
BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Yüzüncü doğum gününü yaşayan Cumhuriyet, benim gibi fazla bayram seyran merakı olmayanlar için bile haber değeri taşır. Böylesi bir kilometre taşı geçmişin bir çetelesini çıkarmak, uzun soluklu bir değerlendirme yapmak için fırsat yaratır.
Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yaş gününü, kendi kuruluş ilkelerine biraz mesafeli bir iktidarın elinde giriyor. Öyle ki böylesi önemli bir yıldönümünün hemen öncesinde düzenlenen Gazze mitinginin bir ön alma, enerjiyi dağıtma hamlesi gibi algılanması engellenemiyor. Dünyanın her yerinde bu kadar önemli eşikler büyük hazırlıklarla kutlanırken, Türkiye’nin yüzüncü yılı, 75’nci yıl kadar bile kutlayamaması, bu şüpheleri daha da besliyor. Gücü elinde tutanlar, Cumhuriyet gibi ortak bir değeri belki de muhalif kitleyle daha fazla özdeşleştiriyor.
Gençler pek hatırlamayabilir ama muhalefet olduğu dönemlerde İslami hareketin Cumhuriyet’in birçok bileşenine itirazı, iyileştirme taahhüdü mevcuttu. Muhalefetteyken Cumhuriyet’in yeterince demokratik olmadığından, siyasetin alanını daraltıp toplumun taleplerine cevap veremediğinden dem vururlardı. İnsan haklarına saygı, Kürt meselesinin barışçıl zemine çekilmesi, genel olarak Batılı demokrasilerin standartlarının tutturulması gibi bir dizi önerileri mevcuttu. Tek adam kültünden şikâyet ederlerdi. İddialarına göre rant çeteleri kaynakları sömürmekte, bundan dolayı ekonomi çalkantılardan kurtulamamakta, dar gelirliler ve ücretliler ezilmekteydi. İktidara geldiklerinde bütün bu sorunları çözecek demokratik, müreffeh bir ülkeyi inşa edecek, kan emici rantiyeleri temizleyeceklerdi. 20 küsur yıl sonra bütün bu eleştirdikleri konularda ne ölçüde iyileştirme sağladıklarını takdirinize sunuyorum.2
20 yılı aşkın süredir gücü elinde tutan siyasi hareketin dış politikaya ilişkin eleştirileriyse bütün politika önerileri içinde önemli yer tutmaktaydı. Osmanlı geçmişiyle bağını kopartan köksüz bir Cumhuriyet, tarihi yükümlülükleriyle ve coğrafi konumunun gerekleriyle uyumlu bir politika üretememekteydi. Dış politikada direksiyonu elinde tutan pısırık ve Batı karşısında kompleksli bir zümre, elindeki kozları kullanamamakta, bölgede fırsatları kaçırmaktaydı. Oysa Batı, Ortadoğu’da yürüttüğü politikalarla dini ve kültürel bağlara sahip olduğumuz toplumları ezmekteydi. Türkiye, İslam toplumları içinde müstesna bir yere sahipti; liderlik vazifesini yerine getirip mazlum toplumlardan yana tavır koymalıydı.
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının daha kırılgan ilk yıllarındaki Batı yönelimli dış politikalarının ardından özellikle Arap Baharı’yla beraber bu tonlama belirgin olarak ortaya çıkmaya başladı. Gerçi ta Özal zamanından beri bürokrasinin dış politikaya ilişkin tutumuna popülist politikacılardan benzer eleştirileri duymaktaydık. ‘Monşer’ diplomatlar Batı’ya fazla teşne olduklarından çıkarlarımızı yeterince koruyamamaktaydılar. Hatta bu bakışa tarihsel bir dayanak bulmak adına daha aktif ve dinamik Atatürk dönemiyle İnönü’nün çekingen politikaları karşılaştırılıyordu. Atatürk’ü doğrudan karşıya almamak için günah keçisi haline getirilen İnönü’yü hedef tahtasına oturtan bu yaklaşım, böylece pazarlaması daha kolay hale getiriliyordu.
Neticede uzun iktidar yılları boyunca çokça eleştirilen Cumhuriyet’in dış politikalarını revize etmek, alternatif üretmek için önemli birçok fırsat yakalandı. İdeal bir zeminde kurgulanan hamleler, iktidar gücünü eline geçirenler tarafından gerçeklerin dünyasında uygulanmaya başlandı. Sonuç çok kısa bir sürede Cumhuriyet tarihinin en büyük hüsranına dönüştü…
Ortadoğu’daki liderlik hedefiyle giriştiğimiz yoldan bölgede en fazla yalıtıldığımız halde ayrıldık. Hayal kırıklığı, iktidarın içeride yeni paydaşlarla çalışmasına, ABD’nin ve Avrupa’nın güvenilmez aktörler olarak kodlanmasına kadar gitti. II. Abdülhamit zamanında olduğu gibi Batı dünyasına en iyi ihtimalle şüpheyle yaklaşan, zaman zaman da kendisine Rusya gibi yeni yoldaşlar arayan bir siyasete geçildi. Ne olursa olsun teslimiyetçi Cumhuriyet politikalarına dönülmeyecekti.
Arap Baharı’ndaki kadar gürültülü olmasa da bu ‘muhteşem yalnızlık‘ politikaları da tamamen iflas etti. Deneme yanılma yöntemiyle geçirilen yılların ardından iktidardakiler bir kez daha alelacele buldukları alternatifin çıkmaz sokaklara ulaştığını fark ettiler. Kutusundan çıkarılamadan bir kenara koyulan hava savunma sistemleri, genel olarak savunma sanayiinin ihtiyaçlarını karşılamada karşılaşılan güçlükler, bölgedeki istikrarsızlığa, terör örgütlerinin varlığına karşın öfkeli söylevlere rağmen yapılabilenin sınırlı kalması, dış politika krizinin boyutlarını gösteriyor. Seçim sonrası Erdoğan’ın başta ABD olmak üzere müttefikleriyle yeni bir denge bulma çabası tıkanıklığın farkındaki bir iktidarın çözüm arayışı olarak okunmalı.
Öte yandan iktidarın herkesten iyi yaptığı, muhalefetin ise bir türlü tam çaresini bulamadığı şey ise gerçeklik ile kitleye sunulan beyaz dizi arasındaki muazzam uçurum. Cumhuriyet’in yerleşik dış politika prensiplerine alternatif üretemeyen, girdiği her yeni yolda çukura saplana iktidar, romantik vizyonunun yerine hesaba kitaba dayalı, gerçekçi politikaların kaçınılmaz olduğu görüyor olmalı. Ama kitleyle iletişimde böyle bir geri vites algısına izin verilemez. Üstelik faiz politikası gibi üstüne basa basa gidilen alanlarda böylesi sert bir tornistan yaşanırken. Öyleyse NATO genişlemesi, silah tedariki, Ukrayna savaşı gibi temel konularda nispeten rasyonel bir çizgi tutturulurken, bu politikaların toplumla iletişimine gelince duygulara hitap edecek bir paralel gerçeklik yaratılmalı. Bunun yapılabilmesi için iktidara yakın sesler ve yayın organları bıçkın bir tonla ABD’ye saldırırken, arka planda mutedil bir politika çizgisi izlenmesi gerekiyor. Adeta ‘Payitaht Abdülhamit’ dizisinde Sultan’a İngiliz konsolosu tokatlatırken, gerçek hayatta ilişkilerde bahar havası yaşanması gibi ikili bir hayat yaşanıyor.
Sadece iktidar destekçileri değil aynı zamanda muhalifler için de gündemi dolduran, kılıcından kan damlayan bu söylem çok önemli. Erdoğan ve onun ekibi ekonomi politikalarında olduğu gibi dış politikada da ağızlarından çıkanı, kitle üzerinde etkileriyle değerlendiriyor. Söylenenin içeriği, kitlenin onu nasıl tarttığıyla, arkalarındaki toplumsal desteği koruyup korumadıklarıyla ölçüyor. Bu amaçla kurgulanmış içi boş bir Batı karşıtı söyleme odaklananlarsa, somut zeminde olup biteni kaçırıyor.
İşte bu çerçeve içinde, 28 Ekim’deki Gazze mitingi, iktidarın yaratmak istediği imaj üzerinden değerlendirilmeli. Bir yanıyla Cumhuriyet’in seküler damarı dengelenirken, mazlum bir Müslüman toplumun acılarına ortak olunuyor. Başta iktidar olmak üzere dış politikayı yakından takip edenler mevcut koşullarda Türkiye’nin Filistin halkı için elinden pek bir şey gelmediğinin farkında. Ama bu Filistin davasının iktidar hesapları için kullanılamayacağı anlamına gelmiyor. Erdoğan gibi kıvrak bir siyasetçi muhalefetin kendine alan yarattığını sandığı yerde yine bütün ağırlığıyla ringde beliriyor.
Bu tekil olaydan yola çıkarak daha genel bir değerlendirme yaparsak iktidarın ve onun arkasındaki ideolojik arka planın bütün debelenmesine rağmen dış politikada anlamlı bir alternatif üretemediği görülüyor. Bir yanıyla bu durum, yüzyıllık Cumhuriyet’in ekonomik alandaki bütün aksamalara, demokrasisini bir türlü eksiklerinden kurtaramamasına karşın dış politikada çok daha başarılı olmasıyla da alakalı. Yüz yıl önce kurulan Cumhuriyet Lozan’dan kısmi bir başarıyla ayrılmış, masada eksik kalan Boğazlar gibi bazı konular ise kurucu kadronun başarılı hamleleriyle ilerleyen yıllarda telafi edilmişti. Bu her şeyin eksiksiz olduğu anlamına gelmiyor elbette ama uluslararası konjonktürün dayattığı kısıtlar dahilinde seçilen doğrultunun yerinde olduğunu gösteriyor.
İktidar, Cumhuriyet’in yüzüncü yılında bir yanda bu kısıtların farkına varırken, diğer yanda dış politikayı bir tribün şovu haline getirmeyi yenilik olarak önümüze getiriyor. Ekonomide rantiye sınıfından şikâyet ederek kendi asalak sınıfını yaratan, demokrasimizin eksikliklerinden dem vurup otoriterleşmeyi şahikaya çıkaran bir siyasi akımın dış politika karnesinde kala kala sanal bir gerçeklik yaratma becerisi kalıyor.