
MURAT SEVİNÇ
Anayasa tartışmalarını ‘anayasa metinlerine’ indirgemenin ne denli hatalı bir tutum olduğuna ilişkin yazıların ikincisinde, ‘vergi-temsil’ ilişkisi üzerinde durmuştum.
Üçüncü yazıyla devam…
“Bir anayasa nasıl yapılır?” sorusunun yanıtı uzun ve çetrefil. Birden fazla, farklı düzeylerde ele alınabilecek yanıt söz konusu. Çok sayıda deneyimin, bizlere rehberlik edebilecek bazı ortak noktaları var kuşkusuz ve sanırım artık keşfedilecek fazlaca yol yöntem kalmadığı gibi, aslına bakılırsa Türkiye, kıtaları bir kez daha arayıp bulmaya gerek duymayacak ölçüde zengin tarihsel deneyime sahip.
Öncelikle, dillendirilmesi çok zevkli olup tarihsel anlamı ve değeri, çoğu zaman dillendirenlerin hayaliyle uyuşmayan bir kavram olan ‘toplum sözleşmesi’ ifadesi hakkında temkinli olmayı öneriyorum! Anayasaların birer ‘sözleşme’ olduğu iddiasının tarihsel kaynağı 17-18’inci yüzyıl burjuva düşünürlerinin, çıkarlarını korudukları sınıfın ‘yönetme’ isteğine uygun gerekçe bulma çabasıydı.
Türkçesi, burjuvazinin, hükümdarlar ve onları temsil eden eski rejim kalıntılarına karşı mücadelesinde ihtiyaç duyduğu bir ideolojik kılıftı. Yoksa, toplumu oluşturan fertlerin birlikte yaşamanın kuralları üzerinde ittifak kurarak imzaladıkları bir sözleşme vs. yok ortada. Hatta, toplumu oluşturan çoğu uyruğun habersiz olduğu bir sözleşme bu!
Dolayısıyla “Bir toplumsal sözleşme gerekli” diyenler, tarihsel açıdan fazla değeri olmayan, iyi niyetli ve aynı zamanda romantik bir ifade sarf etmiş oluyorlar aslında. Eninde sonunda tüm anayasalar, yürürlükteki en eski ve prestijli anayasa olan ABD Anayasası dahil olmak üzere, sınıf mücadelesinin bir sonucu.
O mücadeleyi veren sınıflar, farklı aidiyetlere sahip (etnik, dini, cinsiyet vs…) insanlardan oluşur kuşkusuz ve her birinin sahip olduğu nitelik, kendi mücadelesine özgün rengini katar. Haliyle sözünü ettiğim, katır kutur bir sınıf hakimiyeti değil. Malum, sınıflar da kendi içlerinde ‘benzemez’ insanlardan oluşuyor!
Anayasalar, söz konusu mücadelenin o an vardığı yerin belgesi. Bir dengeyi yansıtıyor; daha doğrusu yansıtması bekleniyor. Dengenin bulunmasında irili ufaklı her siyasal-toplumsal gücün payı var. Geçiciliği ya da kalıcılığı, kısacası ‘ömrü,’ çekişen güçler arasında daha baskın olanın ideolojisi ve öngörüsüne de bağlı. Metinlerin ömür süresinde, yıllar içinde nasıl ‘uygulandığı’ ve ‘yorumlandığının’ büyük payı olduğunu hatırlatma gereği duymuyorum!
Bana kalırsa, yapım aşamasında (asıl olarak ‘kişiler’ için söz konusu olabilecek!) bazı değerlerin varlığı da gerekli. Örneğin yetenek, örneğin sağduyu, örneğin vicdan, örneğin iyi niyet, örneğin ahlak…
Hiç kimsenin anasının karnından bu değerler ile çıkmayacağını, her birinin ‘koşulların’ yani ‘toplumsallaşmanın’ ürünü olduğunu kabul edebiliriz. Demek ki yalnızca siyasal değil, toplumsal-kültürel koşullardan tümüyle bağımsız bir anayasa değerlendirmesi yapmak da mümkün değil. Anayasal ilkelerin hem oluşum, hem de uygulanma/yorum aşamalarında.
Bu yüzden bir anayasa tartışması, anayasaların doğduğu ve yorumlandığı toprağın nitelikleri hesaba katılmadan yapılamaz. Anayasalar bir ‘yerden’ çıkar ve o ‘yer’ üzerinde etki yapmaya başlar. Olumlu (örneğin 1961) ya da olumsuz (örneğin 1982) anlamda dönüştürür. Siyaseti, insanı, kurumları…
Biraz daha daraltayım konuyu ve yazının başlığına geleyim:
Örneğin ‘anadilde eğitimin’ bir ‘anayasal hak’ olarak kabul edilmesi için, anadilde eğitimin hak olduğu kanaatine sahip (ya da karşı çıkma gereği duymayan!) yurttaş ‘çoğunluğu’ ile, o çoğunluğun ne düşündüğünü ve talep ettiğini kavrayabilecek siyaset erbabı gerekli. Tabii kendisini hitabetin cazibesine, kolaycılığına kaptırmamış, yurttaşı dönüştürme güç ve iradesine sahip, Türkiye’de pek nadir görülen siyasetçi tipinden söz ediyorum.
Bir ses yarışmasında ‘Kürtçe ninni’ söylemek isteyen bir yarışmacıya tanık olduk. Yalnızca bir dakikalık bir görüntü. O bir dakika, Kürt sorunu ve yeni anayasa konularının ‘içeriğine’ dair, günlerce konuşsak anlatması güç veri sunuyor bizlere.
Yarışmacı, ‘Acun abi’ye, annesinin bir sitemi olduğunu söyleyerek başlıyor söze. Annesi tek kelime Türkçe bilmeyen bir Kürt kadınıymış ve oğluna, Kürtçe bir şarkı söylemesi konusunda ısrar ediyormuş. Ardından ‘izin’ faslı başlıyor. Diyor ki yarışmacı: “İzniniz varsa eğer, küçücük bir, küçücük; ben bebekken kulağıma fısıldadığı bir ninni vardı annemin gönlünü almak için, küçücük, yirmi saniyelik bir ninni okumak istiyorum.” Acun abi, “Tamam” deyiveriyor. Yarışmacı çok güzel okuyor ninniyi ve seyirciden büyük alkış alıyor.
Yarışmacı, izni yayın akışına aykırı bir iş yaptığı için alıyor ilkin. İznin bu kısmı ‘gerekli’ aşama. Fakat izin alma şekli, hal ve tavrı, tercih ettiği sözcüklerin altını birkaç kez çizmesi ve yapmak istediği şeyin ‘birlik ve beraberliğe’ hiçbir biçimde zarar vermeyeceğini hissettirme çabası, ibretlik.
Öncelikle, yarışmacıya yönelik tepkileri büyük ölçüde haksız ve ayıp bulduğumu söylemeliyim. Herkese mütemadiyen cesaret telkin eden ve lafzını pek sevdiği o cesaretin kırıntısını sergileme niyetinde olmayan, kazara sergileyenlerin başına gelenlere seyirci kalan, yaralı parmağa işememeye niyetli çok bilmişlerin toprağıdır bizim memleket.
Yarışmacının bir tepkiyle karşılaşacağını hesap etmesi, bu ihtimali düşünmesi son derece doğal. Karşısında oturan jüri üyelerinden biri, kendi programında “Çocuklar ölmesin” diyen kadın öğretmeni alkışladığı için, aylarca ortalıkta dolaşıp özür dilemek zorunda kalmıştı. Devlet ve kamuoyu şiddetine, o şiddet sözde ve tavırda dahi olsa dayanmak, öyle kolay iş değil.
Ancak söz konusu anlaşılabilir, hak verilebilir tutum, durumun vahametini ortadan kaldırmıyor ne yazık ki!
Uzatacak, anadil yasakları üzerine herkesin az çok bildiği tarihi yeniden anlatacak halim yok. ‘Vatandaş Türkçe konuş’tan ‘Dağ Türkleri karda yürürken kart kurt’a ve ‘şerefsiz Ahmet’e’ oradan, tutanaklarda yer alan ‘bilinmeyen bir dile’ yolculuk. Ya da, ‘Kürtler isyan etti’den, ‘Turgut Özal da Kürt idi’ye… Aynı maceranın aşamaları.
2020 yılında bir yurttaş, anasının dilinde ninni söylemek için böyle davranmak gerektiğini düşünüyor. Koşullarımız, el birliğiyle yarattığımız koşullarımız, başka türlü davranabilme seçeneği sunmuyor çünkü.
İzin almak zorunda, ‘bilinen dilin’ temsilcilerinden. O izni aldığı sürece sorun yok. İzni veren, makamından hoşnut ve gönlü zengin. İyilik isteyeni eli boş göndermek olmaz.
O ‘yirmi saniye’yi seyredip yerin dibine geçmeyenlerin ‘çoğunluğu’ oluşturduğu bir toplumun, daha demokratik bir anayasa/hukuk sistemine sahip olabileceğini iddia etmesi, zırvadır.
Tüm anayasa tartışmalarına bu gözle bakmanızı öneririm.