MURAT SEVİNÇ
80 milyonda bir yurttaş olarak, bana eşek muamelesi yapılmasından hiç hazzetmiyorum…
Daha önce ‘İt muamelesi görmeme hakkı’ üzerine yazmıştım. Sanki böyle bir haktan söz edilebilirmiş gibi! Anayasa tartışmalarında anayasa dışı etmenlerin önemini anlatmayı denediğim ‘anayasa yazılarına’ memleketimizin sunduğu eşsiz olanaklar nedeniyle, son gazeteci tutuklamalarının ardından, bu kez ‘eşek muamelesi’ görmek hali ile devam ediyorum. (‘Türcülük’ yaptığımı düşünmeyin lütfen, bu bir deyim; yoksa o güzel gözlü çilekeş hayvanlarla bir derdim yok tabii.)
Yazıya, sevgili meslektaşım Özkan Agtaş’ın bu yaşıma dek okuduğum en iyi kitaplardan biri olduğunu düşündüğüm (alıp okumanızı, ama mutlaka alıp okumanızı öneririm!) nefis çalışması Ceza ve Adalet’in (Metis, 2013, 290 sf.) son paragrafıyla başlamak istiyorum:
“Napolyon’a atfedilen meşhur deyişi hatırlayalım: ‘Siyaset kaderdir.’ Oysa belki de şöyle dememiz gerekiyordur: Hukuk kaderdir. Ve siyaset, bir kadere sahip olmaktan kurtulmak için yaptığımız şey. O söz aldığında, kader susar.”
‘İt muamelesi’ ile ondan farklı olarak daha ‘dikey’ ilişkilerden kaynaklanan ‘eşek muamelesi’ görmek arasında bazı benzerlikler var kuşkusuz! İkisi de yurttaş olamamakla, hak ve özgürlüklerden yararlanamamakla, hatta onlardan habersizlikle, birinin diğerini yok saymasıyla, yok saymadığını ya da sayamadığını ise hırpalama ve hiçleştirme isteğiyle ilgili.
Trafik polisine yaltaklanırken ‘ücret karşılığı’ taşıdığı yolcusuna kötü muameleyi alışkanlık haline getirmiş bir dolmuş şoförünün davranışıyla; vergilerimizi akıl almaz boyutlarda ‘israf’ eden ya da anayasal hakkımız olan barışçıl gösteri ve yürüyüş seçeneğinin ortadan kaldırılması, aynı zihniyetin ürünü.
Ha keza, aslında ‘yargılama faaliyeti’ olmayan bir ‘etkinliğin’ bu isimle tanıtılması da.
Laik/seküler hukuk, insan yapısı kurallar bütünüdür. O kurallar, bir yanıyla örf, adet, gelenekle içli dışlıdır. Geleneksel ya da yazılı olsun tüm norm ve ilkeler, asırlar boyu bir elekten, o eleğin çeşitli büyüklükteki deliklerden geçebilmiş deneyimlerin sonucudur. Bugün hak ve özgürlük dediğimiz her ne varsa, onları dile getiren sözcüklere sinmiştir. Çekilen acılar, yakılan insanlar, adaletsizlikler, milyonlarca can alan savaşlar, sınıf mücadeleleri, idamlar…
Dinlerden, toplumların gelişiminden, üretim biçimlerinden ve tabii toplumsallığından başka bir şey olmayan, Marks’ın ifadesiyle “…kendi tarihlerini ancak geçmişten devreden verili koşullarda yapabilen” insandan ayrı, şu sayılanların izini taşımayan bir ‘normdan’ söz etmek mümkün değil doğrusu. Ezcümle, biz, yani insanoğlu, ne isek ve ne yapıyorsak o olur, başka bir şey değil.
Hal böyleyken anayasal/hukuksal tartışmaları, o tartışmalara konu olan ‘norm’ ya da ‘karar’ başka bir gezegendeymişçesine davranarak sürdürmek, çuvallamaya mahkûm bir eğilim.
Evet, kuşkusuz orta yerde bir ‘norm’ var ve o normun (eğer demokratik bir sürecin ürünüyse!) varlığı önemli; o olmasa, başta ‘öngörülebilirlik’ olmak üzere güvenceler ortadan kalkar, doğru. Doğru olmasına doğru da, o norm gökten zembille inmedi ve melekler tarafından uygulanmıyor. İnsan ürünü. Belirli koşulların, belli bir zaman diliminin ve coğrafyanın ürünü olan, insan.
İşte bu nedenle, o insanın dünyasını, o dünyanın şekillendiği koşulları, o dünyanın içinde yer aldığı siyasal sistemi, o siyasal sistemi kapsayan siyasal düzeni ve o düzenin niteliklerini göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Dolayısıyla mükemmel hukuk, fevkalade özgürlükçü anayasa, tadından yenmez yasama, kaymaklı yargı, kremalı parlamenter sistem hayalleri kurmak ve hukuk açmazını ‘mevzuatta yapılacak değişikliklere’ indirgemek akıl karı değil. Olmadığı içindir ki Türkiye ahalisi ve siyasetçisi mütemadiyen anayasa tartışıp yeni ve yeni ve yeni ve yeni ve yeni hukuk reformları peşinde koşuyor. Mütemadiyen kerameti kendinden menkul reformlardan söz ediyorlar. Reform öncesindeki Rönesans, hiç akıllarına gelmiyor!
Normun oluşum, uygulanma, yorumlanma aşamaları ve söz konusu aşamaların siyasal niteliği/içeriği hesaba katılmadığında, geriye, sonuç karşısında kızgınlık, mutsuzluk, şaşkınlık ve öfke kalır. Oysa her aşamanın müsebbibi insandır, kanlı canlı, düşünceleri, inancı, alışkanlıkları, ideolojisi olan insan.
Nitekim o insan diğer insanların canına okuyamasın, keyfi davranamasın diye, muhtelif kural ve ilkeler üzerinde uzlaşılmak zorunda. Norm adı verilen olgu, bu ortak yararı koruduğu varsayılan (!) ‘uzlaşmadan’ doğar. Eğer söz konusu bir yargılama faaliyetiyse, kurallarla sınırlanmış olan insanın sıfatı, ‘hakim’dir. Uygulayacağı/yorumlayacağı ‘norm’ bir yana, ‘uyması’ gereken kuralların adı, ‘usul’ kurallarıdır.
Ali Duran Topuz’un 4 Kasım 2018 tarihli ‘Anti-hukuk günlerinde yeni yargı’ başlıklı yazısında, hakimlerin uyması gereken söz konusu kurallar şöyle betimleniyor: “…Haşa, Allah olmadığına göre, onun gibi ‘kusursuz’ hüküm verecek değildir. Hakimin mahkemede hüküm vermesi, kadiri mutlak olmadığı için, kurallara bağlanmıştır. Bu kurallar, hükmün güvenilir olması için düşünülmüştür. Usul kuralları der buna hukuk disiplini. Usuli kurallara uymayan bir kişi ‘yargıç’ olarak maaş alsa bile yargı işinin temelini sağladığı için yargıç sıfatını haiz olamaz. Yargıç olmadan hüküm tesisi, mahkeme olmadan karar alma anlamına gelir ki bu durumda ‘karar’, hukuki değil fiilidir, adalet idesiyle bağını koparmıştır, en iyi ihtimalle boş bir karardır. Ve fakat, bu karar sonuç doğuruyorsa… Birinin hayatını etkiliyorsa, zulüm başlar.”
Ali D. Topuz aynı yazıda, Orhan Gazi Ertekin ve Faruk Özsu’nun ‘yargı-yargıç kültürü’ çalışmalarına atıfla, yargı mensuplarının ‘taşralı aklı ve ruhu’ teoremini bir adım ileri götürerek, devletin taşralılaştığını iddia ediyor. “Devlet-toplum ele ele, anti-hukuk rejimine” ifadesiyle tanımlayabileceğim bir iddia Topuz’unki. Sözü bir kez daha kendisine bırakayım: “Krallar çağında nasıl ki kralın adalet yetisi onun adil ya da zalim olarak tanımlanmasına yol açıyorsa, cumhuriyetler için de devletin adil ya da zalim oluşu onun niteliğini belirler; adil ya da zalim. Bir devlet, adaletsizliği sistematik hale getirme tehlikesi bulunan bir yargıç kültürü belirdiğinde, bundan yararı yoksa, o kültürü dönüştürmek için özel çaba içine girer. Toplum, halk da bu talebi devlet denilen şeye yöneltir ya da yöneltmez. İki üstadın sözünü ettiği kültür, devletin kurguladığı yönetsel modelle uyumsuzluk içinde değildir, aksine yargıçların ‘taşralılıktan kurtulma’ yerine ‘taşralılaşma yarışı’na girmeleri, modele uyum arzusundandır. Toplumun modele ve sonuçlarına dair algıları ve düşünceleri… Modelin işlerliğini ve ömrünü belirleyecektir. Model işliyor, çünkü ‘Böylesi iyidir’ dedi devlet. Model çok itiraz görmedi, çünkü ‘Böylesi bence de iyidir’ diyor toplum. İbnu’ul Mukaffa’yı tekrar etmekte yarar var: ‘En kötü zaman, yönetenin ve halkın kötülüğünün birleştiği zamandır.’” (İbnu’l Mukaffa, İslam Siyaset Üslubu. Türkçesi Vecdi Akyüz. Dergâh Yayınları)
Hem Ertekin ve Özsu’nun yargı eleştirisine, hem de Topuz’un katkısına yürekten katılıyorum. Koşullarından, toplumundan bağımsız ele alınabilecek bir birey ve tabii yargı mensubu düşünmek mümkün mü?
Topuz’un yazısında ‘toplum’ dediğini, ben genellikle ‘ortalama’ sözcüğüyle karşılıyorum; dahil olmayanları, o ortalamanın genel kanısını genellikle pek değiştiremeyen, buna mukabil ‘hayırla’ anılacak her ne oluyorsa onun müsebbibi olan, bir azınlığı fark edebilmek için. Bu arada, Topuz’un yazısındaki son başlığın, ‘siyasetin yargı eliyle ilgası’ olduğunun altını çizmeliyim.
Adlarını andığım hukukçu yazarların, bu alıntılardaki ‘taşralılık’ tespitleri, yargı faaliyetinin her adımına, her sürecine sinmiş her ‘toplumsal-siyasal etkiye’ genişletilmeli. Okuduğunuz yazının asıl derdi, biçimsel koşullara uyma gerekçesiyle olsa gerek mütemadiyen saygı duyulması gerektiği vurgulanan mahkeme kararlarının, yalnızca norm ve norm tartışması ile sınırlanamayacak bir alanda bulunduğunu bir kez daha bas bas bağırmak! Bağlayıcılığı bir yana, bir karara saygı durulması için, kararın saygı duyulacak nitelikte olması gerekir.
Evet, koşullarından masun birey yok. Bir ömür muhatap olduğumuz tornanın ürünüyüz. O torna, sınıf mücadelesinin ve o mücadele içinde yer alanların çok muhtelif niteliklerinin hem nedeni, hem sonucu.
İnsanın ‘vicdanı’ da aynı yerde oluşuyor. Her birimizin ve kuşkusuz yargı mensuplarının vicdanları. Bu nedenle vicdan ve mahkeme kavramlarını bir diğeri olmadan düşünmek mümkün değil. Anayasa’nın 138. maddesinde yer alan, hakimlerin kararlarını “…Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler” hükmünün gerekçesi de aynı. Vicdan, bir ömür oluşan vicdan, yargı faaliyetinin kökeninde yer alan değerlerden biri. 2007’nin ocak ayında Radikal İki’deki yazının başlığı bu yüzden, ‘Hrant Dink ve hakim vicdanı’ idi.
İşte bu ‘vicdan’ ile değerlendiriyor yargı mensupları, anayasayı, kanunu, hukuku, insan ilişkilerini, siyasi ilişkileri vs.
Hal böyleyken, memlekette olup biteni, siyasal ve toplumsal kültürü, içinden geçmek zorunda kaldığımız türlü tornaları ve kuşkusuz güncel siyaseti hiç hesaba katmayan ve yargı faaliyetini inatla ‘norm’a indirgeyen her yargı bağımsızlığı tartışması, havanda su dövmeye dönüşüyor. İnanmayan, geçtiğimiz yüz yıla bakabilir!
Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun yapısını bin kez değiştirseler, bin kez yeni anayasa yapsalar, bin yeni mevzuat parçası yaratsalar çok şey değişmeyecek. Lütfen yanlış anlamayın; o mevzuatta yapılacak değişiklikler önemsizdir, değersizdir, demek istemiyorum kesinlikle. Yetmiyor, diyorum. Asıl ve çok yakıcı sorunları örten bir işlev görüyor, hukuk-anayasa tekniğine ‘indirgenmiş’ yorumlar, diyorum.
Yargı faaliyeti, insanlar tarafından yürütülür. Siyaset içinde yoğrulan insanlar. Yargı mensupları, o cüppeyi giyip kürsüye çıktıkları andan itibaren, yalnızca o cüppe tarafından temsil edilen ilkelerle bağlanır. Varsayılan budur.
Varsayılan bu olduğu içindir ki, yargı faaliyeti diğer iki devlet gücünden mutlak biçimde ayrı ve saygın kabul edilir. Mahkeme kararlarının kurumları bağlayıcılığı bir yana; zihinlerimizde bağlayıcı olmasının temelinde yatan da, aynı saygınlıktır. Asırlar boyu, uyrukların başlıca güvencesi olmaktan kaynaklanan bir saygınlık.
Bininci kez yinelemekte yarar var: Demokratik ilke ve kurumlar demokratik sistemlerde anlamlıdır. Aksi halde, yalnızca kuru birer sözcükten ibaret kalırlar.
Yargı bağımsızlığını asgari düzeyde olsun sağlayabilmenin yolu, diğer her şey gibi, konunun ‘siyasi’ niteliğinin kabul edilmesiyle başlayacak.
Özkan Agtaş’ın ‘aynı’ paragrafıyla bitiriyorum: “Napolyon’a atfedilen meşhur deyişi hatırlayalım: ‘Siyaset kaderdir.’ Oysa belki de şöyle dememiz gerekiyordur: Hukuk kaderdir. Ve siyaset, bir kadere sahip olmaktan kurtulmak için yaptığımız şey. O söz aldığında, kader susar.”
Yazı önerisi: Odatv’ye yönelik tutuklamaların ardından her zaman olduğu gibi, dünya hakkında bir fikri olmayanların “Dünyanın neresinde” ile başlayan boş sohbetlerine maruz kalındı. Kerem Altıparmak’ın yazısı, o ‘dünya’ ve ‘konuya’ ilişkin bilgi veriyor. Okumanızı öneriyorum.