
MURAT SEVİNÇ
Aslında dört beş gündür, Kemal Gözler’in geçen hafta kaleme alıp “Acaba anayasa hukukunun sonu mu geldi?” sorusunu yönelttiği makalesine ilişkin bir yazı düşünüyor ancak bir türlü yoğunlaşıp bilgisayar başına oturamıyorum. Neden? Çünkü ben yaklaşık iki yıldır bir ‘ev erkeğiyim’ ve inanın bu çok zor, yorucu, zaman alan bir iş sayın okur. Bazen tüm gün bilgisayar yüzü göremediğim oluyor. Yeri gelmişken, çilekeş ‘ev kadınları’ ile birlik olmamız gerektiği açık. Kendileriyle işbirliğine ve her türlü desteği vermeye hazırım!
Günlerdir, bir yandan Kemal Gözler’in sorusuna vereceğim yanıtı düşünürken, diğer yandan olup biteni takip etmeye çalışıyor ve ‘şu çılgın Türkler’in hızına yetişemiyorum. İsveç’i üç dört ay meşgul edecek olaylar bazen yalnızca bir iki saatte gerçekleşiyor ve ne yazacağınızı da şaşırıyorsunuz. Sabahları ev işlerinden fırsat kaldıkça sevgili Ünsal Ünlü’nün Periscope yayınını seyrediyor, ne olup bittiğini, havuz basınının manşetlerini vs. öğrenmeye çalışıyorum.
Anlayacağınız, biraz dağılmış durumdayım ama dağılamamak, inat etmek gerekiyor. Hem ‘ev erkelerinin’ prestiji söz konusu, hem de zaman dağılma zamanı değil. Ayrıca, insan köşe yazınca, yazmadığında memleket batar filan gibi matrak bir ruh haline de bürünüyor. Ama bir ‘köşecinin’ bu temelsiz ve saçma ruh durumu, sonranın ‘hikâyesi’ olsun…
Hâl böyleyken, yıllardır her yazdığını okuyup bazı yorumlarını çok eleştirdiğim (ve atılma döneminde meslektaşlarına verdiği içten destek unutulmayacak) değerli anayasa hukukçusu Prof. Kemal Gözler’in makalesine yanıtı sonraki yazıya bırakıp yerel yönetim seçimindeki aday belirleme sürecinin ‘olağan anormalliği’ üzerine bir şeyler söylemeyi istedim.
Değerli okur;
Sizi bir yurttaş olarak hiç kimsenin ciddiye almadığının farkındasınız değil mi? Yani sizin vergileriniz ve emeğinizle var olup ayakta duran bir sistem; iktidar ve muhalefetiyle, tüm bileşenleriyle, nasıl da büyük bir rahatlıkla siz yokmuşsunuz gibi davranabiliyor! Size yurttaş muamelesi yapılmıyor çünkü sizler yurttaş olduğunuzun farkında değilsiniz. Türkçesi, hak ettiğiniz gibi davranılıyor ama aslında bu muameleyi hak etmiyorsunuz, hak etmiyoruz!
Yalnızca şu bir iki güne bakalım:
Kapitalizmin acı çektirerek sona ermesi sürecinde, son yıllarda pek çok batı demokrasisinde gerçekleşen halk hareketlerinin bir örneği, bu kez Fransa’da yaşanıyor ve yüzbinlerce yurttaş ‘sarı’ yelekleriyle sokaklarda. Herkes haberdar, uzatmaya gerek yok. Türkiye’de iktidar ve müttefiklerinin tepkilerinin farkındasınız. Dün, daha önce Cemaat’i övmekten helak olmuş ‘iki ayaklılardan’ bir TV sunucusu, ‘Gezicilerin’ başlarının kesilmesini önermiş. Soruşturma açılacak mı? Hayır. Açılsa da bir şey olmaz, nitekim daha önce bir diğeri, imzacı akademisyenlerin ‘kanlarında banyo yapmak’ istemiş, bağımsız yargı bu latif talebi ‘ifade hürriyeti’ saymıştı. Neden? Çünkü bağımsız.
Yine dün, FOX TV’nin sevilen haber sunucusu (Fatih Portakal) benzer bir gerekçeyle hedef gösterildi. Sunucu, Fransa ile Türkiye’yi karşılaştırıp Türkiye’de böyle bir zam protestosunun mümkün olamadığını söylemiş. Hepsi bu. Öyle orta zekâya filan gerek yok, ortaya yakın, yani akşamları evin yolunu bulmaya yardım edecek düzeyde bir zekâ dahi, sunucunun ne dediğini anlar. Hemen medya linçi başlamış. Hakkında suç duyurusunda bulunulmuş. Hükümet sözcüsü de acilen kınamış. Sunucu, programda, ‘anayasal hak’ olan ‘barışçıl protesto hakkını’ savunmadı bile. Yalnızca iki ülkeyi karşılaştırdı. Bir de ‘anayasal hakkı’ savunsaydı başına neler geleceğini tahmin etmek güç değil: Ne anayasası ulan!
Bugün, iktidar sözcülerinden Bahçeli, ‘Sarı Yelekliler’ üzerinden Türkiye ‘muhaliflerini’ tehdit etmiş: “Özenen varsa, bunun bedelini çok ağır bir şekilde öder.” Türkiye’de şu anda böyle bir durum mu var? Hayır. Peki bu tehditler neden o zaman? Neyin endişesi? Ayrıca, ‘Neye özenen?’ Örneğin üç yurttaş bir araya gelip bir şeyi protesto edemeyecek mi artık? Hoppala. E hani anayasal haklar, barışçıl protesto hakkı? Üniversitelerde şu an itibariyle, temel haklar konusu anlatılırken ne söyleniyor hakikaten? ‘Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını’ anlatan bir hukukçu ne yapmalı? Açıp anayasa maddesini okusa içeri girebilir! Basit: Ne anayasası ulan!
Bu arada, şu saçma ve komik ‘durumu’ da ihmal etmeyelim: Türkiye sağı kendisini aştı ve batı demokrasilerindeki kitle hareketlerine ‘bulaşmaya’ başladı artık. Memleketin, çoğu dil filan da bilmeyen sağcı basın ve siyasetçisi, Fransız halkına laf yetiştirip Macron’a ayar veriyor! Hakikaten eşi benzeri olmayan günlerden geçiyoruz! Pek yakında, trafikte dikkat çekmek için tercih etikleri sarı yelekleriyle bisiklet kullananların başı derde girerse hiç şaşırmayacağız!
Yine dün, Sözcü gazetesinin iki yazarı hakkındaki ‘FETÖ’ suçlamasını, ayrıca Ayşe Düzkan’ın, Ragıp Duran’ın ve Gençay Gürsoy Hoca’nın aldığı mahkumiyet haberlerini okuduk. Bağımsız yargının takdire şayan iddianamesi ve kararlarını. Sözcü yazarları için deniyor ki iddianamede, “FETÖ hakkında ağır ve eleştirel yazılar yazmış olmaları, FETÖ’ye yardım etmedikleri anlamına gelmez.” Maşallah. Ne anlama gelir peki?
Hayli zamandır, yaklaşık olarak şöyle bir iddianame mantığı yürürlükte: “Bakkal Mehmet Allah bir dedi, İŞİD’liler de Allah bir diyor, demek ki Bakkal Mehmet üye olmamakla birlikte İŞİD’e destek oluyor.” Harika. Ardından bağımsız yargı iddianameyi kabul edip bağımsızca yargılıyor.
Yukarıdakiler, yalnızca dün (Salı) okuyabildiğim haberlerden. Allah bilir daha neler olmuştur.
İşte değerli okur, tüm bunlar, sen yurttaş olmadığın için. Olamadığın, kendi değerini bilemediğin için. Birileri çıkıp seni tehdit ettiğinde, “Dur bakalım arkadaş, sakin ol biraz, benim haklarım var, bu memleketin bir anayasası var,” diyemediğin için. Sana ‘elli sağa, elli sola yatık çizgi’ çizmeyi öğreten milli eğitim sistemi, yurttaşlığın ne olduğunu öğretmediği için. Kendini seni yönetenlerle eşit saymadığın için.
İktidarı boş verelim; onlar, siyasal İslamcı bir siyaset memleketin bu koşullarında nasıl davranabilirse öyle davranıyor. Sorun şu ki, muhalefet de sizi, bizi yurttaş saymıyor. Her birimiz, belli aralıklarla sandığa gidip oy veren ve başkaca bir etkisi olmayan insanlar muamelesi görüyoruz. Bu feci hâl yalnızca mevzuatla ve devletin merkeziyetçi yapısıyla açıklanamaz. Yönetime katılmak bir haktır ve bu hak yalnızca iktidar tarafından değil, siyasi aktörlerin tamamı tarafından yok sayılıyor.
Muhalefetin yerel yönetimler için aday ‘arayış yöntemi’ canınızı sıkmıyor mu hakikaten?! O onunla görüşmüş, bu bunula görüşmüş, şunu aday yapacaklarmış, feşmekan kabul etmemiş… Öyle mi? Peki ben neredeyim? Siz neresindesiniz bu sohbetlerin? Sizce aday belirlemeye çalışanlar, sizlerden daha nitelikli, eğitimli, akıllı insanlar mı? Nasıl oluyor da yıllarca şehrinizi yönetecek olan birileri, sizin iradenizin tamamen dışında belirleniyor?
Böyle bir tavrı/teamülü neden hazmediyorsunuz? Neden partilerinizi etkilemeye çalışmıyorsunuz? Neden muhtelif yurttaş kümeleri kendi adaylarını çıkarmıyor? Neden adı geçen insanları mahallelerinize çağırıp imtihan etmiyorsunuz? Örneğin, mahallenin parkına, eğer mahallenizde park bırakmadılarsa bir kahveye, siyaset yaptığını iddia edenleri davet edip ‘eşit koşullarda’ hesap sormuyorsunuz? Neden milletvekilleri belediye başkan adayı oluyor, olmak istiyor? O zaman neden milletvekili oldular? Şu basit soruyu dahi sormaktan aciz hâldeyiz. Çünkü milletvekilleri, yani bize vekalet etme dışında hiçbir işlevleri olmayan o altı yüz kişi de, bize sorulmadan belirlendi.
Hepimiz oturmuş, şehrimizi yönetecek insanın bize ‘sunulmasını’ bekliyoruz. Hay Allah, kim olacak acep?! Oysa siz desteklemediğinizde, oy vermediğinizde o adayın da, onu aday gösterenlerin de hiç bir kamusal varlığı olmayacak. İşte bu kadar güçlüsünüz. Ama gücünüzün farkında olmadığınız için, siyasetçiler için, sandık zamanı geldiğinde ‘tıpış tıpış’ gidip oy verecek birer ‘kellesiniz,’ hepsi bu.
Bu yüzden yurttaşlar, adaylık süreçlerini yalnızca izlememeli, her kanaldan etkilemeye çalışmalı. Benim, seksen milyonda bir kişi olarak, hemen her seçimde isimler üzerinden seçim yazıları yazıyor oluşumun nedeni bu. 2009 yerel seçimlerinden önce Radikal İki’de ‘Bekaroğlu ve Kılıçdaroğlu’ yazısıyla başlamıştım. Ciddiye alınmadığımın elbette farkındayım. Bıyıklılar ya da sizler beni ciddiye alın diye değil, belki iki kişiyi ‘yurttaşlık’ kavramı üzerinde düşünmeye sevk edebilirim diye çaba harcıyorum.
Çünkü tahammül edemiyorum! Adı Kemal olan birinin, adı Meral olan ve adı Temel olan diğerleriyle görüşüp pazarlık yapıp, benim mahallemi yönetecek insanı belirliyor olmasıyla derdim. Hiç birimiz, o Kemal’den de, o Meral’den de, o Temel’den de, diğerlerinden de daha az düşünebiliyor değiliz. Partiler toplumu anlayacak ve siyaseti dönüştürecek zihniyete, niyete sahip değilse (ki Türkiye’de değil!); toplum onları dönüştürür, dönüştürmelidir.
Başlıktaki isimler; Canan Kaftancıoğlu, Nesrin Nas… İkisi de, siyaset dışında doğru dürüst meslekleri olup buna mukabil siyasete girmiş, nitelikli, ne dediği belli, açık sözlü, özgürlükçü, dürüst, cesur kadın siyasetçiler. Şu anda yaşadığım şehir olan İstanbul’un yönetiminde görmek istediğim isimler. Olmaz mı? Çok mu saçma? Peki o zaman, saçma bulmadığınız isimleri dile getirin. Partilerinize baskı yapın. Kamuoyu oluşturun. Ama ne olur böyle oturup gözüne fener tutulmuş tavşan gibi, geleceğinizi başkalarının belirlenmesini izlemeyin.
Sandık, katılımın tek bir yoludur. Demokratik sistem o sandığa indirgenemez. İndirgenmesine izin vermeyin, vermeyelim. Biz yurttaşız. Bizi yönetenlerden ve yönetmeye talip olanlardan daha yeteneksiz filan değiliz. Onlarla eşitiz. Memleket de onların babalarının malı değil. Sizler, siyaseti kasaba kurnazı profesyonellerin eline terk ettiğiniz sürece, hangi ‘esnafın’ gelip gittiğinin de pek önemi olmayacak, inanın.
Ya da boş verin, oturup bekleyelim. Bu da bir seçenek. Ay siz bilmezsiniz, ne dolaplar dönüyor bu siyaset işinde, ne kadar zorlu bu süreçler. Öyle bilgisayar başında oturup iki tık tık yapmaya benzemez. Dur bakalım kimi aday yapacaklar. Ay inşallah bıyıklı olur. Çizgili takım elbise, şöyle hafif parlayan kumaşla, yanar döner. Ceket içi yelek ile mendil, ayol Allah’ın emri. Ayakkabı, rugan elbette. Hafif göbek, şöyle kemerden iki yana biraz pörtlemiş bel yağları… Beni büyük şehir adayı yaparlar mı ki? Aday olmak isteyen biri demiş ki, “Ben yıllardır şehircilik üzerine neredeyse doktora yaptım!” Şekerim ben doktoranın bizatihi kendisini yaptım. Bak heyecanlandım şimdi. Vallahi olur mu olur…
Çok mu ciddiyetsiz buldunuz şu son paragrafı? Ama, partilerin şu halini ve size yaptıkları muameleyi ciddiye alıyorsunuz, öyle mi? Eh kolay gelsin o zaman…