DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
“Ya bırakın bu işleri. ‘Kariyer‘ yaptığınız ülke hakkında yorum yapın. Hepiniz aynı gazetelere yazıyorsunuz. Aynı hikayeyi anlatıyorsunuz. Bırakın bu hümanist ayakları ile bizi yemeyi. İşinize bakın.”
Bu yazıyı üstteki alıntının sahibine verdiğim söz üzerine yazıyorum. Eğer yukarıdaki senaryo, tek bir sivri zekadan çıkan bir deli saçması olmakla kalsaydı, yazmazdım herhalde. Ancak yurt dışında bir üniversitede çalışan ve Türkiye’deki hakim anlatıya kazara ters bir şey söyleyen herhangi bir bilim insanı, hele ki sosyal medyada, illâ ki böyle bir ithamla karşılaşmıştır. İngiltere Ligi’nde top oynayan futbolcuyla gurur duyup İngiltere’de bir üniversitede çalışan bilim insanına zerre tereddüt etmeden otomatik olarak ‘ajan‘ ya da ‘İngiltere’nin adamı‘ etiketi vurmanın kişisel bir hadsizlikten öteye gittiği gerçeğini konuşmamız gerekiyor. Zira beynelmilel dünyanın parçası olan insanına, bir milletin neredeyse her siyasal fraksiyonuyla bu kadar alerjisi olması, nedensiz ortaya çıkacak bir şey değil.
Bu konu, son günlerde iki farklı mesele üzerinden çıktı karşımıza. Birincisi, Türkiye’deki rejimin kendisini soktuğu dış politika açmazından Afganistan’da Amerika’nın bekçiliğini yaparak kurtulma hamlesiyle bağlantılı olarak da alevlenen göç sorunu, diğeri ise bunun hemen ardından gelen orman yangınları.
Birinci konunun, temelsiz bir delirme hâli olduğunu söylemek mümkün değil. Ahmet Davutoğlu’nun saçma sapan sahte bilimsel teorisiyle balıklama dalınan coğrafyalardan gelen insanlar, AKP’nin çıkarcı, kötü niyetli ve plansız göç politikalarıyla sosyal krize dönüştü. Bir politika için tek pusulası ‘Bu benim iktidarda kalmama nasıl yardım eder?‘ olan bir yönetim, sığınmacıları gerektiğinde sorgusuz sualsiz aldığı, gerektiğinde Avrupa’ya karşı olarak sınırlara sürdüğü bir piyona dönüştürdü. Kuruluşundan itibaren en büyük derdi ‘Batı’ya Batılı olduğunu kabul ettirmek‘ olan bir ülkenin toplumunun, Doğu’dan gelen milyonlarca insana vereceği tepki üç aşağı beş yukarı tahmin edilebilirdi. O tepki bugün, o damarı siyasi ikbali için kaşıyan Tanju Özcan’da ve Twitter’da takipçi kovalayan milliyetçi ‘haber’ hesaplarında billurlaşmış durumda.
Ülkede her daim hakim ideoloji olan milliyetçiliğin, hırçın ve bencil bir versiyonu o kadar dominant bir hâle geldi ki makbul siyasi söylemin belirleyicisi olarak tanımlayabileceğimiz Overton penceresi Türkiye’de aşırı sağa yapıştı kaldı. Bunun sonucu olarak AKP’nin getirdiği her Afganistan ve Suriye tezkeresine hep beraber el kaldıran iktidar ve muhalefet partileri, akın akın gelen erken seçim öncesi tabanlarının öfkesinden o kadar korkuyor ki toplumsal travmanın dozunu azaltacak politikalar ve söylemler geliştirmeye cesaret bile edemiyorlar. Zaten bunu yapabilecek tıynete ve niyete ne kadar sahip oldukları da tartışılır da, Tunç Soyer gibi ağzını akl-ı selimden yana açma gafletinde bulunan birkaç istisnanın gördüğü muameleyi, yüzde 50 oy için parmak hesabı yapan ‘sandıkta görüşürüz‘cü parti liderleri herhalde fark etmiştir. Yoksa, mesela Kılıçdaroğlu, kendi koltuğunda gözü olduğu epeyce belli olan Tanju Özcan’a, en azından sırf bu nedenle iki çift laf ederdi.
Politikacısından medyacısına herkesin hakim görüşün sinir uçlarını sorumsuzca kaşıyarak sonu şiddete varacağı kesin olan bir felaketin kapısını açtığı bir süreçte, kuşkusuz sosyologların, hele ki göç üzerine çalışanların, hele hele kendi göçmen deneyimleri olanların söyleyecek çok sözü olabilirdi. Daha mesele bu kadar alevlenmemişken, bu alanın belki dünyadaki en üretken isimlerinden olan Prof. Dr. Ayhan Kaya’ya mikrofon tutmaya zahmet etmiş bir gazetecinin, hocanın görüşlerini, haberde kendi arkadaşı olan aşırı sağcı bir sosyal medya fenomeninin atıp tutmalarının yanına garnitür ettiğini bildiğimden, şu dönemde medyadan böyle bir şey beklemek gerçekçi olur mu bilemedim ama gerekli olduğu kesin. Bu meseleyi uzun uzadıya anlatması gereken insanların Twitter’ın 280 karakterine sıkışıp 280 bin çeşit nobran sosyal medya canlısının küfür kıyametine maruz kalması acıklı tabii.
İkinci konu ise aslında daha da enteresan. Zira sosyal bilimlerin konusu, toplumdaki her bireyin fikri olabileceği alanları kapsadığından, bilimsel görüşün kamuya açılırken reaksiyonla karşılaşması beklenebilir. Ama bunun mesela yangın ekolojisi gibi çok somut ve spesifik bir alanda bile yaşanması gerçekten memleketteki bilim insanı alerjisinin boyutlarını gösteriyor. Dünyada her yıl ilk 100-150 sıra içinde yer alan ETH Zürih Üniversitesi’nde yangın ekolojisi üzerine doktora yapan İsmail Bekar isimli araştırmacı, Türkiye’de orman yangınlarının başladığı saatlerde, herhalde kendi bilimsel bilgisinin topluma bir fayda sağlayabileceğini düşündüğünden (zannettiğinden de denebilir buna), aynı anda pek çok yerde kendiliğinden orman yangını başlamasının olası olduğunu, bunun illa sabotaj anlamına gelmeyeceğini açıklama gafletinde bulundu. İlk saat içinde ‘Sen Avrupa’nın adamısın, konuşma‘ ve ‘Sana da, aldığın eğitime de başlarım‘ peşrevi ile başlayan seans, gecenin sabaha vardığı saatlerde Bekar’ın ‘Pekakayı savunuyor, zaten FETÖcü tipi var‘ etiketine kavuşmasıyla sona erdi. Herkes, kendi siyasi pozisyonuna göre ‘foncu’, ‘FETÖcü’, ‘PEKAKALI‘ etiketini yapıştırdıktan sonra hırsını geçici olarak aldı, bir sonraki hedefi beklemeye başladı.
Siyasetin akıl menzilinden uzaklaştığı dönemlerde, bilimcilerin sorumluluğu da, gördükleri eziyet de katmerli olarak artıyor. Pandeminin ilk günlerinde ülkeyi bugün hâlâ kurtulamadığı bir kuyuya atan ‘Babacan Sağlık Bakanı’na itiraz ettiği için, en iyi ihtimalle ‘Canım, şu güzel ortamı bozmayalım‘ tepkisi alan bir Tabipler Birliği var bu ülkenin. Türkiye’de bilim insanına yüklenen toplumsal rol, hâkim ve makbul görüşlerin amigoluğunu bilimsel bir dille yapmak. Bu ülkenin çoğunluğu, oy verdikleri partiden bağımsız olarak, haklılığından çok emin; bilim insanından da bunu uygun jargonla ifade etmesini bekliyor.
Oysa bilim öyle bir şey değil. Bilimsel bilgi üretimi, kendi üreticisi dahil kimsenin boyunduruğuna girmediği nispette değer kazanan bir şey. Bir araştırmaya başlarken, kafanızda bir araştırma sorusu, buna bağlı hipotezler olur. Buna göre araştırmanızı dizayn eder, o hipotezleri test edersiniz. Başlangıçtaki savlarınız tamamen doğrulanabilir, ama tamamen yanlışlanabilir de, yüksek ihtimalle de bu skalanın arasında bir yere oturur. Araştırma yaparken hedefiniz bilgiyi üretmektir, hipotezlerinizi yüzde 100 tutturmak değil. Bunu yapmak için yöntemi, literatürü eğip bükerseniz, varacağınız yer bilim değil doksozofi olur. Amiyane tabirle, nalıncı keseri gibi kendinize yontmuş olursunuz.
Türkiye’de bilim insanına atfedilmiş olan rol, maalesef bu. AKP’nin bugün bunun başlıca faili şüphe götürmez, ‘Bize bilen değil, bizden lazım‘ı kendisine amentü bellemiş, en fanatik ideologlarından birini dahi ‘Fazla yüksek profilli, Amerikalılarla İngilizce kim bilir ne konuşuyor‘ diye partiden sürmüş bir siyasi hareket. Ama bilim insanına karşı olan septikliğin AKP’yle sınırlı olduğunu iddia etmek saflık olur. Ağzından ‘liyakat’ lafı eksik olmayanların da, kendi görüşlerine aykırı şeyler söyleyen bilim insanlarıyla ilişkisi çok parlak sayılmaz. Bugün yaşanan saçma sapan ‘fonculuk’ tartışmasında bilim insanına sıçrayan çamurun kaynağı genelde orası mesela. Türkiye, halının altına itinayla süpürülmüş ama varlığını herkesin bildiği bir sürü sırrı olan bir köy gibi; kimisi imama kimisi muhtara güveniyor, ancak öğretmeni herkes ‘yaban’ görüyor, saklanmakta zorlanılan husumetin üzerine yalapşap sürülmüş ince bir kat yalancı hürmet ‘hoca’ya düşen. Hoca kazara köyden ayrılırsa, ona da gerek kalmıyor, hepten veryansın başlıyor.
Yazının en tepesindeki alıntıyı yaptığım arkadaşa döneyim, zira kendisine verilmiş bir sözüm var. Normalde doğru hareket, sonradan sildiği ‘İngiltere’nin adamısın, hain, fon almış konuşuyorsun‘lu ilk twitinden sonra bloklayıp geçmekti. Ancak, biraz da benim varlığından haberdar olmadığım hangi fonu bildiğini merak ettiğimden, ‘Hele anlatın bakalım, hangi fonmuş bu‘ diye cevap vermiş bulundum. Mesele, ‘Sen İngiltere’den maaş alıyorsun, Türkiye için atıp tuttuklarını İngiltere hakkında yazamazsın, yiyorsa İngiltere’nin mülteci konusundaki rolünü yaz‘a geldi. O an şimşek çaktı ki, bunu gerçekten uzun uzadıya yazmak lazım.
Türkiye’de bilim insanlarına nasıl bir rol biçildiğini yukarıda anlatmıştım. Anlaşılıyor ki yurt dışında çalışan bilim insanlarının gittiği ülkede benzer bir beklentiyle istihdam edildiği ve bu sayede işe alındığı varsayılıyor. ‘Batı’nın uşaklığını yapmıyor olsa, benimle aynı yerde yetişen bu insanı niye alsınlar?‘ düşüncesi var. Batı ülkelerinde politikacıların, özellikle sağ iktidarlar döneminde, böyle bir rol üstlenmesi beklentisi olduğu yanlış değil, Trump döneminde ABD’de, hâli hazırda ise İngiltere ve Fransa’da bunun olduğunu bu son iki ülkede üniversitelerde çalışmış/çalışan biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim.
Türkiye’deki ‘Bunların hepsi oranın ajanı‘ refleksinin yanıldığı nokta ise şu: Oralardaki akademik ortamlarda siyasetten gelen bu taleplere karşı müthiş bir direnç var. Akademisyenler, devlet ne derse onu yapan insanlar değil. Onların siyasetçileri rahatsız eden bilimsel görüşleri oralarda da rahatsızlık yaratıyor. Ancak, akademik özgürlüğün seviyesi bir noktaya kadar bilim insanlarını o baskıdan koruyor. Tabii ki parayı verenin düdüğü çaldığı, neoliberalleşmiş Batı akademisinde de o alanın çok daraldığı reddedilemez bir gerçek. Ancak akademisyenlerin buna karşı direnmediğini söylemek mümkün değil.
Mesela, bugün Anglosakson ülkelerinde muhafazakar politikacılarla akademisyenler arasında devam eden ciddi bir Eleştirel Irk Teorisi tartışması var. Farklı etnik gruplar arasındaki eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin, ucu sömürgecilik ve köleciliğe uzanan ve günümüze kadar farklı şekillerde devamlılığı olan, kapitalizme eklemlenen bir sömürü düzenine dayandığını iddia eden sosyal bilim teorisi, Amerika’da muhafazakarlar tarafından yasaklanmaya çalışılıyor. Britanya’da da benzer bir tartışma üzerinden çok benzer bir mücadele var. Aynı şekilde Fransa’da da Macron hükümetinin Le Pen’den oy çalma hevesiyle aşırı sağa kaydırdığı laiklik tartışması, pek çok akademisyenin ‘İslamcı-solcu’ olarak etiketlenmesine yol açtı. Orada da sömürge döneminin günümüz toplumuna etkileri kurcalansın istenmiyor.
Akademisyenler, bu baskılara karşı büyük bir savaş veriyor, kendi özgürlük alanlarını korumaya çalışıyor. Bunun da başını çekenler, özellikle eski sömürgelerden gelen, sömürgeleştirilme deneyimini yaşayan akademisyenler. Gerek sendikal mücadelede, gerekse müfredatın dekolonizasyonunda en elle tutulur adımlar bu insanlardan geliyor.
Örneğin, üniversitelerde göçmen çalışanlara karşı yapılan haksız muamelelerde Britanya’nın en büyük eğitim sendikası, benim de üyesi bulunduğum UCU, göçmen üyelerinin de baskısıyla, en ciddi çabaları veriyor. Mesela, 2009 yılında Londra’daki meşhur Doğu çalışmaları okulu SOAS, göçmen temizlik işçilerini sınırdışı ettirmek için hükümetle anlaştığında UCU, diğer sendika UNISON ve öğrenci birliği, okulu işgal ederek, İçişleri Bakanlığı’nın sınırdışı kararını geri aldırmıştı.
Sanıldığı gibi, Türkiye’den Batı ülkelerinin üniversitelerine giden akademisyenler, oradaki devletin çıkarlarını savunmaya gitmiyor. Çoğunlukla Türkiye’deki baskılardan, kaynak yetersizliğinden, hantal bürokrasiden kaçmak zorunda kalıyorlar. Kimisi de ufuklarını açmaya, daha geniş bir akademik dünyanın parçası olmaya gidiyor. Gittiklerinde de bilimsel bilgi üretiminin Batı tekelinden çıkmasına katkıda bulunuyorlar.
Son yıllarda, Afrikalı, Asyalı, Latin Amerikalı araştırmacıların makaleleri daha fazla insana ulaşıyor, daha çok müfredata giriyor, akademik kanonun parçası oluyorsa, göçmen akademisyenlerin verdiği mücadele sayesinde oluyor. Benim İngiliz öğrencilerim, geride kalan akademik yılda Türkiyeli, Brezilyalı, Filistinli, Mısırlı, Güney Afrikalı akademisyenlerin makalelerini okudular mesela. Biz geldiğimiz ülkelerde, çalıştığımız üniversitelerde bunun mücadelesini vermek zorundayız zaten, başka türlü varolmamız da mümkün değil.
Bu mücadele Türkiye’de de verilmiyor değil bu arada, bizim ülkemizde de direnen yüzlerce akademisyen var. Bu nedenle evleri, ofisleri basılan, tutuklanan insanlar da var, hani başınızı ters yöne çevirip “Ama canım onlar da…” diye cıkcıkladığınız. Bilim insanlarını, Türkiye’de kalırsa ‘foncu’, giderse ‘ajan‘ diye yaftalayınca ülkeye fayda gelmiş olmuyor, aksine ülkenin potansiyelini el birliğiyle çukura itmiş oluyorsunuz. Bilgi üretimini dert edinmiş insanı ‘tehdit’ gören bir ülkenin, o bilgiyi üretme şansı yok. Göç sosyolojisi çalışanlar olmadan sığınmacı sorununu, yangın ekolojisi çalışanlar olmadan orman yangınlarını engelleriz sanıyorsunuz da, her türlü yangını harlıyorsunuz o arada.
Ve bu yazıyı yazdıran kafaya son bir cevap verelim, hesap açık vermesin. Evet, Ortadoğu’da bugün yaşanan sorunun temeli, o coğrafyanın doğal kaynakları nedeniyle sürekli sömürüye açık olması. Bunu geçmişte önce Osmanlı yaptı, sonra Britanya ve Fransa yaptı, ardından da Amerika yaptı. Bu emperyal güçlerin hepsinin o bölgedeki çözülemeyen sorunda büyük payı var. İşin kötü tarafı, bu ülkelerde hâkim olan neo-kolonyal kafa, oraları karıştırmaya da devam ediyor/edecek.
Modern Türkiye’nin en büyük başarısı, kendisini Osmanlı’nın devamı olmaktan sıyırıp irredantizmi reddetmekti, önce Ecevit’in Kıbrıs işgali, sonra AKP’nin Neo-Osmanlıcı hezeyanlarıyla bu hayati dış politika komple çöp oldu.
Britanya ve Fransa; Suriye’yi, Libya’yı aktif olarak kurcalıyor, enerji kaynaklarının dağılımında yer tutmaya çalışıyor. Amerika’nın Afganistan ve Irak işgallerinin bedellerini bugün bile ödüyoruz. Sömürgeciliğin tarihiyle de, bugünüyle de yüzleşmemiz gerekiyor. Zira toplumda dönüp dolaşıp buraya bağlanmayan neredeyse hiçbir sorun yok.
Biz, öğrencilerimize yaşadıkları toplumdaki eşitsizliklerin, adaletsizliklerin kaynağının köklerinin sömürgeciliğe kadar gittiğini, aynı sömürgeci mantığın bugün yeni adaletsizlikler yarattığını anlatmazsak onlara karşı görevimizi yapmamış oluruz, varsın ezberleri bozulsun. Dahası, sığınmacı sorununda Avrupa’nın takındığı ‘Türkiye’nin cebine iki kuruş para sıkıştıralım, göçmenleri bize göndermesin‘ tavrının yanlışlığını da anlatmaya çalışıyoruz. Ülkenin göçmen emeğiyle zenginleştiğini, Britanya’nın ya da başka bir Avrupa ülkesinin sığınmacı almayarak hem kendi sorunlarını derinleştirdiğini, hem de yanıbaşındaki üyelik adayı bir ülkeyi toplumsal bir travmaya ittiğini de söylüyoruz.
Evet, doğrusu Türkiye’nin sırtındaki sığınmacı yükünün, dengeli bir şekilde paylaşılması, sorunun insanca çözülmesiydi. Ne Batı, ne Türkiye bu konuda üstüne düşeni yaptı, onun yerine İkinci Dünya Savaşı’ndan beri imzalanmış en rezil, en insanlık dışı anlaşmayı yaptılar; üstelik Avrupa Birliği, Türkiye’deki baskıcı rejimi kuvvetlendireceğini bile bile yaptı bunu.
Normal koşullarda, Charles Michel ve Ursula von der Leyen’in adalet önüne çıkarılması gerekir, Akdeniz’de boğulan, Türkiye’de sıkışan binlerce sığınmacının acısından doğrudan sorumlular. Britanya’da hem göçmenler, hem Türkiye, oy kazanmak uğruna ülkeyi aşırı sağa kaydırmak için bahane olarak kullanıldı; tıpkı şu an Türkiye’de yapıldığı gibi.
Göçmene, sığınmacıya, mülteciye insanlık dışı muamele yanlıştır, neden olduğun krizin sonuçlarından kaçmak suçtur, daha da güçlü olmak için güçsüzü iyice kırılganlaştırmak dünyayı krize sokar. Bunu Britanya’da Britanyalıya, Türkiye’de Türkiyeliye anlatmak da sosyal bilimcilerin boynunun borcudur. Türkiyeli pek çok bilim insanı da aynen bunu yapıyor, gittiği yerde ‘potansiyel terörist‘, geldiği yerde ‘potansiyel ajan‘ sayılma pahasına. İşimize bakıyoruz yani, rahat olun…