MURAT SEVİNÇ
2013’te ‘Gezi’ günlerinin başlamasına neden olan ‘polis müdahalesi’, Taksim’deki tek yeşil alan konumundaki Gezi Parkı’nın, bütün memleketi ‘Feshaneleştirme’ projesi çerçevesinde bir ‘kışlaya’ dönüştürülmek istenmesine tepki duyan yurttaş kitlesine yönelikti. Artık klasikleşen ifadeyle, ‘iki ağaç’ için nöbet tutanlara. Ancak sonrası, park savunmasını çok ama çok aşıp hiç kimsenin ummadığı sonuçlara neden oldu.
Yurt genelinde iki üç ay kadar süren, tarihimizin o güne dek tanıklık etmediği türden kitlesel eylemlerin en dikkat çekici ‘ilk’ özelliği ‘sahiplenilememesi’ idi. Türkiye’nin bir istisna dışında 80 şehrinde eylemler yapıldı. Milyonlarca insan sokaklara döküldü. İstanbul’da yatışmışken Ankara’da Dikmen Caddesi’nden Kızılay’a doğru her akşam binlerce insan yürümeyi sürdürüyordu. Ve böylesine kitleselliği hiç bir parti, sendika, grup vb. sahiplenemedi, kendisine zimmetleyemedi.
Anne babalar, o pek de ciddiye almadıkları ‘çocuklarının’ aslında ‘zannettikleri’ insan olmadığını fark etti şaşkınlıkla. Malum, her nesil kendini pek beğenip sonra geleni küçümseme eğilimdedir. Oysa o ‘sonraki’ daha kötü, daha cahil ya da daha zayıf değil, yalnızca farklıdır ve iyi ki farklıdır. Dünyaya, siyasete ve toplumsal gelişmelere ‘mektup yazılan’ yıllardan bakan bir baba, o ‘dünyayı’ pantolonun arka cebinde taşıyan bir çocuğu anlamakta zorluk çekecek kuşkusuz. Thomas Jefferson boşuna mı “Her 19-20 yılda bir yeni neslin ihtiyaçları yönünde yeni bir anayasa yazmalı” demişti!
Gezi eylemleri ‘iki ağaç’ nedeniyle başladı başlamasına ama kuşkusuz doğanın korunması amacıyla sınırlanamaz bir birikimin sonucuydu. ‘Birikim’ sözcüğüyle yalnızca iktidarın yöntem ve diline yönelik tepki/kızgınlığı kastetmiyorum. Etkisi vardı tabii o ‘iki ayyaş’ ifadelerinin, insana “İllallah” dedirten hoyrat dilin, derinleşen yoksulluğun, laiklikten verilen büyük ödünlerin, anti-demokratik uygulamaların, Cemaat yargısıyla ortaklaşa yürütülen malum davaların vs. Buna mukabil burada ‘birikim’ ile, tarihin vardığı aşamada ‘artık doğmuş olan’ yeni bir şeyleri anlatmaya çalışıyorum.
Dolayısıyla Gezi, bir süreç olarak, yeni olanın ‘doğum sancısı’ gibi düşünülmeli. Ne ‘başlayan’ ne ‘sona eren’ bir olgu. Ne demek bu? 1789 Devrimi olmasaydı, 1848 devrimleri olur muydu? Ya da 1871 Komün deneyimi. Ama herhalde Fransız burjuva devrimcileri, 10 yıllar sonrasında yaşanacakları, Sanayi Devrimi’nin sonuçlarını, çoluk çocuğundan başka bir şeye sahip olmayan ‘proleterlerin’ dünya tarihinde nasıl iz bırakacağını bilemezdi.
Yaklaşık iki asır sonra bu kez iletişim devrimini yaşıyoruz ve 10 yıllar sonrasında ne olabileceğini tam olarak kestirmek mümkün değil. Değil ama, tarihe bakarak varsayımlarda bulunmak mümkün. Bugün, yokluğunu hayal dahi edemediğimiz pek çok kurum Sanayi Devrimi’nin sonucu. Yani üretim ilişkilerinin ‘bir tür’ kurulduğu dönemin ürünleri. Haliyle tüm toplumsal siyasal kurumlar, gelenekler, kültür vs. söz konusu ilişkiler içinde örüldü. İletişim devrimi ve kapitalizmin vardığı aşamadaki çıkmazları, ister istemez yeni bir şeylerin doğmasına, klasik kurumların ya ortadan kalmasına ya da ciddi dönüşüm geçirmelerine neden olacak.
İletişim devrimi öyle sarsıcı ki, artık çok daha az insanın çalışmasıyla (yani emek gücüyle) aynı verimliliği elde etmek mümkün. Haliyle, çalışma dışındaki alanlara zaman ayırabilecek insan sayısı giderek artacak. Çalışmak zorunda olan da çalışmak isteyenler için yepyeni iş alanları icat edilecek. Bunun sonuçlarından biri, muhtemelen kentten taşraya göç ve yeni yaşam formaları keşfetme isteği olacak. Nitekim, baksanıza her yerde ‘yavaş şehirler’ konuşuluyor. Yine, temsil ilişkileri de kaçınılmaz biçimde değişecek. Saban kullanan birinin milletvekilleriyle kurduğu ilişkiyle, cep telefonundan Kanada’yla görüntülü konuşan insanın kurduğu ilişki bir olamaz. Olmayacak da.
Örneğin ‘Oy ve Ötesi’ adında bir sivil oluşum çıktı, şimdi her seçimde ‘partilere’ dahi seçim idmanı yaptırıyor. Ama işte bakın, halen ‘seçimlerde’ diyorum. Oysa ‘ülke genelinde seçim’ dediğimiz de, kısa süre sonra iyice anlamsızlaşacak muhtemelen. Ancak şimdi elimizde bu var, o nedenle üzerinde konuşuyoruz. Bir örnek daha düşünelim: Son yıllarda dünya siyasetini sarsan adamlara bakın. Assange, Snowden… Topları, tüfekleri, uçakları, orduları yok; teknoloji sayesinde canına okuyorlar muktedirlerin. ABD seçimlerindeki Rus hekır iddiaları. Yirmi yıl önce herhalde anti-ütopya konusu olabilirdi şu yaşananlar. Kim bilir, belki de gelecekteki devrimciler hekırlar olur!
İşte ‘Gezi, yeni olanın doğum sancısı’ derken anlatmak istediğim bunlar. Bu nedenle ‘başlamayan’ ve ‘bitmeyecek’ bir olgu Gezi. Gezi Parkı’nda toplanan farklı görüşlerde genç insanlar, birlikte zaman geçirebildi. Biri namaz kıldırırken, ezanda kulağı olmayan bir başkası ona megafon tuttu. Biri ibadet ederken, diğeri şiir okuyup piyano çaldı. Yurttaşlar parklarda bir araya gelerek ‘bağzı’ şeyler üzerine konuştu. Küçük parklarda, küçük topluluklar, mahalleli, ahali.
‘Park forumları’ dediğimiz, bal gibi bir ‘yönetim biçimi’ tercihidir. Ayrıca demokrasilerdeki gelişmelere, tartışmalara da paralel. Yurttaşın yönetime daha küçük birimlerde aldığı kararlarla katılması. Bu devirde, insanların önüne dört beş yılda bir sandık koyarak ‘fikir sorma’ yöntemi, milyonlarca yurttaşa açıkça geri zekalı muamelesi yapmakla eşdeğer artık. Biz, mahallemizde olan biten üzerinde bilgi ve söz sahibi olmalıyız; bizim adımıza/yerimize karar veren birtakım adamlar ne bizden daha nitelikli ne de daha akıllı. Bu kadar açık.
Gezi eylemcilerinin en önemli derslerinden biri de, yine aynı gelişmişliğin sonucu olan örgütlenme yöntemi ve diliydi. Sosyal medyanın kullanımı ve müthiş mizah dili. 2017’de panzere taş atmak, kabul edilebilir ki o aleti pek zor durumda bırakmıyor, ancak mizah ve barışçıl ‘sivil itaatsizlik’ yöntemleri karşısında çaresiz hissettiler.
Ezcümle, Gezi süreci hemen herkes açısından olduğu gibi, sol parti ve oluşumlar açısından da sayısız ders içerdi. Artık hiç bir parti, sendika, dernek vb. aynı kalamaz. Çeyrek asır öncesinin terminolojisi/sloganları ile yurttaşa seslenemez. Örneğin ‘duran adam’ gibi bir eylem 10 yıllar öncesinin Türkiye’sinde herhalde ‘delilik’ kabul edilirdi. Bugün, ses getiren bir eylem biçimi. Geçenlerde CHP vekilleri Yüksel’de ‘volta atma’ eylemi başlattılar malum; aynı sürecin yansımaları bunlar.
Peki iktidarın tepkisi? Geleceğin habercisi olan bir olguya, geçmişin temsilcileri nasıl tepki verirse öyle davrandılar. 1970’lerin Milli Görüşçü kafasıyla 2000’lerin memleketini yönetmeye çalışıyorlar. Haliyle eziyetli oluyor, çile çektiriyorlar. Herkesi bir tornaya sokabileceklerini düşünüyorlar. Kuşkusuz mümkün değil böyle bir şey ama bildikleri, düşünebildikleri bu ve herkes ne biliyorsa öyle davranır. Oysa sürekli sövdükleri o ‘Gezi gençliği’, ‘15 Temmuz gençliği’ ile aynı memlekette ve eşit yaşamayı istediğini haykırdı. Ayrışmayı, boğazlaşmayı değil. Eylemler esnasında katledilenlerin tamamı eylemciydi. Yalnızca tek bir polis ‘duvardan düştüğü için’ yaşamını yitirdi.
Gezi eylemleri, katılımcıların talepleri, eylemlerdeki sloganlar, kullanılan araçlar, kitleselliği/zimmete geçirilememesi gibi nitelikleri nedeniyle, yeni bir şeylerin ‘sürpriz’ habercisiydi. Eşit ve özgür bir yaşamın doğum sancısı. Park forumları, geleceğin olası yönetim biçimleri konusunda fikirler verdi. Herkesin insan gibi yaşamaktan ne anlıyorsa öyle yaşayabildiği katılımcı bir demokrasinin, barışçıl yollarla inşasının yollarını gösterdi.
İçinde yaşadığımız zaman diliminin çok etkileyici, sarsıcı bir ‘anı’ idi. Heyecan verici yurttaşlık anlarından biri. Dolayısıyla, ne başladı ne bitti…
Kitap yazısı: Son kitap yazımı buraya bırakıyorum.
Yazı Önerisi: Tanıl Bora’nın, Behçet Çelik’in son kitabı Yolun Gölgesi’nde yer alan bir hikâyeden hareketle kaleme aldığı Suçluluk Duygusu başlıklı yazıyı, hararetle öneriyorum. Ola ki okumayan vardır.