LEVENT GÜLTEKİN
acikcenk@gmail.com
@acikcenk
Türkiye’de siyaset uzun süredir kimlik, mezhep ve inanç üzerinden yürüyor.
Öyle ki partiler bile bu değerler esas alınarak örgütlenmiş durumda.
Kürtlerin partisi, Türk milliyetçilerinin partisi, Alevilerin ve Atatürkçülerin partisi ve muhafazakâr dindarların partisi.
Bu durumun daha da belirgin hale gelmesinde kuşkusuz en büyük pay mevcut iktidara düşüyor.
Çünkü mevcut iktidar din ve kimlik istismarına dayalı siyaseti kendisi için en güvenli alan olarak görüyor.
Böyle olunca da değerler, kimlikler, inançlar, mezhepler üzerinden siyaset daha da belirgin hale geldi.
Muhalefet partileri de iktidarın bu politikasını boşa çıkaracak bir siyaset izlemek yerine, tam tersine bu anlayışın daha da kalıcı hale gelmesine yarayacak bir yaklaşım içine girdi.
Sözde hepsi kimlik ve inanç siyasetine karşı.
Mesela cami avlusunda miting yapan siyasetçi de kimlik ve inanç siyasetinden şikâyet ediyor, “Türk milliyetçiliği bizim vazgeçilmez davamızdır” diyen de.
Ağzından Kürt vurgusundan başka bir şey çıkmayan siyasetçiler de kimlik istismarından yakınıyor, partideki örgütlenmede bir mezhep mensuplarına ağırlık veren de.
Tek bir gün Atatürk’e iltifat etmeyen ama seçim zamanı soluğu Anıtkabir’de alan siyasetçi de istismardan şikâyet ediyor, seküler bir yaşam sürerken seçim döneminde dindarlık pozları vermekten helak olan siyasetçiler de.
Değerler üzerinden siyaset yapılmasından herkes şikayetçiyse peki bu siyaseti kim yapıyor?
Herkes “Biz değil öteki yapıyor” diyerek kendini avutsa da mevcut partilerin önemli bir kısmı ne yazık ki bu çarkın birer dişlisi gibi hareket ediyor.
Dahası bu partilerin fanatiği olan seçmenler de bu çarkın yağı olmuş.
Yani Türkiye’de siyasetin değerler üzerinden yapılmasının en temel sorumlusu mevcut siyasetçiler olsa da nihayetinde hepimiz sorumluyuz.
Kimlik, inanç siyaseti kifayetsiz siyasetçiler için bir sığınağa dönüşmüş durumda.
Toplumun bütününe hitap edecek bir yaklaşım ortaya koyamayan, sözle yapsa da eylemleriyle farklı kesimleri aynı duygu etrafında toplayacak kabiliyeti gösteremeyen, ülkeye yapacağı hizmetlerle toplumun ilgisini çekmeyi başaramayan siyasetçiler değerler üzerinden yaptıkları siyasetle kolayca taraftar toplayabiliyor.
Bu siyaset anlayışı, bizi şimdilerde adayların mezhebi ve kimliği üzerinden bir tartışmaya sürükledi.
Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu geçtiğimiz günlerde ‘Alevi‘ başlıklı bir video yayınladı.
Herkes çok beğense de bana göre gereksiz, lüzumsuz, anlamsız ve en çok da muhalefete zarar verecek türden bir videoydu.
Alevi toplum kesiminin yaşadığı ayrımcılığı, bu ayrımcılığın neden olduğu acıları ve bu acıların yarattığı travmaların farkındayım.
Kılıçdaroğlu’nun “Ben Aleviyim” demesi bu insanlarda doğal olarak bir duygu patlamasına neden oldu.
Bu gayet anlaşılır bir durum ama ben yine de bir siyasetçinin -velev ki kimi kendini bilmezler mezhep, inanç üzerinden bir ayrışma yapmış olsalar da- kendi mezhebini vurgulama ihtiyacı hissetmesini yanlış buluyorum.
Bu seçimde bir mezhep tartışması başlatmayı daha çok iktidardan bekliyordum.
Ama iktidar henüz açıktan böyle bir tartışma başlatmamışken muhalefetin ‘ön almak’ gerekçesiyle böyle bir tartışma başlatması, bana kendi ayağına kurşun sıkmak gibi geliyor.
Eğer iktidar böyle bir tartışmayı başlatsaydı bunun üzerine de Kılıçdaroğlu çıkıp, “evet Alevi’yim ama bundan size ne? Utanmıyor musunuz bu çağda böyle anlamsız, kısır, lüzumsuz tartışmalar yapmaya” deseydi, hem etkisi hem de işlevi çok farklı olurdu.
Ardından Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu’nun büyük bir işgüzarlıkla ‘Sünni‘ başlıklı bir video çekmesi, meseleyi daha da tuhaf bir hale getirdi.
Bu iki konuşmanın da teması birlik, bütünlük olsa da mezhep farklılığı vurgusu hem toplumda, “Lübnan mı oluyoruz” endişesi yarattı hem de doğal olarak farklılaşma doğurdu.
Mezhep, inanç, kimlik siyasetinin ülkeleri ne hale getirdiğinin en acı örneğini Irak ve Lübnan gibi ülkelerde görüyoruz.
Cumhurbaşkanı bir mezhepten olurken denge için başbakanlık başka bir mezhebe, meclis başkanlığı başka bir kimlikten siyasetçiye verilmek zorunda kalınıyor.
Böyle olduğu için de bu iki ülkenin yakası uzun yıllardır bir araya gelmiyor.
Bu nedenle hepimizin üzerinde düşünmesi gereken esas konu, ‘bu tür kimliklere niçin gereğinden fazla anlam yüklüyoruz‘ meselesidir.
Çünkü, “Bu kimlikler bize ne kazandırıyor”. “Hayatımızda nasıl bir anlamları var?”
Veyahut, “Nasıl bir insan olup olmayacağımıza bu tür değerlerin ne tür bir katkısı var” gibi sorulara işe yarar bir cevabımız yok.
Mesela dindar olduğumuz için daha mı iyi, daha mı kabiliyetli, daha mı ahlaklı insan oluyoruz?
Ya da Alevi olunca doğal olarak iyi, namuslu, çalışkan bir insana mı dönüşüyoruz?
Peki ya Kürtlük?
Nedir tam olarak Kürtlük?
Ya da Türklük? Kime Türk denir? Bir insanın hangi etnik kökenden olduğunu belirleyen ana faktör nedir?
Kan mıdır? DNA yapısı mıdır? Dil midir?
Hangisine bakarak bir ayrım yapacağız?
Aynı durum mezhep ve inançlar için de geçerli.
Hayatımıza, kişiliğimize, nasıl bir insan olup olmayacağımıza zerre kadar katkısız olmayan bu tür değerlerin bu kadar önemli hale getirilmesi, hele bunu siyasetçilerin ve kendine aydın, yazar diyenlerin yapması, bana hakikaten anlaşılmaz geliyor.
Toplum kesimlerinin bu tür kimliklere ihtiyaç duyması anlaşılır bir durum.
Ama aydınların, siyasetçilerin, yazarların bu değerlere gereğinden fazla önem atfetmesi, toplumun doğal olarak bu tür değerlere gereğinden fazla anlam yüklemesine neden oluyor.
Halbuki bizim için esas olan bu ülkenin evladı olmaktır.
Hangi mezhepten, inançtan, etnik kökenden gelirsek gelelim, geldiğimiz yer ve en üst kimlik bu ülkenin evladı olma duygusudur.
Birbirimizle kader ortağı olduğumuz, birimizin canı yandığında diğerinin koşarak gitmesine neden olan duygu kimlikler, mezhepler kaynaklı değil, aynı ülkenin evladı olmanın yarattığı duygudur.
Kimileri son dönemde sıklıkla, “Alevi bir cumhurbaşkanı seçeceğiz” diyerek, iyi niyetle bu durumun demokrasiye katkısına dikkat çekme çabasında.
Bana göre bu tür kimlik vurguları yarardan çok zarar veriyor.
Çünkü adayın kimliği, mezhebi, inancı ya da inanmıyor olması bizi ilgilendiren bir konu değil.
Bizim için esas olan yönetme becerisi, iş yapma kabiliyeti, dürüst ve namuslu bir siyasetçi olup olmamasıdır.
İster inançlı olsun ister inançsız, ister Alevi olsun ister Sünni, ister kendini Türk hissetsin ister Kürt veyahut başka bir etnik kökenden.
Ülke yararını kendi kişisel çıkarı üstünde tutan, yönetme kabiliyeti, iş yapma becerisi olan herkesin yönetimde olma hakkı var.
Bize düşen bu hakka sahip çıkmak, bunu yaparken de kimlik ve mezhepleri gereğinden fazla vurgulamaktan kaçınmaktır.
Hangi niyetle, hangi amaçla olursa olsun kimlik ve mezhepleri vurgulamak, değerler üzerinden sürdürülen ayrımcı siyasetin değirmenine odun taşımaktır.