
MURAT SEVİNÇ
Her Allah’ın günü demokrasi pınarının serin suyundan nasiplendiğimiz bir gelişme daha yaşanıyor ülkede. TÜSİAD yöneticilerinin başına gelenden bir hafta sonra, önemli bir şirketin tepe yöneticisi de Yeni Türkiye ile tanıştı. Herkesin bir sırası var. Üç gün öncesine dek büyük bir şirketin tepesinde yönetici olabilirsiniz. Sahip olduğunuz konumu yitirmeniz için birkaç saat yeterli olacaktır.
Yeni Türkiye uygulamalarıyla bir anda karşılaşıp neye uğradığını şaşıran her ölümlü, yıllardır o uygulamaların en şedit biçimine muhatap olmuş çok sayıda yurttaşın varlığını hatırlamalı. Suskunlukla geçiştirilen adaletsizlik, kör parmağım gözüne hukuk dışılıklar eninde sonunda ahalinin yaşamını etkilemeye başlıyor.
Bu bağlamda, son yıllarda servetlerini daha da büyüten patronların temsilcisi TÜSİAD yöneticisinin, konuşmasında ‘mutsuzluğa’ yaptığı vurgunun altını özellikle çizmek isterim. Yalnızca bireysel bir olgu değil mutluluk, bir toplum içinde yaşandığı bilinciyle, diğerlerinin yaşam koşulları ve özgürlüğü göz önünde bulundurulduğunda ve ancak kamunun yararı için sarf edilen ‘emeğin’ ödülü olabilir. Çok sayıda meslektaşımla birlikte üniversiteden atıldığım dönemde, pek çok yazımda, yetişmiş insanları böyle hoyratça harcamanın yalnızca o insanların değil kamunun-toplumun sorunu olarak görülmesini gerektiğini yinelemiştim. Adaletsizliğe bir prensip olarak ve yüksek sesle karşı çıkılmazsa dönüp dolaşıp geleceği yer sizin kapınızdır.
Koskoca bir şirketin koskoca yöneticisi, şirket içi bir yazışmada diğer bir yöneticiyi uyardığı ve söz konusu yazışma sızdırıldığı için, artık âdetten olduğu üzere sosyal medyada linç edildi, istifa ettirildi, hakkında soruşturma başlatıldı, gözaltına alındı ve sonunda, yine alıştığımız gibi ‘adli kontrol şartıyla’ serbest bırakıldı. Ardından, şirket bir açıklama yayınladı; insan okurken mahcup oluyor bizim sermayedarın haline.
Yazışmanın ‘iç yazışma’ niteliğini, buradaki asıl sorunun ‘sızdırma’ olduğunu, o satırların şirket çalışanları haricinde hiç kimseyi ilgilendirmediğini vs. bir yana bırakalım. Bunlar bizim için fazla lüks. Sorun nedir? Hiçbir milli bayram kutlaması ve 10 Kasım anmasını kaçırmayan ‘şirketlerden bir şirket’ olan bu kurumun yöneticilerden biri Ramazan ayı kutlaması yazmış. Tepe yöneticisi ise şirketin daha önce belirlediği kutlama günleri olduğunu, Ramazan ayının başlangıcının bunlardan biri olmadığını ‘yalnızca onları ilgilendiren’ bir üslupla bildirmiş. Anladığım kadarıyla mesajını o yönetici yerine yanlışlıkla ‘genele’ yollamış. Yinelemekte yarar var; konunun ‘bizi’, Türkiye kamuoyunu ilgilendiren bir tarafı yok.
Bunun üzerine, okuyanlardan biri, bir ‘aslan kaplan muhbir vatandaş’ konuyu Cimer’e yazmış, şikayet etmiş. Muhtemelen, “Yahu nasıl olsa devir bizim devrimiz, şimdi bu herifin canına okur biraz eğleniriz; hele bir de işinden olursa tadından yenmez” diye düşündü. Sonunda kazanan ‘aslan kaplan muhbir vatandaş’ oldu kuşkusuz. Çünkü Türkiye laik-seküler bir devlet değil. Anayasa’da ne yazdığının hiçbir önemi yok.
Yalnızca şirket çalışanlarını ilgilendiren bir e-posta nedeniyle hakkında soruşturma açılan, gözaltına alınan, işini kaybeden ve sonunda ‘adli kontrol şartıyla serbest bırakılan’ yöneticinin ifadelerinde din ile ilgili hiçbir değerlendirme olmadığı gibi, herhangi bir inanca-inanç sahibine yönelik aşağılama, hakaret, hedef gösterme de yok, tahmin edilebilir. Soruşturmanın gerekçesi, TCK’nin 115.maddesi. Öylesine ‘yapacak hiçbir şey yok’ ki, döne dolaşa ‘İnanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme suçu’ başlıklı maddeye başvurulmuş. “Ortada bu kapsamda ele alınabilecek bir fiil var mı?” ya da “Suçun oluşması için şart koşulan cebir ve şiddet mevcut mu?” gibi gerekli soruları boş verelim; maksat, ‘aslan kaplan muhbir vatandaşın’ gönlü olsun, keyfi yerine gelsin.
Anayasasında laik-seküler yazan bir ülkede fıkra konusu dahi olamaz şu yaşanan. Her birimiz ‘aslan kaplan muhbir vatandaşların’ bizi gözetlediğini düşünerek, ensemizde hissederek yaşamalıyız, istenen bu.
Çok dindar bir muhitte ve ailede yetiştim ve bana ‘inanç’ diye öğretilenle, bu ülkede nicedir tanık olduğum pratik arasında fazlaca benzerlik yok. Bu konuyu uzatmayacağım, Gazete Duvar’da çokça yazmıştım, tekrar olmasın. Türkiye ahalisi, İmparatorluk bakiyesi bir Cumhuriyet’in yurttaşları, laik sistemi ve laik yaşam biçimini büyük ölçüde benimsemiştir. Memleket çoğunluğunun hâlâ bu bilinç ve duyguyla yaşadığı kanısındayım. Ancak, siyasal İslamcı siyasetin toplumu bunca zamanda dönüştürmediğini varsaymak da gerçekçi değil. Bugün olağan kabul edilen pek çok uygulama çeyrek yüzyıl önce akla dahi gelmezdi ve o yıllarda da hâkim inanç grubu Katolikler değildi. Yaşananı doğru teşhis etmek, bundan çekinmemek gerekir. Tercihten değil, zorunluluktan söz ediyorum.
Evine ekmek götürmek dışında kaygısı olmayan sağduyulu milyonların böyle dertleri olmadığını varsayıyorum. Buna mukabil, hâlihazırdaki manzarayı görmezden gelmek de akıl kârı olmaz. Bir şirket yöneticisinin böyle bir gerekçeyle sosyal medyada linç edilmesi, hakkında soruşturma başlatılması ve işinden olması, geldiğimiz yeri gösteren sayısız çarpıcı örnekten yalnızca biri. Bu işlerde bir ‘son durak’ olmadığı da unutulmamalı.
Muhalefet partileri, trollerden ve fanatiklerden çekinmeden, mütedeyyin kesimle iletişim kurmak gerekliliğiyle inanç tüccarlığına ödün vermeyi birbirine karıştırmadan, demokrasinin ancak laik bir sitemde mümkün olacağını halka anlatabilmeli. Yeryüzünde laik-seküler olmayan bir demokratik devlet yok. Bu kadar açık ve bu kadar basit.
Yazı önerileri:
Aydın Selcen’in ‘yeni süreç’ hakkındaki yazısı.
Bahar Akpınar’ın, çok ilginç bir tarihsel figür olan Pamela Harriman hakkındaki yazısı.
Bahadır Özgür’den, ‘Servetin kaynağını bulma rehberi‘ başlıklı harika bir video.