BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Geçtiğimiz günlerde Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli, “Eskiden İngiltere gelir sekiz gol atar giderdi. Artık barajın, havalimanının en büyüğü bizde” dedi. Bu büyüklük takıntısının açıklamasını uzmanlara bırakarak, bakanın bahsettiği günleri bizzat yaşamış biri olarak bir iki kelam etmek isterim.
Belli bir yaşın altındakiler bilmez, milli takımımız İngiltere’ye iki defa 8-0 yenilmişti. İlkinde ne olduğunu tam anlamadık; konunun üzerinde çok durmamayı tercih ettik. Ondan sonra İngilizlerle yaptığımız maçlarda yediğimiz gol sayısını düşürüp bir maçta da berabere kalmayı başardıktan sonra, deplasmana galibiyet için çıkmıştık. O zamanlar ‘hücum futbolu‘ lafı pek revaçtaydı. Bir konuyu pek anlamayan insanların klişelerin cazibesine kapılması kuramı uyarınca, memleketteki kahvelerde ‘korkak futbol‘ oynamayıp galibiyetle döneceğimiz konuşuluyordu. Neticede bir sekiz gol de Wembley’de yiyip döndük. İngilizler o zamanlar büyük köprüler ve havalimanları yapıp intikamımızı alacağımızı bilemezdi tabi.
Bu talihsiz olay futbol kamuoyunda mucizevi ‘hücum futbolu‘ reçetesine yönelik pek bir güvensizlik yarattı denemez. Dahası etraflıca bilmediğimiz konularda, mucizevi pratik çözüm reçetelerini daha kritik alanlara da uygulamaya başladık. Nasıl futbolu korkmadan oynadığımızda, başka hiçbir şeye gerek duymadan harika sonuçlar alabileceğimizi sanıyorsak benzer şekilde dış politikada ve ekonomide de şipşak neticeler mümkündü. Kendimize güvenmemiz, kılkuyruk monşerlerin ve sıkıcı bürokratların etkisinden kurtulmamız yeterliydi.
Sahalardaki ‘korkak futbol‘un ekonomideki karşılığı ‘faiz lobisi‘ oldu, dış politikadaki düşman ise milli değerlerimizden kopuk, boyuna Batıya yaltaklanan bürokratlardı. Bunun karşılığında ‘hücum futbolu‘ bize mutlu ufuklar vadeden mükemmel bir çözüm olarak duruyordu. Yani ekonomide yerli ve milli bir programla, faiz lobisinin iflahı kesilip üretim patlatılacaktı; uluslararası zeminde de bizim çıkarlarımızı gözetmeyen Batı’ya haddi bildirilip kendi yolumuzdan gidilecekti.
Her iki alanda da İngiltere deplasmanına giden milli takımın coşkusu gözlenebiliyordu. İsrail, Mısır, Suriye, Yunanistan derken sırayla neredeyse tüm bölge ülkelerine posta koyulurken, bizi kapısında süründüren Avrupa Birliği’ne de kürsülerden hak ettiği cevaplar verildi. ABD’yle ilişkilerin gerilmesi biraz daha fazla zamana yayıldı ama PYD meselesinde canımızı sıkan Washington, 15 Temmuz’dan sonra açıktan hedef tahtasına yerleştirildi. Onun bölgedeki işbirlikçileri Suudi yönetimi ve Arap Emirlikleri zaten açıktan düşman kategorisindeydi. Batı’nın şımarık çocuğu Yunanistan’la Doğu Akdeniz meselesi üzerinden gerilim tırmandı. Mavi Vatan’la ‘hücum futbolu‘nu bihakkın uluslararası zemine taşıyan Türk diplomasisi, sondaj gemilerini de bölgeye yollayarak geçtiğimiz sene bekleri de hücuma çıkardı.
Bununla eş zamanlı bir de ekonomide ‘yerli ve milli‘ politika denemesi sürdürmekteydik. Bilinen iktisat teorilerinin reddine ve Türk tipi bir ekonomi yönetimine dayanan bu uygulama geçtiğimiz sene direkten döndü ancak kısa bir rasyonelleşme arasından sonra aslımıza rücu edip yakın zamanda aynı yere geri geldik.
Genel geçer düşünce biçimlerinin aslında yanlış olduğuna, bizim aklımıza gelen pratik çözümlerin mucizevi sonuçlar vereceğine dayalı bu akıl yürütmenin halk arasında popüler olduğunu belirtmeye gerek yok. Kanser tedavisi için kemoterapi, ameliyat gibi zahmetli ve masraflı yöntemler yerine insanlar, zakkumu kaynatıp suyunu içmenin kesin tedavi olduğuna inanmak istiyor.
Aslında istesek futbolda herkesi yenebileceğimize, ekstra bir zahmete katlanmadan Batılı ülkeler kadar zengin olabileceğimize, canımızı sıkan ABD’ye, Rusya’ya, Avrupalı ülkelere hadlerini bildireceğimize ikna olmaya meyyaliz. Bugüne kadar bunun neden yapılmadığının da hazır cevapları var üstelik. Korkaklık bunun sebeplerinden birisi olabilir. Aşağılık kompleksi içindeki Türk seçkinleri, memleketin potansiyelinin tam manasıyla ortaya çıkarılmasının önündeki en büyük engel.
Daha popüler bir açıklama ise hıyanet üzerinden yürüyor. Memleketin gelişmesini, bölgesinde ağırlığını koymasını istemeyen dış güçlerin içerideki uzantıları işlere taş koyuyor. Takıma sürekli defans yaptırıp rakip kaleye gitmemizi engelliyorlar. Düşmanlarımızın gücünü abartarak Türkiye’nin tarihsel misyonuyla barışmasını, Osmanlı’nın yeniden küllerinden doğmasını zora sokuyorlar. Veya operasyon çekerek rantiyeye para aktarıyor, sonucunda da üreticiler ve tüketiciler ucuz kaynağa erişemediği için kendi potansiyelimizi harekete geçiremiyoruz.
Ama üzülmeyin, vatanın bağrına düşman dayasa da hançerini, takıma hücum futbolu oynatacak, dışarıda dosta düşmana haddini bildirecek ve içeride de faizleri indirecek kahramanlarımız ne güne duruyor? Böylelikle her anlamda yerli, milli ve deneysel politikalarımızı uygulamaya koyuyoruz.
Yıllar sonra Wembley’de 8-0 kaybettiğimiz maça dair anılarını esprili bir dille anlatan o zamanki stoperimiz Abdülkerim, o gün üç gol atan İngiltere milli takımının santraforu Gary Lineker’i markajla görevliydi. Bir korner esnasında adamını kaçıran Abdülkerim, takım arkadaşlarına “Lineker’i gördünüz mü?” diye sorduğunu kahkahalar eşliğinde anlatmıştı.
Hayata ilişkin beklentilerimizden, kendimizi neye inandırdığımızdan bağımsız olarak bir de gerçeklerin dünyası var. Birkaç senedir sürdürdüğümüz ‘muhteşem yalnızlık‘ politikalarımızın çalışmadığı görülmüş olacak ki hem bölge ülkeleriyle hem de Batı’yla ilişkilerin tamiri yolunda adımlar atılmaya çalışılıyor.
Doğu Akdeniz’de geçen sene mehter marşıyla tırmandırdığımız krizi bu sene sessiz sedasız sönümlendirmiş bulunuyoruz. ABD’yle iyi ilişki tesis edebilmek şu aşamada iktidarın en önemli hedefi gibi görünüyor, ancak karşı taraftan aynı karşılığı bulamıyoruz. En son ‘Bari bunu verin‘ diye talep ettiğimiz modernize edilmiş F-16lar için bile ne cevap alacağımız belirsiz. Halkbank davası yeniden açılıyor. ABD’nin PYD’ye desteğinde değişen bir şey yok, FETÖ meselesinde de Türkiye’nin taleplerini duymazlıktan geliyorlar. Bu konuya girmişken en son 15 Temmuz’un sponsoru olmakla suçladığımız Arap Emirlikleri’nin veliaht prensini Ankara’da ağırlayarak ne noktaya gerilediğimizi tespitte yarar var.
Velhasıl zamanında Suriye’de Rusya’nın bileğini bükeceği vehmine kapılan Ankara, sonunda nasıl Astana Sürecine geldiyse, çok daha derin bağları olan ABD, Avrupa ve onun bölgesel müttefikleriyle ilişkilerde de bir balans ayarına gidiliyor. Mısır, Libya derken Suriye’de de belirli bir normalleşmenin kapıları açılıyor.
Ekonomide ise manik safhayı geçememiş olacağız ki bütün coşkumuzla surlara yüklenmeyi sürdürüyoruz. Deneysel iktisat politikaları başkanlık sistemine geçtiğimizden beri üçüncü defa ciddi bir finansal istikrarsızlığın kapılarını açıyor.
Daha önceki bir yazımda ekonomik sorunların Türkiye’nin elini uluslararası ilişkiler alanında nasıl zayıflattığına değindiğim için şu an tekrar buna dönmeyeceğim. Zaten olayların gelişme biçimine bakıldığında bu meselenin uzun süre gündemde kalacağı görülüyor. Uluslararası politikada birçok kontratak golü yememize neden olan ‘hücum futbolu‘ sınırlarına geldi diye düşünebiliriz ancak ekonomide gidecek yolumuz, yiyecek golümüz var. Bunu da önümüzdeki bir buçuk yıllık süreçte seçimlere giderken yaşayarak göreceğiz.
Neticede iktisat politikalarındaki hataların sonuçlarını, aynı futbolda olduğu gibi hemen tabelada görmek mümkün. Dolayısıyla uzun vadede kendi kendimizi sonsuza kadar kandırma şansımız yok.
Dış politikada ise basını da kontrol eden hükümetin başarısızlıkları saklama, halkın gözünü boyama imkânı çok daha fazla. Bugün kaç kişi Ankara’nın Suriye’ye, Doğu Akdeniz’e ve Libya’ya yönelik politikalarının isabetini, S-400’ün başımıza neler açtığını değerlendiriyor? Daha da önemlisi kaç kişinin umurunda?
Ama ekonomideki sorunlar çok daha can yakıcı olarak birikmeye devam edecek. Sonunda da ‘hücum futbolu‘, ‘yerli ve milli politikalar‘ şiarlarıyla çıktığımız bu yolculuklardan da pek yüz güldürücü olmayan sonuçlarla döneceğiz.
Ve korkarım günün sonunda birbirimize şunu soracağız: Lineker’i gördünüz mü?