ANIL CAN TUNCER
@tunceranil
Dünya genelinde Covid-19 nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı 4 milyon 363 bini geçti. Pandemiyle geçen bir buçuk senenin ardından insanlığın elinde artık aşılar da var. Ancak aşıların adil paylaşımı ve patent meselesi tartışma konusu.
ABD’de Joe Biden yönetimi, Covid aşılarında fikri mülkiyet korumasından feragat etme önerisini desteklediğini duyurmuştu. Fakat en az 80 ülkenin daha destek verdiği patent tartışmaları kısa sürede dindi. Bunda Almanya’nın patent hakkının kaldırılmasına kesin olarak karşı çıkmasının önemli rolü bulunuyor. Aşı şirketleri de ‘aşı güvenliği ve kalitesi’ savını öne sürerek fikre kesin bir şekilde karşı çıkıyor.
Aşı şirketleri ise pandemiyle birlikte kar hedeflerini daha da yükseğe çekmeye devam ediyor. ABD’li Pfizer ile aşı geliştiren BioNTech, 2020 yılının ilk yarısında yaklaşık 142 milyon avro zarar açıklarken, bu yılın ilk yarısındaki net karı 3 milyar 915,3 milyon avroya ulaştı. BioNTech’in 2021’de tek başına Almanya’nın gayri safi yurt içi hasıla (GSYH) büyümesine 0,5 puanlık katkı sağlayacağı duyuruldu.
Ancak aşının dağıtımı adil bir şekilde gelişmiyor. Az gelişmiş ülkelerde aşılamanın çok azken, zengin ülkeler üçüncü doz aşılamalarına geçmeye başladı. Dünya Bankası tarafından yüksek gelirli olarak sınıflandırılan ülkelerde şu ana kadar her 100 kişiye ortalama 101 doz aşı yapıldığı bildiriliyor. Gelir düzeyi en düşük 29 ülkede ise 100 kişiye 1,7 doz düşüyor.
Yoksul ülkeler açısından bu durum daha fazla ölüm anlamına gelirken, yeni varyantların oluşması için de uygun bir ortam oluşmuş oluyor.
Bu tartışmalar ekseninde aşıda patent tartışmalarını, pandeminin Türkiye ve dünyadaki gidişatını Güney Kore’deki Sungkyunkwan Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Gökçe Başbuğ ile konuştuk.
Salgının gidişatı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Salgının gidişatını başından bu yana iyi yöneten ülkeler var. Bunlardan biri benim yaşadığım Güney Kore. Güney Kore salgınla mücadelesinin ana hattını test ve temaslı takibi üzerine kurdu. İlk günden bu yana bu mücadele aracını aksatmadan uygulayageldiler. Dikkat edin Güney Kore hiçbir zaman kapatmalara da gitmedi. Ana stratejisini virüsü tespit ederek dolaşımına izin vermeme olarak belirledi. Aşı, bu ana stratejinin yanında bir destek güç olarak görüldü. Güney Kore’de 60 yaşın altına aşılama daha geçtiğimiz hafta başladı.
Salgınla mücadelede diğer bir başarılı ülke Çin de aynı stratejiyi izledi ve izlemeye de devam ediyor. Daha geçtiğimiz hafta Wuhan şehrinde bir yıl kadar bir sürenin ardından ilk defa yedi vaka görüldüğü için bütün şehirde test yapmaya başladılar. Bu strateji, test ile enfekte bireylerin tespit edilerek izole edilmeleri üzerine kurulu. Böylece virüsün dolaşımına izin verilmiyor. Bu bahsettiğim ülkelerde aşı bu ana stratejinin yerine ikame edilmiyor, yardımcı bir güç, bir destek güç olarak görülüyor. Altta yatan mantık ‘Biz insanları aşılayalım, hastalanmaları azaltalım, ama yine de virüsün dolaşımına izin vermeyelim…’
Yapılan bilimsel çalışmalar, Güney Kore’nin benimsediği stratejiyi kullanan ülkelerin, yani virüsü kontrol altına alma stratejisini benimseyen ülkelerin ekonomik büyümelerinin çok daha iyi olduğunu gösteriyor. Yine bu ülkelerde özgürlüklerin de toplamda daha az kısıtlandığını görüyoruz. Yani, bu stratejiyi benimsediğinizde hem salgını kontrol altına almış oluyorsunuz, hem ekonominizi yoluna koymuş oluyorsunuz, hem de insanların özgürlüklerini toplamda daha az kısıtlamış oluyorsunuz.
Batı’da, Asya ülkelerinin benimsediği yöntemlerin Kuzey Amerika’da, Avrupa’da uygulanamayacağı, çünkü bu yöntemlerin özgürlükleri kısıtladığı tartışıldı. Ben pandeminin başından bu yana Güney Kore’de herhangi bir özgürlüğümün kısıtlandığını hissetmedim. Bütün önlemler belli bir sistematiğe bağlanmış durumda. Batı dünyası, örneğin, restoranları ya tamamen kapattı ya da tamamen hınca hınç dolacak şekilde açtı. Burada ise restoranlar hep açıktı, hiç kapanmadı. Ama vakalar binin altında ise bir masada en fazla dört kişi oturabiliyorsunuz, vakalar 1500’ün üstüne çıktığında bir masada en fazla iki kişi oturabiliyorsunuz. Sadece bu uygulamayla restoran içindeki yoğunluğu yüzde 50 oranında azaltıyorsunuz. Aynı zamanda tamamen kapatmayarak küçük işletmecinin gelirini bütünüyle ortadan kaldırmamış oluyorsunuz ve de vatandaşın dışarıda yeme özgürlüğünü kısıtlamamış oluyorsunuz. Ve yine burada, pandeminin başından bugüne dek, bizim halen okula her sabah girdiğimizde ateşimiz ölçülüyor. Her restoran, kafeye gittiğimizde telefon numaranız kaydediliyor. Örneğin, halen benim kampüsümde bir vaka görüldüğünde bize mesaj geliyor ve o vakanın kampüs içinde nereleri dolaştığı bildiriliyor.
Başta da dediğim gibi salgında başarılı olan ülkeler temaslı takibini etkili bir şekilde uygulayageldi. Zaten sağlam bilimsel yöntemlerle yapılmış bütün çalışmalar bu yöntemin salgınla mücadelede en etkili yöntem olduğunu ortaya koymuş durumda. Bizim araştırma yöntemlerinde daha güçlü olduğunu düşündüğümüz yöntemler var. Bu yöntemlerle yapılan çalışmalar, örneğin yarı deneysel yöntemlerle ve güçlü niceliksel analiz yöntemleriyle yapılan çalışmaların hepsi temaslı takibi yönteminin en etkili yöntem olduğunu gösteriyor. Bu araştırmaların hepsi ortada. Bizim de 138 ülkenin verisini kullanarak yaptığımız ve Scientific Reports dergisinde yayınladığımız çalışmamızın bulguları da temaslı takibini etkin şekilde kullanan ülkelerde ölümlerin daha az olduğunu ortaya koyuyor.
Ancak görünen o ki Batı devletlerinin çoğu bu yöntemi benimsemek yerine ana stratejilerini aşı üzerine oturttular. Aşı kuşkusuz hastalık ve ölümleri engellemede etkili ancak özellikle son varyantın yaygınlaşmasıyla salgının yayılımını ve vakaların artmasını maalesef engelleyemediği görülüyor. Bu haftanın verilerine baktığınız zaman en çok aşılamanın yapıldığı İngiltere, İzlanda, ABD, ve İsrail’de vaka sayılarında çok ciddi artış görülüyor. Bunun, yoğun aşılama yapılan bu ülkelerde, temaslı takibinin ve diğer önlemlerin hafifletilmesinden kaynaklandığı çok olası.
Türkiye özelinde süreç nasıl ilerliyor? Ne gibi önlemler alınmalı? Sizce sürecin yönetilebilmesi için bizi yeni kapanmalar, karantinalar bekliyor mu? Aşılanmayanlar için kısıtlamalar getirilmesi hakkındaki düşünceleriniz neler?
Türkiye’de en başından beri salgınla mücadelede halk sağlığından çok ekonomik-politik kaygıların önde tutulduğu hepimizin malumu. Vakalar tekrar yükselişe geçti. Daha önceden de dediğim gibi etkili bir test ve temaslı takibi yapılmadıkça vakaların düşeceğini sanmıyorum ben. Zorunlu aşı ya da kısıtlamalar yerine insanlara anlatılarak gerekli açıklamalar yaparak aşı olmaya teşvik edilmelerinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Davranış bilimleri çalışmaları da bunu gösteriyor bize. Aşı karşıtlığı zaten yaygın bir olay değil. Aşı tereddüdü yaygın. Bunun da anlaşılabilir nedenleri var.
Maalesef gerek siyasi otoriteler, gerekse Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumlar pandeminin başından bu yana yanlış ve tutarsız pratikleriyle insanların güvenlerini zedeledi. Yalancı çoban misali şimdi de “Aşı olun” dendiğinde insanlar buna tereddütle yaklaşabiliyor. Ama büyük tehlike bence aşı tereddüdü yaşayan insanların aşı karşıtına dönüşmesi. Maalesef bu gerçekleşebilecek bir olay. Aşı tereddüdü yaşayan insanlara gerekli açıklamalar, eğitimler sunulduğunda bu insanların tereddütleri ortadan kalkacaktır zaten. Ancak benim korktuğum her meselede kutuplaştığımız gibi bu meselede de kutuplaşmamız ve tereddüt yaşayan insanların tamamen karşı olmaya başlamaları. Adeta bir kültür savaşı haline dönüştürülüyor bu. Televizyonlarda ve sosyal medyada, asli görevi insanları bilgilendirme olan bilim insanlarının aşı olmayan insanlara yönelik küçük düşürücü, alay edici, aşağılayıcı tavırlarını görüyoruz. Bunlar kesinlikle yanlış şeyler.
Maske takmayan ya da aşı olmayan insanların ötekileştirilmeleri ve günah keçisi ilan edilmeleri sistem tarafından da pekiştiriliyor. Eğer biz üzerinden bir buçuk seneden fazla zaman geçmesine rağmen hala bir salgınla uğraşıyorsak ve bu salgında milyonlarca insan hayatını kaybetmişse, bunun sorumlusu kârı halk sağlığının önüne koyan kapitalist sistemdir. Bu sistem bugün günah keçisi bulup kendini aklama çabası içerisinde. Başka olaylarda da, başka krizlerde da hep yapageldiği gibi. ‘Aşısızların pandemisi‘ de bence böyle bir niyetle ortaya atılmış bir şey. ABD Hastalıkları Koruma Merkezi tarafından ortaya atılmış ve aslında sistemin sorumluluğunu şu ya da bu nedenle aşı olmayan insanların üzerine atma niyetiyle ortaya konulmuş bir ifade. Bu insanları ötekileştirme, günah keçisi ilan etme çabalarının bir ürünü. Bu tip söylemler insanların damgalanmasına, ötekileştirilmesine ve toplumda kutuplaşmanın artmasına neden olur.
Örneğin, Amerika’da aşıya yönelik tereddütler siyahlar arasında yaygın. Bu insanlar, öncesinde, kurumlara ve sisteme yönelik güvenleri zedelenmiş insanlar. Bunun yanında ABD’de örneğin, aşının yan etkisinden dolayı “İki gün yatarsam, işe gidemem, işimi kaybederim” diye aşı olmaktan çekinen insanlar var. Bunun dışında, aşının yan etkisinden dolayı “İki gün hastanede yatarım hastane masrafını ödeyemem” diyen insanlar var. Evindeki yaşlıyı ya da çocuğu bırakıp aşı olmaya gidemeyen insanlar var. Onlarca farklı neden sayabilirsiniz. Bu insanların tereddütlerini ya da kaygılarını giderecek gerekli açıklamalar yapılmış mı? Gerekli ekonomik, sosyal destekler sağlanmış mı? Aşı tereddüdü yaşayan ya da şu ya bu nedenle hala aşı olmamış oldukça heterojen bir topluluktan bahsediyoruz. Sanki bütün aşı olmayanlar bilim karşıtı gibi bir hava yaratmak çok yanlış. Kaldı ki tamamen aşı karşıtı olanları ve pandemiye inanmayanları düşünün. Bu insanları da tek tek birey olarak suçlamak da yanlış bir şey. Bugün mesela bu insanlar yoğun bakım yataklarındayken teşhir ediliyor, aşı olmak istedi ama geç kalmıştı diye. Peki bu tutuma sahip olmak bu insanların ne kadar kendi özgür irade ve bilinçleriyle seçtikleri bir durum? Bu insanlar bir şekilde yoğun bir propaganda altında kalmışlar, tek yönlü ve yalan haberlere maruz kalmışlar, gerçeklerle ve olan bitenle irtibat kurmaları engellenmiş insanlar. Bu insanları suçlamak yerine, bu insanların gözlerinin önünde süregiden bir salgın gerçekliğini reddedecek kadar manipülasyona maruz bırakan sistemi sorgulamamız gerekir.
Aşıları üreten şirketlerin her geçen gün ‘satış’ hedeflerini yükselttiğini ve aşılara zam bile yaptıklarını görüyoruz. Dünya genelinde 4 milyar dozu aşkın aşılama yapıldı. Ancak bazı ülkeler vatandaşlarının büyük kısmını aşılayıp üçüncü dozu başlatmaya karar verirken, bazı yoksul ülkelerde aşılama oranları hala çok düşük. Bu noktada patent tartışması öne çıkıyor, bu adaletsizlik nasıl aşılacak? Yoksa bu adaletsizlik sonucu daha fazla insan ölmeye devam mı edecek?
Eğer mevcut politikalar sürdürülürse maalesef daha çok insan ölmeye devam edecek. Yapılması gereken patentlerin kaldırılması, aşıların arkasındaki bilgi ve teknolojinin paylaşılması ve üretimin yaygınlaştırılması idi. Aşı sınırlı bir kaynak. Bu sınırlı kaynağın dünyanın dört bir yanına hızlıca ulaştırıp bütün ülkelerde riskli grupların en önce aşılanması gerekiyordu. Şimdi sizin de söylediğiniz gibi zengin ülkeler üçüncü doza başladı ve halen dünyada üç buçuk milyar insan birinci dozu olmadı. Şimdiye dek uygulanan dört milyar doz aşının yüzde 80’i sadece on zengin ülkede yapıldı. Eğer patent kaldırılmazsa ve aşıyı üretme kapasitesi olanlara bilgi ve teknoloji aktarılmazsa, ilaç şirketleri zengin ülkelere bu aşıları satmaya devam edeceklerdir. Çünkü oralar gelir kaynağı bu şirketler için. Yoksul ülkeleri bir pazar olarak görmüyorlar. Ve her seferinde de zam yaparak satmaya devam edecekler. Bu senenin Mart ayında Pfizer CEO’su Bourla bir konferansta yaptığı konuşmada pandemi nedeniyle istedikleri fiyatı uygulayamadıklarını ancak pandemi kalıcı bir salgına dönüştüğünde ve ülkelerin ekstra dozlara ihtiyaçları doğduğunda kendileri için çok büyük bir fırsat doğacağını ifade etti. Şu anda o aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Hem Pfizer/Biontech hem de Moderna, aşılarına yüzde 25 oranında zam yaptı, doz fiyatı 25 dolara yaklaştı. Ve bu aşıların bir dozunun üretim maliyeti sadece 1 dolar 20 sent. Düşünün, bir yanda dünyayı kasıp kavuran bir pandemi var ve dört milyonu aşkın insan ölmüş. Diğer yanda, ilaç tekelleri bir yıl içinde tarihlerinde hiçbir zaman bir senede yapmadıkları kadar kâr elde etmiş ve aşıyı piyasaya süren bilim insanları dünyanın en zengin dolar milyarderleri arasına girmiş.
Örneğin benim yaşadığım Güney Kore’de şu anda mRNA aşısını üretme kapasitesi var ve bu kapasiteye sahip olanlar Pfizer ve Moderna’nın kapısını çalıyorlar. Ancak halihazırda bir cevap alabilmiş değiller. Benzer şekilde, Dünya Sağlık Örgütü açıklamalarına göre farklı ülkelerden 19 üretici mRNA aşısının üretimini arttırmak için destek olabileceklerini söylediler. Ancak bu çağrılara ilaç tekelleri tarafından kulak verilmiyor. Yapılması gereken aşı üretme kapasitesi olan kurumlara teknoloji transferinin yapılması ve bu kurumların patent, fikri mülkiyet korkusundan arındırılması. Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, patentin kaldırılması ve bilgi ve teknolojinin paylaşılmasını isteyenler başkalarına ait bir şey istemiyorlar. Bilakis kendi destekleriyle geliştirilmiş ürün ve teknolojilerin kendilerine iade edilmesini istiyorlar. Bu pandemi boyunca COVID-19 ile ilgili yapılan bütün klinik çalışmaların yüzde 70’i kamu kurumlarında yapıldı. Öncesine gittiğinizde, teknolojiler ve bilgi-birikim kamu kaynaklarıyla geliştirildi. Örneğin, mRNA’nın hücreye girişini sağlayan lipid nanoparçacık British Columbia Üniversitesi’nde, hücreye girişin ardından üretilen spike protein Ulusal Sağlık Enstitüsü’nde kamu kaynaklarıyla geliştirildi. COVID aşısının geliştirilmesine baktığınız zaman, Moderna’nın aşısı örneğin, tamamen Amerikan halkının vergileriyle fonlandı. BioNTech de ciddi oranda destek aldı. Oxford/AstraZeneca aşısı yüzde 97 oranında kamu tarafından fonlandı.
Yani ‘patent kalksa inovasyon olmaz’ argümanı, patenti paylaşmak istemeyenlerin sarıldığı boş bir söz. Bu sözün daha öncesinde kuş gribine karşı, AIDS’e karşı, Hepatit B’ye karşı aşı ya da ilaç geliştirildiği zamanlarda da tekellerini sürdürmek isteyenler tarafından dillendirildiğini görüyoruz.
Dünya Ticaret Örgütü’nde COVID-19 ile mücadelede kullanılan aşı ve diğer tıbbi araçların fikri mülkiyet hakkında muaf tutulması yönünde karar alınması, patent engelini ortadan kaldıracak ve üretimin yaygınlaşmasını sağlayacaktır. Ancak zengin ülkeler bunun yolunu da tıkıyor. Bunun yolunu tıkamalarının bir nedeni kamulaştırmaya, ortaklaştırmaya yönelik ideolojik bir karşıtlık iken, diğer nedeni güncel ekonomik kaygılar. Örneğin, yeni açıklanan sayılara göre Biontech tek başına Alman ekonomisine senelik Yüzde 0.5 katkı sağlıyor. Ve bir şirketin tek başına böyle bir katkısı daha önce hiç olmamış. Şimdi hal bu durumda iken Almanya Dünya Ticaret Örgütü’ndeki öneriyi niye desteklesin, öyle değil mi?
Maalesef gelinen aşamada durum şu ki, aşıda patentin kaldırılıp üretimin yaygınlaşması yapılmadığı gibi, zengin ülkeler bir yandan daha öncesinde ihtiyaçlarından fazla alıp depoladıkları ve şimdi tarihleri geçen aşıları çöpe atıyorlar, diğer yandan üçüncü dozu yapıyorlar. ABD Mart sonuna dek 180 bin aşıyı çöpe attı. Hollanda ve İngiltere’de binlerce doz çöpe gitti. Ağustos sonunda 1 milyon 250 bin doz aşının son kullanma tarihi geçecek. Bunun dışında yine zengin ülkeler üçüncü dozu yapmaya başladı. Dünya Sağlık Örgütü ekstra dozların uygulanmasına yönelik moratoryum çağrısı yaptı. Yani bunların durdurulmasını istedi. Bu ilanın ardından ABD’de üçüncü doz uygulamasına onay kararı çıktı. İsrail zaten daha önceden başlamıştı. üçüncü doz uygulamasına ve bugün bunu 50 yaşın üstündeki herkese uyguluyor. İşte bu tip uygulamalar aşı eşitsizliğini daha da arttırıyor.
Dağılımdaki adaletsizliğin getirdiği bir diğer sorun da aşılamanın az kalmasıyla dünyanın büyük kısmının ‘varyant fabrikası’ gibi çalışması. Yeni varyantlar ortaya çıkmaya devam mı edecek? Her sene aşı olmaya devam mı edeceğiz?
Varyant fabrikalarının nereler olacağı ya da yeni varyantlar çıkıp çıkmayacağını konunun uzmanları söyleyecektir. Ancak benim gördüğüm şu ki ilaç şirketleri şu ya da bu varyanta etkili diye aşılarını satmaya çalışacaklar. Maalesef bu meseledeki tutarsız pratikleri de aşı tereddüdünü besleyecek pratikler. İsrail’de vaka sayısının artmasıyla, geçen ayın başında Pfizer ve Biontech Delta’ya karşı aşının güncellenmiş versiyonunu geliştirdiklerini açıkladılar. Bununla eşzamanlı bir şekilde Pfizer ABD’de üçüncü dozun onayının çıkması için lobi faaliyetlerine başlarken, Uğur Şahin basına üçüncü dozun gerektiğini anlatan demeçler vermeye başladı. Ve şunun da altını çizmek gerekir ki, bu çabalar içine girildiğinde herhangi bir veri ya da klinik çalışma sonucu açıklanmadı, paylaşılmadı. Ve sonrasında, daha bu hafta, Uğur Şahin aşıyı Delta’ya karşı güncellemediklerini açıkladı. Bu tip tutarsız açıklamaların ve pratiklerin internetteki birkaç aşı karşıtının faaliyetinden daha fazla aşıya yönelik tereddüt yaratacağını düşünüyorum.
Sizce dünya bu salgını arkasında bırakabilecek mi? Salgın kontrol altına alınabilecek mi?
Halihazırda salgını kontrol altına alan ülkeler var. Ve bu ülkeler yoğun test ve temaslı takibi yapıyor. Salgınla mücadelede etkili olduğu gösterilmiş bu yöntemlerin benimsenmesi gerekiyor. En baştan beri yapılması gereken bir yandan patentlerin kaldırılarak, aşı üretimin yaygınlaştırılması ve bütün dünyadaki yaşlılar, riskli gruplar ve sağlık çalışanların aşılanması iken, diğer yandan salgında mücadele etkili olduğu gösterilmiş diğer yöntemlerin de etkili bir şekilde kullanılması idi. Bunlar yapılırken de insanların refah düzeylerini korumak için ihtiyaçları olan ekonomik ve sosyal desteklerin sağlanması gerekiyordu. Biz, örneğin, dünyadaki bütün ülkelerin COVID-19’a karşı benimsedikleri ekonomik paketleri incelediğimiz bir çalışma da yaptık. Çalışmamız maalesef benimsenen politikaların ülkelerin zenginlikleriyle paralel gitmediğini, gelişmiş ülkelerin bile kendi zenginliklerine oranla küçük paketler benimsediğini göstermekte.
Dünyanın birçok bölgesinde henüz yüksek riskli gruplar aşılanmamışken, zengin ülkelerin düşük riskli grupları aşılaması bir eşitsizliktir. Dünyanın birçok bölgesinde milyonlarca insan henüz daha birinci dozu olmamışken, zengin ülkelerin üçüncü dozu yapması bir eşitsizliktir. Ve halklar, sağduyulu ve eşitlikten yana politika yapıcılar, bilim insanları ve aydınlar bu eşitsizliklere itiraz etmedikçe bu uçurumun daha da büyümesi kaçınılmaz olacaktır.