ALTAN SANCAR
altansancar@diken.com.tr
@altansancarr
Deprem güncesi (1)
Depremin hemen ertesi günü, Hatay’a giriyoruz. Henüz yollarda trafik oluşmamış, yardım tırları yollara yeni yeni çıkmış ve enkaz altından sesler yükselirken… Tek duyduğumuz ambulans sesleri ki hala kulaklarımda.
Belen’de ağır hasar gören kaymakamlık ve emniyet müdürlüğü önünde duruyoruz. Karşımızda ise yıkılan ve ağır hasar gören apartmanlar var.
‘Yıkıldı yıkılacak’ gibi duran bir apartmanın altında bir zincir market… İçeri girip çıkan insanlar, ellerinde su ve tuvalet kâğıdıyla çıkıyor. İtiraz edenler olsa da çoğunluk “İhtiyaçlarını alıyorlar” diyor. Birkaç dakika sonra kalabalık artıyor, markete girenlerin sayısı da… Az sonra elinde elektronik eşyalarla çıkanlar görülüyor ve izleyenlerin sabrı taşıyor, sesler yükseliyor: “Yazıklar olsun.”
Trafik polisleri geliyor ve markete girenleri uyarıyor, “Yapmayın, bina çökecek” diyor. Tam o esnada askerler geliyor. Herkes markete girenlere müdahale edileceğini düşünürken askerler arkadaki binaya koşuyor. Hala hayatta olanların olduğu yere… Ve o ses yükseliyor: “Sesimi duyan var mı?”
Evet, var! Bir kadın, “Ben buradayım, yaşıyorum” diyor.
Gelgelelim askerlerin elinde yeteri kadar ekipman yok, enkaza girebilecek bilgi ise hiç yok. Anonslar geçiliyor, yardım isteniyor; ancak gelebilecek olan var mı?
Gazeteci olduğumuzu duyan aile, “Lütfen siz de çağrı yapın, birileri gelsin” diye rica ediyor.
Yanımıza gelen bir kadının enkazda babası, kardeşi ve yeğenleri var. Babasının sırtını dayayarak uyuduğu kalorifer peteği ve yatağı görülüyor. Ancak orada değil, “Kaçmaya çalışmıştır, zor yürüyordu” diyor.
O an orada bulunan gazeteciler henüz Hatay’ın merkezindeki ve Antakya’daki yıkımı görmemiş. Paylaşımlarla çağrılar yapılıyor, elbet birileri gelir diye… Gelen olmuyor; gelebilecekler sınırlı, ekipman ise çok daha sınırlı…
Belen’den Hatay’a giden yoldan aşağı doğru iniyoruz… Yollar hala açık. Çatlarlak var yolda, yola düşen kayalar temizlenmeye çalışılıyor.
Kentin girişinde askerler var… Hem güvenliği sağlamaya çabalıyor hem de enkazdan yaşayanları kurtarmaya çalışıyorlar.
600 Konutlar şehrin başladığı yerde ve burada ilk andan itibaren çalışan askerler var. Binlerce insanın bir bölümü kendini kurtarmayı başarmış, bazıları ise enkaz altında. Enkazdan kendi imkanıyla çıkanlar, daha düne kadar “Evimiz” dedikleri moloz yığınlarına bakıyor.
Askerler Giresun’dan gelmiş, jandarma özel harekât mensubu. Bu yüzden nispeten tecrübeli olduklarını söylüyorlar.
Depremin ilk anlarından bu yana 15’ten fazla yurttaşı ekipmanları olmadan enkazdan kurtarmışlar. Yaklaştığımızda ise 16’ıncı yurttaşı kurtarmanın hazırlıklarını yapıyorlar. Birkaç saat önce 21 yaşındaki ablasını enkazdan çıkardıkları 19 yaşındaki Beyza’ya kazdıkları tünelden ulaşmışlar. Beyza’nın sağlığı iyi, ancak önce sedye bulunamadığı için yıkılan apartmanlardan bir tahtanın üzerine konuluyor, neyse ki sonra ambulans geliyor ve sedyeyle çıkarılıyor. Arama kurtarmanın başındaki yüzbaşı da Hataylı, ailesinin iyi olduğu haberi almış ve çalışmalara katılmış.
Beyza’nın çıkarıldığı apartmanın hemen karşısındaki enkazdan bir ses geliyor, adı Mehmet Can… Arkadaşı kentin bir ucundan gelmiş, bağırıyor “Yaran var mı?” diyor. Yokmuş, kurtarılmak için sıraya alınıyor. Çünkü askerler çapraz apartmanda bir başka enkazda çalışmaya başlamış bile ve “Bekle geleceğiz” diyebiliyorlar Mehmet Can’a sadece. Görüntü almaya başladığımızda, “Ailelerimiz var, yüzümüz görünmesin. Bir de bizi düşünmesinler” diyorlar.
Yıkımın büyüğü burada başlıyor, şehrin sonuna kadar ilerliyor. Battaniyeye sarılı cenazeler köşede, güneşin olmadığı köşede bekletiliyor. Kimsenin vakti yok durup da cenazeleri kaldırmaya, cenaze araçlarının sayısı ise bir elin parmaklarını geçmiyor.
AFAD mı?
Gönüllüler orada, ancak enkaza girecek tecrübeleri yok. Trafiği düzenliyor, askerlerin ihtiyaçlarına koşuyor, su ve gıda tedarik etmeye çalışıyorlar. Enkaza girecek kadar tecrübeli olanların çoğu henüz gelmemiş/gelememiş. Gelenlerin ise karşısında hiçbir gözün alamayacağı, hiçbir kameranın açısına sığamayacak kadar yıkım duruyor.
Yıkılan apartmanlar caddelere enkaz bırakmış, ambulanslar ve araçlar ilerleyemiyor. İtfaiye bazı enkazlardan yükselen dumanlara yetişmeye çalışıyor. Sirenler birbirine karışıyor, artık kulaklara yerleşiyor.
Kentin özel hastanelerinden birinin önünde hareketlilik var, duruyoruz. Az ilerideki otoparkta hastaneden çıkarılan hastalar bekletiliyor. Kalp ameliyatı için hastaneye yatan da bacağı kangren olan da burada.
Kalp hastası anlatıyor: “Öleceğimi sandım, bir hemşire geldi. Bir kolunda yeni doğmuş bir bebek vardı. Bana seslendi, diğer koluna da ben girdim ve dışarı çıkardı beni. Adını bilmiyorum, ama Reyhanlı’dan bir hemşire olduğunu biliyorum.”
Hastane önünde ise bir vinç, yukarı aşağı gidip geliyor. Etrafında bekleyenler var. Hastanenin yoğun bakım servisinde yatanlar, bu vincin sepetine yatırılıyor, aşağı indiriliyor. Varsa yakınlarına teslim ediliyor, yoksa bir umut başka hastanelere gönderilecekler.
Hastane çalışanları vinci kendi ceplerinden verdikleri parayla tutmuş, ilk gün biraz çalıştıktan sonra yakıt bitmiş. Neyse ki ikinci gün yakıt Adana’dan bulunmuş ve çalışmaya devam ediliyor. Aşağıdaki hastane çalışanı, “Entübe edilenler vardı, eğer maskeleri çıkmadı ise onlar da hayattadır” diye umuyor.
Hastanenin karşısındaki eczanenin raflarından yere dökülen ilaçları arıyor gözlerimiz, ama yok. Çünkü her geçen ilaçları poşetlere doldurup götürmüş. Bir yandan hastanedeki kurtarma çalışması sürerken, bir yandan eczanenin geride kalan ilaçlarını montuna dolduranlar oluyor. Hemen yandaki sahibi ise “Sağlıkçılar alsın, siz niye alıyorsunuz” diye eczanesini korumaya çalışıyor.
Çaprazdaki gözlükçüde de durum farklı değil. Tek bir gözlük çerçevesi kalmamış durumda. Hastanenin görevlisi şaşkınlığımızı görmüş olacak ki yanımıza geliyor: “Bütün gözlükleri çaldılar, ne yapacaklar bilmiyorum…” Oradan da ayrılıyoruz…
Hava kararırken, Atatürk Caddesi’ne ilerliyoruz. İlerlemek kolay değil, yıkılan apartmanlar caddenin bir bölümünü kapatmış. Alt geçit hasarlı olacağı ihtimaline karşı kullanılmıyor, üstünde yol enkazla tamamen kapanmış durumda.
Ambulansların sirenleri giderek artıyor, trafik yoğunlaşıyor. Ambulansların geçmesi için açılan yollarda, hemen arkalarına sivil araçlar takılıyor. Trafik kilitleniyor…
Bazı enkazlardan dumanlar yükseliyor. İlerleyen günlerde öğreniyoruz ki enkazda çıkan yangında altında kalanların yalnızca kemikleri çıkarılabilmiş. Bazı enkazların üzerinde ekipler çalışıyor, çoğu gönüllü, çoğu alanında uzman derneklerin gönüllüleri.
Bir enkaz tüm enkazlardan daha aydınlık, daha fazla ışığa sahip. O enkazın üzerinde de çalışmalar yapılıyor. Işığı sağlayan ise oradan canlı yayın yapan bir televizyon kanalının spotları. Geriye kalan çoğu enkazda ise kafa lambaları, el fenerleri kullanılıyor.
Elektrik yok. Her köşe başında bir ateş yakılmış, yıkılan evlerden çıkarılan tahtalarla. Ateş başında ısınmaya çalışanların yakınları ise enkaz altında, belki de üşüyor.
Bekleyenler anlatıyor: “Bir sıra varmış. Sıranın bize gelmesini bekliyoruz, ekip yok. Gidip ekipmanları bize verin dedik, yeteri kadar ekipman da yokmuş. Bekliyoruz, gelen olmuyor.”
Bir başkası cenazesinin çıkarılmasını bekliyor. Bağırıyor: “Yaz bunları yaz! Herkes ‘mucize’ peşinde. Enkazdan bir canlı çıkıyorsa, 10 cenaze çıkıyor. Onların hikayesi, onların seveni yok mu?”
Yol kenarında bir ambulans, ekipler enkaz üzerinde ve sekiz de cansız beden duruyor köşede. Biraz sonra battaniyeye sarılıyorlar, oldukları yerde beklemeye devam ediyorlar. Yakınları var mı? Bu soruya cevap verecek hiç kimse yok çevrede.
İlerledikçe Hatay Millet Bahçesi’ne geliyoruz. Burada kurulan eski kıl çadırlar, şimdi depremzedeleri ağırlıyor. Az sayıda AFAD logolu çadır ise depremden sağ kurtulanlar ve askerler tarafından kuruluyor.
Bir ateşin başında bir bebek ağlıyor, annesinin kucağında ve elinde biberonla. Henüz girebilecekleri bir çadır yok, başka gidecek yerleri de…
Hemen önlerinde ise bir anneanne ve bir çocuk, kurulan çadırlara bakıp soruyor: “Biz de alalım mı?” Anneanne söz giriyor, “Getirecekler, bize de getirecekler…” Oysa kimse çadır getirmiyor, bir köşede bekleyen çadırları, gücü yeten omzuna alıp getirmek ve kurmak zorunda.
Gönüllüler mont getiriyor, çocuk giyiyor ve küçük geliyor. Anneanne “Hiç değilse daha az üşüyecek” diyor, bir de küçük torunu için istiyor. Küçük torun ise dedenin kucağında sakinleşmeyi bekliyor. Anne ve baba ise hala aranıyor.
Geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz… Yine aynı enkaz, ambulans gitmiş. Ekipler de… Cenazeler ise hala orada. Üzerinden dört saatten fazla geçmesine rağmen kaldırılamamış.
Az ilerde duran polislerin yanına gidiyoruz, “Cenazeleri kaldıracak bir araç için anons yapar mısınız?” diye. Polis anonsu yapıyor, bize dönüp ekliyor: “Yollar cenaze dolu, yetişemiyorlar. Erkenden gelmez.”
Yurttaşlar geçen ambulansı durdurup “Cenazeyi alın” diyor, sağlık görevlisi haklı biçimde “Benim işin yaşayanla, nolur kusura bakmayın” diyor. Onlarca aracı durduran yurttaşlar, cenazeleri kaldırtmayı başaramıyor.
Kaldırımdan gelip geçenler cenaze olduğunun farkında bile olmadan yatanların üzerinden atlayıp yoluna devam ediyor. Uzun saatler sonra bir pikapla cenazeler kaldırılıyor. Kimdiler? Yakınları, arayanları var mı? Biri çocuk sekiz cenaze, kim oldukları bile bilinmeden kentin toz bulutu arasında götürülüyor…
Saatler gece yarısını geçerken, özel hastanenin ilerisindeki boş araziye park ettiğimiz aracımıza dönüyoruz. Geceyi araçlarında geçirmek isteyenler, çocuklarını araçlarına bindiriyor. Klima zehirlememesi için sık sık kontrol ediliyor.
Depremin vurduğu Hatay’da bir gün böyle son buluyor ama o ses hiç bitmiyor: “Sesimi duyan var mı?”