
MERYEM KORAY
meryem.koray@gmail.com
En az 15-20 yıldır aynı konular yazılıp çiziliyor bu memlekette; değişen bir şey yok.
Örneğin, demokrasinin hali.
Yıllardır, anayasa, demokrasi, özgürlükler, hukuk, yargı bağımsızlığı konusunda bitmeyen ihlalleri, haksız tutuklamalar, devlete sızan cemaatler, başkanlık sisteminin ‘mükafatları!‘…
Örneğin hamur gibi yoğrulan hukuk.
Gezi eylemlerinin rehini gibi altı yıldan fazla hapiste tutulan Osman Kavala, seçildiği halde milletvekili olamayan Can Atalay, Yargıtay’ın Anayasa kararına uymaması, basın özgürlüğünün defalarca yok sayılması, “Gözünün üstünde kaşın var” diyenin derdest edilip göz altına alınması gibi hezeyanlar…
Örneğin ekonomik sorunlar.
Krizler, paranın pul olması, yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik, bölgesel dengesizlik, tarımın çöküşü, kıyı, orman, arazi yağması, betonlaşmış kentler…
Örneğin maden kazaları, depremler.
Şimdi İliç’teki altın madenindeki toprak kaymasını konuşuyoruz. Oysa, 2000’den bu yana onlarca maden kazası var; İşçi Sağlığı İş Güvenliği’nin raporuna göre; 2002-2022 arasında -en büyüğü 2014’te yaşanan 301 kişinin öldüğü Soma faciası olmak üzere- 1989 kişi hayatını yitirmiş.
Kazananlar ise maden şirketleri; hem çalışanları ucuza getirerek hem devlete verdikleri yüzde üç-beş pay gibi bahşişlerle parsayı toparken, geride bıraktıkları pislikleri temizlemek de bize düşmekte.
Bu konuların hepsi yüzlerce kez yazılmış, tartışılmıştır. Medyanın işi bu, yazacak, konuşacak; yeni bir şey çıktı mı, onu konu yapacak.
Bunların tekrarlanan gündem olmaktan öteye gitmesi için, sorunlara sahip çıkıp topluma mal olmasını sağlayacak muhalefete ihtiyaç olduğu açık.
İşte yerel seçimler; tam sırası diyorsunuz ama aday derdinden bunlara sıra gelmiyor.
O yüzden, biz de, Şerif İçli’nin – güfte Süleyman Nazif – şarkısını söylemek düşmekte. “Derdimi ummâna döktüm âsûmâna inledim” misali yerlere göklere dert anlatıyoruz.
Umman bu, cevap verecek hali yok tabii!… Şarkının gerisinde de “Aşina yok derdime, ben söyledim, ben dinledim” denilmekte ki, tıpkı biz!
Umman değil de muhatap ararsak!…
Ummanı bırakıp muhatap aramaya kalktığımızda karşımıza 22 yıllık AKP iktidarı çıkıyor ama. En önemli hasletleri ‘kendilerine toz kondurmamak‘ olduğundan, ‘Yine ben söyledim, ben dinledim’ vaziyetinden çıkamıyoruz.
Onlara göre özgürlük, demokrasi tamam, ekonomi yolunda, Türkiye çağ atlıyor!
Çağ atlayan Türkiye, demokrasi açısından hibrit (melez) rejim içinde ve 163 ülke arasında 103’üncü sırada yer almakta. Hibrit ne demek derseniz; aksak, topal, sahte, çakma demek mümkün.
Basın özgürlüğü açısından 180 ülke arasında 165’inci sırada. Yıllardır, tutuklu gazetecilerin en çok olduğu ülkeler arasındaki yeri değişmiyor.
Seçimle gelmiş belediyelere kayyum atanması açısından da Türkiye önde. 2019 yerel seçimleri sonrasında içinde büyükşehir, il ve ilçe belediyeleri olmak üzere 24 belediyeye kayyum atayarak demokrasiden ne anladığımız ortaya koyduk.
Çağ atlamak 2002’de başladı, biliyorsunuz!.. Büyük dönüşü ise 2010’daki referandumla gelen anayasa değişiklikleriyle yaptık!… Bugün ‘seçilmiş otokrasi’ denilen ülkeler arasındaysak bunu büyük ölçüde bu referanduma borçluyuz!…
Hangi nedenle olursa olsun ‘Evet’ oyu verenlerin unutulmaması ve hala suçlanmasının nedeni de dönüm noktasının içerdiği bu ‘vahamet!‘
Anayasa değişiklikleriyle erkler ayrılığına rahmet okunması; devletin vesayetini kırmaktan söz eden Erdoğan’ın kendi vesayetini kurmasının yolu böyle açıldı.
2017’de yapılan referandumla başkanlık sistemine geçilince vesayetin tescillenmesi de sağlandı.
Bu nedenle, başkanlık sistemiyle ilgili referandumda bir iki puanlık faklı kapatamayan muhalefetin günahı büyük. Bunca emek ve deneyim, bunca örgüt ve para ‘başkanlık rejiminin tehlikeleri’ni çoğunluğa anlatamadı yani!… Hala kabullenmekte zorlanıyorum.
Nedenlerden birinin, CHP’nin nasıl bir anayasa istediğiyle çok meşgul olması olduğunu da söylemek gerekiyor.
‘En demokrat anayasa’ nasıl olmalı üzerine öyle düştüler ki anayasa tartışmalarının işe yaraması için önce başkanlık sistemini önlemek gerektiğini unuttular. Unutmadılar tabii de, yeterince ağırlık vermediler. ‘Nasıl olsa kabul edilmez‘ diye mi güvendiler, bilmiyorum; ancak, ikinci olarak düşünülecek olanı birinci yapıp onun üzerinde durunca, başkanlık sisteminin tehlikeleri halkın ilgisini çekecek biçimde anlatılamadı. Sonuç da ortada.
Bazen ‘çifte kavrulmuş fındığa’ benzetiyorum halimizi. İktidardan yana perişanız ama olup bitenlere karşı umut olması gereken ana muhalefet partisi de senin benim gibi eleştirmekle yetinip güçlü bir muhalefet ortaya koymayınca, çifte kavrulmuşa dönüyoruz.
Demokrasi ile siyasal İslam karşılaşınca!…
Demokrasinin hali konusunda söylenecek çok şey var; birkaç yazı gerekir. AKP’nin alameti farikası olarak düşünebileceğimiz siyasal İslam ile demokrasinin ilişkisinden başlamak mümkün.
AKP’nin siyasal İslam’ı temsil ettiği ve demokrasiyi ‘davasını gerçekleştirmenin aracı‘ olarak gördüğünü baştan biliyorduk. O nedenle, demokrasinin araç mı, amaç mı olduğu meselesiyle siyasal İslam’ın demokrasiyle uzlaşıp uzlaşamayacağı meselesi uzun süre tartışıldı bu ülkede.
Halkın kendi kendini yönetimi anlamında demokrasi -tüm yetersizliklerine karşın- pek çok ülke ve kişi için amaç niteliğinde olduğu gibi, araç olduğu da kuşkusuz. Tüm partiler kendi hedef ve politikalarını hayata geçirmek için iktidarı isterken demokrasiyi bunun aracı olarak kullanmaktalar.
Dolayısıyla asıl mesele, demokrasinin araç olup olmaması değil, ‘bu aracın ne için kullanılacağı’ meselesi!…
AKP ile ilgili olarak göz korkutan da demokrasinin siyasal İslam’a hizmet edecek bir araç olarak kullanılarak hem demokrasinin hem laikliğin ortadan kalkması idi ki, vardığımız nokta duyulan korkuların haklı çıktığını gösteriyor.
Siyasal İslam’ın demokrasiyle uzlaşmasına gelince, İslam’ın özgürlükler ve demokrasiyle uyuşacağı yönünde görüş dile getiren epeyce kişi vardı; oldukça da emindiler. Sanırım, ‘Hıristiyanlık demokrasiyle uyuşmuşsa İslam niye uyuşmasın?‘ diye düşündükleri gibi, AKP’yi de Batı’daki ‘muhafazakâr demokrat’ parti yerine koyuyorlardı.
Oysa, bir yandan İslamiyet, Hıristiyanlık gibi yüzyıllar içinde reform yaşamış bir din değildi; öte yandan bu ülkede İslam devletinin mirası, modernleşmeye karşı olan kesimler ve biriktirdikleri öfkeyle mağduriyet gibi koşullar vardı ki, AKP iktidarının, inançları bir yana, kendi varlığı ve geleceği için de dayandığı bu kesimleri güçlendirmeye yöneleceğini düşünmek zor değildi.
Bir başka deyişle, siyasal İslam ile demokrasi karşılaşmasında Cumhuriyetin izlediği gibi laiklik ve demokrasiyi güçlendirip inancı özele çekmek AKP’nin varlığı ve temsil ettikleriyle tersti.
Siyasal İslam’a dayanarak iktidara gelen bir parti, hem temsil ettikleri dava hem kendi iktidarı için onu ötekilerden ayıran İslam’a sıkı sıkı sarılmak, kendini güçlendirmek için İslam’ın güçlenmesini sağlamak durumundaydı; öyle de yaptı.
Bunun için, hem toplumun bu konudaki hassasiyetin yükselmesi hem dinin hükmünün artması gerekiyordu; Türkiye’deki siyaset de uzun süredir bu yönde.
Özetle demokrasi ve İslam’ın karşılaşmasında kaybeden demokrasi oldu. Elimizde kalan ‘sandık demokrasisi‘; ondan vazgeçileceği düşünülemez; çünkü siyaseti mümkün ve meşrun kılan da bu.
Mağlup olanlardan biri de laiklik
Laiklik deyince, hemen akla kadınlar ve başörtüsü meselesi geliyor; haklı bir kaygı kuşkusuz.
İslam’ın kadına verdiği ikinci rol ve getirdiği dayatmalar ortada.
Ne var ki, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın artan gücüyle imam hatip ve ilahiyat fakültesi mezunlarının her kuruma, her mesleğe uzanmasının taşıdığı tehlike potansiyeli daha büyük.
Şeriat isteriz diyenler açıkta, karşı koymak mümkün. Şeri hukukun kendi içlerinde bile istenmeyeceği ise ayrı bir konu.
Buna karşın, bürokrasiye, okullara, üniversitelere sızan İslami zihniyet var ki, demokrasiye ve laikliğe asıl tehlike oralarda boy atmakta. Buralardan zaman zaman dehşetengiz sözler çıktığını da biliyoruz.
Kemal Gözler’in hukuk fakülteleri ile ilahiyat fakültelerini kıyaslayan bir yazısı var, tekrar tekrar okunmaya değer. Yaptığı kıyaslamalar ürkütücü; yalnızca bir örnek: 2019 itibariyle devletin 46 hukuk fakültesine karşılık 92 ilahiyat fakültesi var. Kadroları, bütçeleri, varın, buradan kıyaslayın.
Kısacası, kadın konusunu dert etmeyelim demiyorum ama ufku geniş tutalım diyorum.
Öte yandan, siyasal İslam’ın kadının örtünmesinden aile içindeki rolüne uzanan konular üzerinde durmalarının, zorunlu bir yanı olduğunu da akılda tutmakta yarar var. Yaşam biçiminden modaya kadar günümüz dünyasına ve neoliberal politikalar başta olmak üzere kapitalizmin tüm gereklerine uyan siyasal İslam’ın, farklılığını göstereceği tek alanın neredeyse ‘kadınlar‘ olduğunu söylemek abartı olmaz.
Yani inanç meselesinin yanında bir de zorunluluk meselesi var ki, başörtüsünü simge yapmasınlar da ne yapsınlar! Şimdilik örtünme konusu kapanmış görünüyor, yine de kendilerini farklılaştırdıkları tek alan olarak kadınlarla ilgili tartışmaların bitmesine razı olacaklarını sanmıyorum.
Yazıyı bitirmeden, demokrasinin acınası hali için AKP’nin rolü kadar geçmişin rolünü de unutmamak gerektiğini söylemek isterim. Buraya neden ve nasıl geldik diye tartışırken irdelenmesi gereken birçok konu var.
Ummana dert yanmaya devam edeceğiz anlaşılan.