz; konunun, olup bitenin demokrasiyle ‘iltisak’ı vs. tartışmaları, sonraki yazıların konusu olsun.
Muhterem okur, yazı bitti aslında ve şu fazladan satırları yazmasaydım okuduğunuz metin içeriğinden bir şey kaybetmezdi, ancak tahammül etmek hakikaten çok güç. Şu sıralar, iktidar halesinde yer alıp talimatla kalem oynatan, bir gün söylediğini ertesi gün inkar edebilen tipler, Türkiye ahalisine ‘barış’ ve ‘kardeşlik’ nutukları atıyor. Onlar yüzsüzce bu nutukları atar, Bahçeli DEM ile ‘kardeşlik’ pozları verir ve Ahmet Türk MHP liderinin nezaketini yüksek sesle överken, üniversiteden ‘barış imzacılığı’ gerekçesiyle atılan, sekiz yıldır sivil ölüme mahkum edilmiş ve henüz iade edilmemiş sevgili meslektaşlarımızla birlikte, hâlâ, son derece bağımsız yargımıza ‘Kandil’den talimat almadığımızı’ anlatmaya çalışıyoruz! Ve bu durum, henüz hiç kimseye yeteri kadar aptalca görünmüyor.