MURAT SEVİNÇ
İki buçuk yıl önce zorunlu dönüş yapıp yaşamak zorunda kaldığım İstanbul’da uzun uzun yürüyorum. Şehir yürüyüşü. Bitişik nizam binaların yanından, dar sokaklardan, “hiç bir şey olmasa bir kafe açarız” denilerek açıldığı belli yüzlerce kafenin yanından… Haftada en az beş, mümkünse yedi gün. Yürürken binalara bakıp yaşlarını hesaplamaya çalışıyorum. Bir kısmının ‘beklenen’ İstanbul depreminde çökeceğini, o esnada sokakta gördüğüm insanların enkaz altında kalabileceğini düşünüyorum. Ben ve sevdiklerim dahil.
Deprem olduğunda toplanılabilecek bir alan olup olmadığına bakıyorum. Yaklaşık on-onbir kilometre boyunca hemen hiç bir alan bulunmadığını, hatta sokakların müdahale edecek araçların dahi geçemeyeceği kadar vahim durumda olduğunu fark ediyorum. Yol boyunca dört beş AVM var. Devasa, hacimli yapılar. Kenarlarında kaldırım namına bir boşluk dahi bırakılmamış çoklukla. Tabii toprak değerli, onlar da haklı! Yürüyüşün sonunda eve dönüp çay kahve içiyor, internete bakıyor, gücüm kaldıysa biraz çalışıyor ve uyuyorum.
Sabah uyanıp radyoyu açıyorum. Açık Radyo’da, çalışma arkadaşlarıyla birlikte bu memleketteki en değerli kamusal faaliyetlerden birini yürüttüğünü düşündüğüm Ömer Madra’nın asap bozucu ‘iklim’ haberlerini dinliyorum. Buzulların erimesi, havanın ve gıdanın zehirlenmesi, kapitalist manyaklar eline düşen dünyanın sonunun yaklaşıyor oluşu…
Güne, bir önceki gün gibi devam ediyorum. Bahçeli şey demiş; Perinçek başka şey demiş; bunun üzerine bir CHP vekili twitır hesabından öyle şey olmaz demiş; ayol çok İyi Partili durur mu, hemen yapıştırmış cevabı ve en şeyini söylemiş; bir AKP’li de çıkıp ağızlarının şeyini vermiş, filan fıstık. Bir de son aylarda, “Babacan şey yapabilir mi?” var tabii. Ay acaba adı ne olacakmış? Huzur Partisi mi? Çok heyecanlı. Kendi kendime konuşmaya başlıyorum, “Hah, adaleti ve kalkınmayı hallettiler, sıra kalan üç kuruşluk huzurumuzda demek ki!” Yaşayıp gidiyorum, gidiyoruz işte böyle…
Bu ‘halde’ bir tuhaflık var. Ruh hastası mıyım acep, diye geçiriyorum aklımdan. Şu satırları yazarken bir deprem olabilir. Ölebilirim. Bu şehirde bir deprem olacak. Bilim insanları uzun süredir uyarıyor. Sanırım Sedat Peker henüz bu konuya dikkat çekmediği için pek ciddiye alınmıyor. Sonuçta bilim insanı dediğin nedir ki? Zaten uyarıyı biraz abartsalar sübliminal mesajdan içeri girebilirler. “Deprem korkusu yaymak suretiyle…iltisaklı…” diye başlayan bir iddianame kimi şaşırtır?!
Eğer dürüst, saygın bilim insanları bir deprem olacağını söylüyorsa, deprem olacağı içindir, muhterem okur. Ve eğer bizler, o depremin olacağını bile bile hiçbir şey olmayacakmış gibi yaşamaya devam ediyorsak, sorun bilimde ve bilim insanlarında değil, bizdedir. Bir halk, milyonlarca insan, başına geleceği görerek, nasıl görmezden gelebiliyor? Neye güveniyoruz? Ben nasıl bunları düşünerek ‘normal’ davranmayı, çay kahve içip uyumayı başarabiliyorum? Sizler, günlük yaşantınızı nasıl bu kadar rahat devam ettirebiliyorsunuz? Derdimiz ne bizim?
Peki bu satırların kime ne faydası var? Biri çıkıp “Ukalalık yapıp duruyorsun da, sen ne yapıyorsun, insanlar ne yapabilir?” diye sorsa haksız mı? “Ne yapalım, sabah akşam enkaz altında kalabileceğimizi düşünüp aklımızı mı yitirelim?” Haksız değil bu sorular. İnsanı çileden çıkaran da bu zaten. Okuduğunuz yazıya ara verip gazeteleri şöyle bir karıştırınca, Gazete Duvar’da Ümit Kıvanç’ın ‘Rahat olun, telaş etmeyin…’ başlıklı yazısını gördüm. Okuyun lütfen. 17 Ağustos depreminden sonra büyük çaba harcayanlardan biri. Neler yaşadığını, yurttaş tarafından yapılan organizasyonun devlet tarafından nasıl maharetle engellendiğini anlatıyor Kıvanç. Onun yazısı dolayımıyla değinmek istediğim ise yine yurttaşlık meselesi. Malum, tilkinin kırk hikayesi varmış, kırkı da tavuk üzerine!
İçinde büyük acı, hüzün ve endişe gizlediği için aslında rahatlık olarak tanımlamanın da zor olduğu bu rahatlığımızın, belki daha doğru bir ifadeyle boş vermişliğimizin anlaşılabilir, üzerine konuşulabilir nedenleri olmalı.
Bir deprem oldu. Bu bir doğal afet. Binalar çöktü. Bu bir doğal afet değil. İnsanlar öldü. Bu bir doğal afet değil. Sonrasında örgütlenme sorunları yaşandı. Bu bir doğal afet değil. Sorumlular doğru dürüst hesap vermedi. Bu bir doğal afet değil. Deprem ardından yeni bir devlet ve kentleşme siyaseti gerekiyordu ve gerekenler yapılmadı. Bu bir doğal afet değil. Yurttaşın bilgilendirilmesi, bilinçlendirilmesi gerekiyordu, yapılmadı. Bu bir doğal afet değil. Deprem beklenen İstanbul’da yaşamın bütünüyle bu ‘mutlak geleceğe’ göre dönüştürülmesi gerekiyordu, yapılmadı. Bu bir doğal afet değil. İlk aylarda yetkili odaların büyük çabasıyla belirlenen deprem toplanma alanlarının neredeyse tamamına AVM yapıldı. Bu bir doğal afet değil. Her 17 Ağustos’ta hatırlandı ve sonra unutuldu, unutulmaması gereken. Bu bir doğal afet değil. Deprem olduğunda ne yapacağımızı, nereye gideceğimizi, eğer şanslıysak nasıl hayatta kalacağımızı bilmiyoruz. Bu bir doğal afet değil…
‘Deprem’ dışında yaşadığımız, başımıza gelen hiç bir şey ‘doğal’ değil. Biz izin veriyoruz, biz istiyoruz, biz rıza gösteriyoruz, biz görmezden geliyoruz, biz umursamıyoruz, biz destekliyoruz. Çünkü bizler, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün, özgür basının, hesap sorulabilirliğin; ezcümle, bir insan evladının ‘yurttaş’ olabilmesi için gerekli temel unsurların var olmadığı, var olanın çok zayıf düştüğü bir ülkede yaşıyoruz.
Eşit yurttaşlık, iyi işleyen sosyalistçe bir demokraside mümkün. O eşitliğin ve yurttaşlık bilincinin gelişmesi çok ama çok uzun mücadele ve emek gerektiriyor. Bu mücadelede herkese, içinde yaşadığımız koşullar düşünülünce özellikle eğitimli, sosyal ve kültürel sermayeye sahip orta tabaka mensuplarına büyük görev düşüyor. Yalnızca siniri bozulan, canı sıkılan ve başkaca bir mağduriyet yaşamadığı için ezilenle, sömürülenle, eziyet görenle ‘duygudaşlık’ kuramayan, kurmayan kalabalıkça yurttaş kesimine.
Deprem toplanma alanına yapılan AVM’leri dolduran, AVM yakınındaki evini yüksek rakamlara kiraya verebildiği için mutlu olanlara. Sesini çıkardığında gerçek bir etki yaratabilecekken, o sesi çıkarmayanlara. Hasbelkader çıkaranlar ile arasına mesafe koyanlara.
AVM’ler ve yaşamımızı çekilmez hale getiren her ne varsa, bizim talebimiz. Talebimiz olmayanları ayakta tutan, bizim rızamız. Hiç olmazsa bu somut gerçeğin farkına vararak başlayabiliriz. Kendimize eziyet edebilir, kendimizi suçlayabilir, kendimize hesap sorabiliriz.
“Bunlar siyasi konular değil”, zırvalarına tenezzül etmeyebiliriz. Her şeyin ama her şeyin ‘siyasi’ nitelikte olduğunun farkına varıp sorunların ‘ancak’ siyasi mücadele-müzakere ile üstesinden gelinebileceğini yüksek sesle dile getirebiliriz.
Halihazırda TBMM’nin bir işlevi kalmamış olsa da, milletvekillerine ‘unutmayacağız’ twitleri atmak dışında yapabilecekleri şeyler olduğunu hatırlatabiliriz.
Deprem, doğal afet. Deprem esnasında ve sonrasında yaşanan her şey, siyasi ve idari tercihlerin sonucu.
Bilişim devrimi sürecindeyiz ve ülkelerin kaderi, siyasetçi ile idarecilere terk edilemeyecek kadar değerli. Aldığımız nefes bu heriflerin tapulu malı değil. İklim krizine dikkat çekmek için dünya çapında ses veren milyonlarca ‘çocuk’, hepimize örnek olmalı.
Öyle pek akla fikre gerek yok, dere yatağına ev yaparsan sel baskınları olur, oturduğun ev çürükse çöker. Bilim insanları büyük bir deprem olacağını söylüyor. Uyarıyor. Yıllardır. Demek ki olacak ve görünen o ki, belki bu satırların yazarı, belki okuyanlardan birileri enkaz altında kalacak, sevdiklerini, eşini dostunu kaybedecek.
İki buçuk yıl önce zorunlu dönüş yaptığım İstanbul’da, “Canını çıkardık ama yine de pek güzel bu şehir yahu”, diyenler de, her Allah’ın günü ‘olabilecekleri’ düşünüp ardından çayını kahvesini içerek uykuya dalan ‘kendim’ de, beni çileden çıkarıyor…
Radyo önerisi: Değerli okur, Açık Radyo ile bir muhabbetinizin olması harika olur. Bir radyo yayını ancak bu kadar ‘öğretici’ olabilir. Özellikle sabahları dinlediğim ‘iklim’ haberleri. Yakın dakikalarda sevgili Ünsal Ünlü’yü seyrediyorsanız eğer, sonrasında arşivden de dinleyebilirsiniz. Ya da aynı anda! İhmal etmemenizi öneririm.
Belgesel önerisi: Ümit Kıvanç’ın ‘Bitti Derken Başladı’ adlı belgeselini buraya bırakıyorum. https://vimeo.com/24422698