MURAT SEVİNÇ
Uzun yıllar önceydi. Henüz asistandım. ‘Doktora tez önerisi’ yazdığım bir dönem. O kadar eski anlayacağınız! Bir süre, güzel bir İskandinav ülkesinde kalma şansım olmuştu. İlk ya da ikinci günde, bir balıkçıya girdim. Camekan içinde balıklar yan yana dizilmiş, üzerlerinde fiyatları yazıyor. Hiç bir balığın adını okuyamıyorum. Birini gözüme kestirdim ve bir kilo istedim. Balıkçı güler yüzle paketledi, parayı uzattım. 10 lira. Balıkçı paketlediği balığın 15 lira olduğunu söyledi. Adlarını bilmediğim için, balıkların kırk santim kadar üzerinde yer alan fiyatları birbirine karıştırmıştım. Hemen cüzdanımı açıp beş lira daha çıkarmak istedim ve balıkçı kesin bir biçimde ‘Hayır’ dedi. Şaşkınlıkla, yanlış gördüğüme, sorun olmadığına, hatanın benden kaynaklandığına ikna etmeye çalıştım. Balıkçı ısrarla ‘Hayır alamam’ dedi ve ekledi: “Sen o balığın 10 lira olduğunu zannederek istedin, dolayısıyla senden beş lira daha almam doğru olmaz, afiyet olsun” dedi. Ne diyeceğimi bilemeyerek, teşekkür edip ayrıldım.
Balıkçının inançlı biri olup olmadığını bilmiyorum tabii ama onun memleketindeki yaygın din (ve mezhep) Evanjelik Lutheryen. İşte adalet yürüyüşçülerine D-100 karayolu kenarından taş atıp ‘o. çocuklarıııııııı’ (böyle yazıyorum ki tam anlaşılmasın!) diye bağıranlar, kendilerinin cennete, o balıkçının cehenneme gideceğini düşünerek yetişmiş insanlar.
Ya da örneğin halkoylamasında neredeyse ‘Evet oyu farzdır’ demeye getiren, LGBTİ bireylerin ‘Namuslu ve onurlu insanların arasına katılamayacağını’ buyuran AKP’nin ‘kadrolu’ Şeyhülislamı da, o balıkçıyı cehenneme, kendisini cennete layık görüyor. Vesaire, vesaire…
Bu yazı için kullanılan fotoğrafta göreceğiniz kişinin adı, Yasin Türker. Parlak bir denizci iken, Balyoz’da, yaşamının üç yıldan fazlası çalındı. Berbat bir iddianame ve berbat bir yargılama sonucunda.
Yargılayanlar ya kaçak ya içeride şu anda. Üzerindeki tişört, birlikte yattıklarının imzalarıyla bezenmiş. Sevip saydığım bir abim. İki gün önce birlikte yürüdük. O mahkum olurken Cemaat’i alkışlayan kimi sahtekar oğlu sahtekarlar, yol kenarından bizlere ‘Vatan hainleriiii’ diye bağırıyordu. Bu nedenle özellikle onun fotoğrafını kullanmak istedim!
Yürüdüğüm günlerden birinde, yanımdaki tanımadığım adam, yol kenarından büyük bir zarafetle ‘o. çocuklarıııı’ diye bağıran III. Milliyetçi Cephe seçmenine, doğulu aksanıyla (her iki ‘a’yı da kısa okuyup) ‘Adalet sana da lazım’ diyordu. Israrla tekrarladı ve ısrarla küfür yedi. Örnek muhtelif. O esnada aklıma geldi yukarıdaki balıkçı hatırası.
Herkes içinde filizlendiği koşulların ürünü haliyle. Bizler, o balıkçının olgunlaştığı toprağın değil, herkesin herkese mütemadiyen yalan söylediği, en somut tarihsel olgu/gerçeklerin pervasızca inkar edildiği toprağın mahsulüyüz. Gerçeğin ne olduğunu pek merak etmeyenlerin memleketidir Türkiye. İşine gelmez. O istisnadır, bu istisnadır, ama başkaları da var vs… Geçelim bunları.
Ortalama yurttaş yalanı sever ve çıkarcıdır. Başka bir şey görmediği, bilmediği için. Başka bir şey öğretilmediği için. Korkmayı, çekinmeyi, çaktırmamayı, işini yürütmeyi öğrendiği için. Eleştiriyi ve özeleştiriyi öğrenmediği için. Suçlamanın, itham etmenin, hata aramanın, küçümsemenin, astına eziyet edip üstüne yaltaklanmanın ‘itibar’ kazandırdığını bildiği için.
Türkiye, ben çocukken ‘şah’ idi; bu yaşıma dek ‘şahbaz’ oluşuna tanık oldum. Her şey gözümün, gözümüzün önünde oldu. Oluyor.
Böyle bir toprakta en zor filiz veren üründür, prensip!
Günlerce yazmak istiyorum şu an! Sayısız örnek var aklıma üşüşen. Fakat o kadar uzatıyorum ki sözü, ilk aklıma gelen ve ‘güncel’ olanla yetinip diğerlerini başka yazılara bırakacağım bu kez.
Şu Cemaatçiler meselesi. Çok farklı katmanları var belli ki Cemaat’in. Sempatizanları, destekçileri, himmet tayfası, doğrudan ‘görev’ alanlar vs. Şu ana dek anlayabildiğim ve geçmişten gözlemleyebildiğim, farklı ve bir kısmı birbirinden habersiz tabakaları olduğu. Okulda öğretmenlik yapan, bankaya para yatıran, teknisyen ve şoför olan ile iddianame yazıp bomba atan, takdir edersiniz aynı değil.
Hâl böyleyken, hiç kuşkusuz hem her biri arasında ayrım yapılmalı, hem de her insanın adil yargılanma hakkı istisna tanımadan savunulmalı. Hiç kimseye ‘Oh olsun’ denilmemeli. Ben ve benim gibi insan haklarına önem veren enayiler, bugün onların adil yargılanma haklarını savunuyor. Bu bir heves değil, bir prensip!
Peki, FETÖcü suçlamasıyla işlerinden atılanların tümü ‘bugün’ geri dönse, biri olsun benim (bizim) hakkımı da arar mı?
Biri bile çıkıp ‘Bu adamlara da haksızlık yapıldı ve yapılıyor’ der mi?
Bütün bu rezaletlerin ardından, Cemaat sevdalılarından herhangi biri gerçek/anlamlı bir özeleştiri yapmış mıdır? Vazgeçmek, korkmak vs. demiyorum, özeleştiri diyorum.
İnsanların yaşamlarını karartan, o iddianameleri yazan, o göz altıları yapan, o servetleri edinen, o rektörlükleri/dekanlıkları kapan, o intihalleri yapan, o ayakları kaydıran, o kumpasları kuran, o soruları çalan, o tehditleri yapan, o askeri öğrencileri atan, o savcıları makamlarında karga tulumba eden alçaklar, bir pişmanlık duyuyor mudur?
Cemaat mensuplarıyla alınları birlikte secdeye varanlar, tanıdıkları alınıp götürülürken, eziyet edilirken, işlerini kaybederken, hiç olmazsa insani bir destek veriyorlar mı?
Yanıtları siz verin.
Peki ya Cemaat ile birlikte iş tutmuş, bugün havaya bakıp ıslık çalan arsız ve utanmazlar, liyakat ilkesinin değerinin farkına vardılar mı? Dalga mı geçiyorsunuz Allah aşkına! Cemaat mensuplarının ‘hâli’ ve ‘adil yargı’ ilkesi üzerine daha sonra yazacağım için, burada kesiyorum.
Hakkı hukuku adaleti geçtim, söz konusu dehşet verici karaktersizlikler, memleketimizde ‘yaygın’ biçimde sorun ediliyor mu? Bu kesimden birileri, ‘Biz neden bu haldeyiz, neden bu kadar çıkarcıyız, neden menfaatlerimiz dışında hiç bir prensibimiz yok?’ sorusunu yöneltiyor mu kendisine? Belki. Görülebilen, az, çok az. Ve umalım ki malum cenahta ne değişecekse, işte o azlık sayesinde olsun…
Ezcümle;
bu toplumda, içi doldurulmaya muhtaç bir kavram olan ‘adalet’ için yürüyenlere tepki duyanlar; adil olanı değil, bir biçimde ‘münasip’ olanı tercih edenler. Gerçekle değil, görünenle yetinmeyi tercih edenler. Doğru olanı değil, beğendikleri yalanı sevmeyi tercih edenler. Liyakati değil, torpil ve kayırmayı tercih edenler.
Onların sloganı, ‘Hak ve adalet’ olamaz. Torpil olabilir. Kayırma olabilir. İntihal olabilir. Ayak kaydırma olabilir. Eşitsizlik olabilir. Sömürü olabilir. Özünden tamamen koparılmış bir din olabilir.
Onlar mülkün ‘temelinde’ olana değil, bizzat ‘kendisine’ sevdalılar.
O mülkün temeline inmeye çalışanlar kuracak, herkes için insanca ve eşit yaşamı. Er ya da geç.
Torpilciler, kayırmacılar, kumpasçılar, ayak kaydıranlar, yalancılar, sömürgenler, arsızlar ve küfürbazlar değil…
Yazı önerisi: Ali Duran Topuz’un, yürüyüşe olumlu ve benden farklı olarak belli bir mesafeden bakan değerli yazısını buraya bırakıyorum.