
DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Tekrara düşmek gibi olmasın ama daha önce söylediğim bir şeyi tekrar ederek başlamak istiyorum. Türkiye demokrasisinde, başlangıçtan beri süregelen yapısal bir çarpıklık var; demokrasiyi seçimden, sandıktan ibaret sanmak. Bu durumun yarattığı belli başlı sonuçlar var.
Bunlardan birincisi, doğrudan siyasi kültürümüzü etkileyen delegasyon demokrasisi anlayışı. Türkiye demokrasisi, halkın seçimden seçime kendini yönetecekleri seçip, dört yıl boyunca gerisine karışmadığı bir sistem. Halkın seçim dışındaki karar alma süreçlerine katılımının istenmediği, hatta zamanla halkın da bunu içselleştirip, siyaseti yalnızca ‘siyasetçiler’ adı verilen bir zümrenin tekelinde gördüğü bir siyasi kültürümüz var bizim.
Bunun direkt sonucu olarak, toplumda nasıl yönetildiği konusunda söz sahibi olmak isteyenlerin kınandığı, halktan insanların siyaset yapmasının hoş görülmediği bir toplumuz. Onun yerine, siyasi ifademizi gündelik yaşam pratikleri üzerinden yapıyoruz ki bu pratikler bu yüzden fazlasıyla politize olmuş durumda. Diğer taraftan halkın siyasetten uzak durup, siyasi alanı o bahsettiğim zümreye terk etmesi, tepede oligarşik bir siyaset esnafı yaratıyor ki, sopayı eline bir kez geçirenin buradan plesibiter otokrasiye yürümesi de pek zor olmuyor.
Türkiye demokrasisinin yirmi yıl öncesine kadar otokrasiye dönüşmemesinin temel nedeni, ‘rejimin sahibi’ olan bürokrasinin kendi iktidarını tehlikeye atacak durumları engellemek için meşru/gayrimeşru, yasal/yasadışı birtakım araçlar geliştirmesiydi. AKP’nin özellikle 2007 sonrasındaki tahakküm politikasıyla bu bürokrasi (kullandığı araçlar muhafaza edilerek) tasfiye edildi ve sandık çoğunluğu, otokrasinin meşrulaştırıcısı hâline geldi.
Yeni rejimin lügatında ‘millet iradesi’ olarak yer alan şey, esasen çoğunlukçu bir tahakkümden başka bir şey değildi. O çoğunluk erimeye başlayınca da, rejim, maç oynanırken kale direklerinin yerini değiştirerek günü kurtarmaya başladı. Şu anki Seçim Yasası tartışmaları da bunun bir parçası. AKP ve MHP, iki tarafın ayrı ayrı ve ittifak olarak günü bir kez daha kurtaracağı bir formül arıyor ama eldeki malzeme daha öncesinin aksine işe yarar bir garabet çıkarmaya yetmiyor.
Sandık demokrasisinin bir diğer sıkıntılı sonucu ise, tüm siyaset üretiminin seçim matematiğine göre yapılması. Türkiye’de şu an herhangi bir düzen partisinin net bir politikası olduğunu söylemek pek mümkün değil. Yüzde 50’yi ne tutturacak gibiyse onun peşinden gidiyorlar. Sayıların bölük pörçüklüğü, ortaya trajikomik durumlar çıkartıyor. Laik partinin sözcüsü, bir gün çıkıp şeriatı savunabiliyor. Sabah akşam milliyetçilik yeren, asker üniformasını kuşanıp soluğu sınırda alıyor. Bir gün devrim önderine, ertesi gün onun ölüm emrini veren faşiste Fatiha okutan, ilkesiz, siyasetsiz, haysiyetsiz, zavallı bir politik ortam. İki tane ‘yüzde 50’ ittifakı var, her gün başka yerden tutturmaya çalışıyorlar. İş, Kemal Kılıçdaroğlu’nun danışmanlarının genel başkanın ağzından K-Pop twiti atmasına kadar vardı.
İşin komiği ise her gün parmak hesabı yapan iki ittifakın, yalnızca 9’a kadar saymayı bilmesi. 9’a kadar gelip, rakamlar bitince başa dönüyorlar. Şu an azıcık aritmetik bilen herkesin (sayıları sandığınızdan daha az) kabul edeceği tek bir gerçek var; Türkiye’de herhangi bir seçimin galibini belirleyebilecek tek parti HDP. Aşağı yukarı %40 oyu olan iki ittifak, öbür taraftan yüzde 10’a yakın oy çalmanın mucizevi bir yolunu bulmazsa, bu böyle. İki ittifak da bu gerçeğin ya farkında değil ya da değilmiş gibi davranıyor. Aslına bakarsanız HDP de yakın zamana kadar niyeyse böyle davranıyordu, ama birkaç ay önce Demirtaş’ın, yakın zamanda ise Mithat Sancar ve Pervin Buldan’ın yaptığı açıklamalar, HDP’nin elindeki siyasi sermayenin değerini ölçmeye karar verdiğini gösteriyor.
Cumhur İttifakı’nın, HDP’ye oy veren seçmenden iktidara yetecek bir oy devşirmesi, hile hurda olmadan mümkün gözükmüyor; zira genel geçer bir kural olarak bir halkın temsilcilerini hapse atmak, çok popüler bir siyasi taktik değil. Bu durumda, olası bir seçimin rahatlıkla Millet İttifakı’na gideceği varsayılabilir ama kazın ayağı öyle değil. Zira, bu hesabı bu şekilde yaptırmayan birkaç neden var. Birincisi, tıpkı AKP’nin MHP’nin rehinesine dönüşmesi gibi, CHP de İYİ Parti’in elinde rehin durumda.
Cumhur İttifakı tarafında bu vaziyet, AKP’nin politikalarının buharlaşması ve rejim partisinin hormonlu bir MHP’ye dönüşmesine neden oldu ama MHP’nin popülerliğini arttırmadı (hatta düşürdü), çünkü Erdoğan’ın kişi kültü orada ağırlık merkezini teşkil etmeye devam etti. Millet İttifakı tarafındaysa, liderliğin zayıflığından da ötürü (buraya geleceğiz), CHP’nin yalnızca politikaları İYİ Parti’nin seküler ülkücü çizgisine kaymakla kalmadı; var olan sığınmacı sorunu üzerinden tek dayanağı olan ırkçı popülizmi satarak, CHP’ye giderek yaklaşmaya başladı. Seçimin 2023’te yapılması hâlinde, sığınmacı meselesinin de çözülmesi pek mümkün gözükmediğinden, ittifakın birinci partisinin kim olduğunu ciddi bir şekilde tartışıyor olabiliriz.
Aslında, Millet İttifakı’ndaki dinamiklerin değişimi epeyce ilginç, çünkü İYİ Parti aslında normal koşullarda pazarlık gücü olmaması gereken bir partiydi. MHP’deki iktidar mücadelesini Bahçeli’nin aldığı rejim desteği nedeniyle kaybeden Akşener’in partisinin, başlangıçta çok büyük bir albeniye sahip olduğunu söylemek mümkün değildi. Zira, İYİ Parti’nin hedeflediği seküler, anti-Erdoğancı, milliyetçi seçmen pekâlâ CHP’ye de oy kullanmaktan çok rahatsızlık duymayabilirdi. Ancak, kuruluşundan beri geçen zamanda hem İYİ Parti kendi kartlarını iyi oynadı, hem de konjonktürden yararlandı. Türkiye tarihinin gördüğü belki de en zayıf liderliğe sahip olan CHP, bir şekilde İYİ Parti’nin vazgeçilmez olduğunu düşündü ve bu partiye ciddi tavizler verdi.
Oysa İYİ Parti’nin pazarlık şansı yoktu, çünkü diğer ittifaka geçseydi bile seçmenini oraya çekme şansı yok denecek kadar azdı, zira seçmenini ‘anti-Erdoğancı olmak’ belirliyordu. CHP liderliğinin bu durumu okuyacak yeteneğe ve basirete sahip olmaması, İYİ Parti’nin elini giderek güçlendirdi. Türkiye siyasetinin iki kutbu da milliyetçileştikçe Akşener’in partisinin kaşesi arttı, sığınmacı sorununun etkileri de partiyi doğrudan ana muhalefet adayı hâline getirdi. Bunun yanı sıra ittifak mantığında CHP yerine İYİ Parti’ye oy vermenin oy bölmüyor olması da bu parti lehine çalışacak. Önümüzdeki seçim daha yapılmadan, galibinin Akşener olacağını görmek zor değil.
Diğer taraftan İYİ Parti’nin artan popülaritesinin, CHP’nin 2002’den beri büründüğü ‘eski Türkiye partisi‘ kimliğini ondan daha iyi taşımasının da sonucu olduğu söylenebilir. Ayrıca, ortada elle tutulur bir merkez sağ parti kalmamış olmasının da özellikle İç Ege gibi bölgelerde, Akşener’in lehine işlemesi doğal. Geleneksel olarak merkez sağcı olup, sırf laik yaşam tarzı nedeniyle CHP’ye meyleden kimi şehirlerin (buna İzmir de dahil), yakın gelecekte (geçmişte Genç Parti’ye olduğu gibi) İYİ Parti’ye prim vereceği tahmin edilebilir. Dahası, AKP politikaları nedeniyle geleceksiz bırakılmış gençlerin bir kısmının da tutunacak tek dal olarak kof bir milliyetçiliği görmesi, yine Akşener’e yarayabilir.
Millet İttifakı’nın siyasetini her geçen gün Akşener ve İYİ Parti’nin belirlemesi, belki her zaman sağa yatmış duran Türkiye toplumunun iktidar değişikliğine daha sıcak bakmasına yol açarak, AKP’nin sonunu hızlandırıyor olabilir; ama o değişikliğin mümkün olması için Kürtlerle kurulması elzem olan işbirliğini de tehlikeye atıyor. Burada CHP’nin oynadığı, daha doğrusu oynayamadığı kilit rolü konuşmamız lazım. 2019 İstanbul seçimleri, iktidar değişikliğinin yol haritasını net olarak çizen bir süreçti.
CHP’nin merkezinde durduğu, İYİ Parti’nin içeriden, HDP’nin dışarıdan desteklediği ve herkesin bu pragmatik işbirliğine razı gelip, çelişkili noktaları görmezden gelebileceği; genel geçer ilkeler üzerinden giden bir gevşek ve gayri resmi koalisyon formülü, CHP içinde parmak hesabı yapmasını bilen tek insan olduğu rahatlıkla iddia edilebilecek Ekrem İmamoğlu’nun herkese nazar boncuğu dağıtan liderliğinde maya tutmuştu. Şu anki denklemde ise, direksiyonun her geçen gün Akşener’e geçiyor olması, aynı formülün genel seçimlerde işleme ihtimalini düşürüyor.
Kılıçdaroğlu, cumhurbaşkanlığına aday olma hayalleriyle geçirdiği vakti, 2019’daki formülü nasıl tekrar işleteceğine ayırıyor gibi durmuyor. CHP ile HDP arasında gayri resmi iletişimin, hatta belki müzakerenin sürdüğüne şüphe yok; ancak pratikte HDP seçmenini ikna edecek bir şey görmüş değiliz. Kılıçdaroğlu, her nedense, İYİ Parti’de olmasa CHP’ye oy verecek seçmenin imanını tekrar tekrar tazelemeye çalışıyor. Bunu yaparken de, kendisine Tanju Özcan gibi, beceriksizce yapmaya çalıştığı milliyetçi popülizmin kazanına düşmüş parti içi ve Akşener gibi parti dışı rakipler yaratıyor.
CHP’nin iktidara gelme senaryosunu sürekli AKP’nin kendi kendini tüketmesine bağlıyor olması, belki kendisini soktuğunu açmazlardan nasıl çıkacağına dair hiçbir fikrinin olmamasıyla alâkalı. Bu açmazlar, HDP’nin kendi oyunun garanti olmadığını hatırlatmasıyla daha da derinleşecek.
Sürekli 9 sayıp 10 zanneden CHP liderliği için aslında bu çıkmaz sokaktan kurtulma yolu, sandık demokrasisini bir kenara koyup, yeni bir kurucu toplumsal sözleşme önermek olabilirdi. Bu hâlâ mümkün müdür bilemiyorum ama CHP’nin her gün ‘demokrasi sandıktır‘ minvalinde açıklamalarına bakınca, parti liderliğinde böyle bir iradenin olduğunu söylemek zor. Kılıçdaroğlu ve ekibinin sandık demokrasisi ve ‘yüzde 50’yi tuttursak yeter” fırsatçılığının, iktidar değişimi hâlinde dahi hâlâ ekonomik sermaye ve bürokrasiyi elinde tutmaya devam edecek AKP’nin yeniden toparlanmasına yetecek bir geçiş dönemine neden olmayacağını umalım.
Ama acıklı olan şu; bütün bu yazı boyunca anlattığımız, 10’a kadar saymayı dahi bilmeyenlerin yaptığı parmak hesaplarının yerine ülkemizi nasıl yaşanır bir yer hâline getirebileceğimizi konuşabilirdik. Bu ülkede nasıl yaşayabileceğini bilemeyen gençlere bir umut ışığı vermek, K-Pop’lu twit atma şaklabanlıklarından daha çok işe yarardı kuşkusuz. Sandıktan çıkacak oligarşiyi, toplumsal bir sözleşmeye tercih edenler, ülkeye neye mal olabileceklerini umarız biliyorlardır.