MURAT SEVİNÇ
Üniversiteden atıldığımız esnada Cebeci Kampüsünde kişilikli davranan azınlığın en güzel mensuplarından biri, İLEF güvenlik görevlisi Yusuf Okyay’ın değerli anısına…
Lümpen burjuvazimiz tarafından arşivi yok edildiği için artık ulaşılamayan Radikal İki’deki ilk yazımın başlığı ‘Hüzün veren anayasa tartışması‘ (Ocak 2007) idi. On altı yıl sonra, bu kez YSK kararlarına ilişkin yazıya ‘fena halde hüzün veren’ başlığı atmak uygun olur.
2007’deki yazının konusu kamuoyunda ‘367 kararı’ olarak biliniyor. AKP’nin (Sezer’in görev süresi biterken) uzlaşma aramaksızın bir cumhurbaşkanı adayı belirleme eğilimi, o adayın Abdullah Gül oluşu, 2007 yılının diğer gerilimleriyle bir araya gelmiş ve bir Anayasa tartışması başlamış, ocak ayında harlanan ve önce pek ciddiye almadığım(ız) konu, ilkbaharda bir AYM kararı haline gelmişti.
Tartışma, o günün Anayasa hükümlerince TBMM’deki cumhurbaşkanı seçiminin ilk turunda aranması gerektiği iddia edilen ‘toplantı yetersayısı’ ile ilgiliydi. İnsafsızlık olmasın, bugünün tartışmalılarına bakıldığında o gün ‘367’ci olarak adlandırılanların bir ‘argümanları’ olduğunu söylemek mümkün. Yani ortada tartışılacak bir şey vardı hiç olmazsa. Ben, henüz gençten bir akademisyen olarak 367’cilerin karşı safındaydım. Bana kalırsa Anayasa ve İçtüzük’te cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yetersayısının ilk turda 367 kişi olması gerektiği yönünde değerlendirmeye izin verecek bir düzenleme yoktu, Anayasa bu şekilde yorumlanamazdı ve yetersayı zorunluluğunu icat edenlerin amacı, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini engellemekti.
367’ciler içinde, görüşünü samimiyetle savunan ve bir hukuk tartışması yürüten bir-iki hukukçu olduğunu söylemeliyim. Ancak tartışmayı köpürten ‘çoğunluğun’ asıl derdi, Gül’ün adaylığını AYM eliyle engellemekti. O devrin CHP idaresi ve ulusalcıların marifetiydi 367 kararı. Türkiye’de ahali, biraz da hafızasızlığa güvenerek çok hızlı yıkıyor elini, oysa 367 kararı ve 2007 yılındaki gelişmelerin anayasacılığımıza, AYM’ye ve ülkeye verdiği zarar, sürekli gündeme gelen 2010 değişikliğinden az değil. O günlerde şah idik, şimdi şahbaz olduk, mesele bu.
İşte ‘Hüzün veren anayasa tartışması‘ başlıklı gazete yazısı, 2007 başında tartışmanın başlangıcında yazılmış bir tepki yazısıydı. O gün hukukun/mahkemelerin siyasal hedefler için kullanılmasına karşıydım, bugün de karşıyım.
‘AKP anayasacılığı‘ o yıl başladı, 2007’de. Kürsüdaşım sevgili Dinçer Demirkent’le birlikte 2021’de Toplum ve Bilim’de (158) ‘AKP dönemi anayasacılığı, yaklaşımlar ve eleştiriler‘ başlıklı bir makale yayınladık ve orada, AKP anayasacılığını 2007’den başlatıyoruz. O yıl ve 2008’de yaşananlar; e-muhtıra, 367 kararı, karar ardından yapılan Anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin kabul edilmesi, sonbahardaki halkoylaması, sonrasında AKP’nin Özbudun taslağını rafa kaldırışı, kapatma davası vs. O bir küsur yıl, bir kırılma ânı gibiydi.
2007 yaz aylarından itibaren anayasacılığımız bakımından o güne kadarkinden farklı bir çizgi-yol benimsendi. AKP anayasacılığının iki başat niteliği var. İlki, değişikliklerin kamu yararı ve demokratikleşme amacıyla değil, salt bir siyasal ideolojinin hedefleri ve bir kişinin niyetleri doğrultusunda yapılması. 2007, 2010, 2016 ve 2017 değişiklikleri bir ideoloji, kişi ve parti-devletin yararınaydı. İkinci nitelik, hükümleri zorlama ve mutlaka parti-kişi yararı gözetilerek yorumlama. Bu tutum AKP’ye özgü değil, ancak ‘zorlama’ hiç bu denli sistematik ve bezdirici olmamıştı. Örneğin şu son aylarda gerçekleşen ve sonunda YSK kararlarına konu olan Anayasa tartışmalarının tek nedeni, ‘hükümlerin yorumunu’ siyasi çıkarlar doğrultusunda sonuna dek zorlamaları.
Gelinen yerde, artık herkesi bağlayıcı bir Anayasal düzenin varlığından söz etmek kolay değil.
Yeri gelmişken, hiç kimseyi temsil etme vasfım olmadığına göre ancak kendi adıma bir konuyu açıklığa kavuşturmak isterim. Son zamanlarda, Anayasal itirazlar yönelten yazılar kaleme alırken bunu YSK ya da diğer organlardan bir umudum olduğu için yapmıyorum kuşkusuz. Ya da, bir yazının ardından ilgili kurumların harekete geçeceğini, gereğini yapacağını düşünecek kadar kendimden geçmedim, şükür. Yazı, eninde sonunda döneme düşülen bir nottur. Bu bir. İkincisi, konuyu merak edenlere asgari bilgi sunar. Üçüncüsü, herkes en ağır koşullarda dahi kendi alanına sahip çıkmaya çalışmalı, doğru bildiği her neyse onu dile getirmeli, hiç kimsenin ciddiye almayacağını bilse de. Akademisyenlikten, kamusal sorumluluktan anladığım bu. Ayrıca, bir mücadelede, o mücadelenin konusu olan unsurlardan birinin altının çizilmesi, diğerlerinin yok sayılmasını gerektirmez. Siyasi ve hukuksal mücadele birlikte verilmeli, hiç kimsenin ciddiye almadığı hatırlatmalar bıkıp usanmadan yapılmalı. Ve bu, hukukçuların zaman zaman yaptığı gibi meslek-alan fetişizmine sapmadan gerçekleşmeli, düzeyler birbirine karıştırılmamalı.
Bu bağlamda, “Hukuk mu kaldı Allah aşkına, ne konuşuyorsunuz” itirazı hem doğru hem yanlış bir itiraz. Bakınız, İsrail’de olanlar… Kararlarının demokratikliği çok tartışılan İsrail yüksek mahkemesi, radikal sağcı iktidar ortakları tarafından iyice etkisizleştirilmeye çalışılınca, yüzbinlerce yurttaş (her kesimden) sokağa çıktı, mahkemesine sahip çıktı ve hükümet ‘şimdilik’ geri adım attı. Tekrar: Bir toplum Anayasasına sahip çıkarsa Anayasası vardır, çıkmazsa yoktur. Ve yine, Mümtaz Hoca’nın ifadesiyle, anayasaları yaşatan içlerindeki sözcükler değil, dışlarındaki hayattır. Türkiye’de Anayasanın askıya alınabilmiş olmasının nedeni, toplumun ve siyasetçilerin Anayasaya gerçek anlamda sahip çıkmayışıdır. Ahali, “Hukuk mu kalmış, ne konuşuyorsunuz” ve siyasetçiler “Anayasa aykırı ama evet diyeceğiz” dediğinde, yapacak bir şey kalmıyor ne yazık ki. Ne yapsın yasalardaki sözcükler, yazılı oldukları kâğıt parçalarını terk edip insan içine karışamazlar ki…
YSK iki güncel kararıyla, AKP Anayasacılığının ve hukuk kavrayışının belirlediği yorum tarzının en çarpıcı ve umalım ki son örneklerini sundu. Hangi YSK? 1950 Seçim Kanunu ile kurulmuş ve demokratik sistemlere katkı niteliğinde YSK. Öyle ki, 1961’de Anayasaya alındı ve 1982 Anayasasıyla dahi dokunulmadı. İlk kez bir ülke, seçimlerin hem yönetimini hem denetlenmesini hâkimlerden oluşan bir kurula devrediyordu 1950’de. Çok partili yaşamda seçimlerin kazasız belasız, güven içinde yapılmasının en önemli nedenlerindendir bu kurul. Son yıllara dek. Siyasal İslamcılar her şeyi harap ederken onun aynı kalması mümkün olmadı. Oylama sürerken kurallardan birini değiştiriverdiler, atı alan Üsküdar’ı geçti ve 2017 rejim değişikliği o sayede olabildi.
Şimdi, Anayasaya göre üçüncü kez aday olamayacak bir kişinin adaylığını kabul etti ve seçimin ilan tarihi nedeniyle uygulanamaz ‘yasa değişikliklerinin’ uygulanabileceğine hükmetti.
Erdoğan’ın aday olabileceğine ilişkin YSK kararını buraya bırakıyorum. Konuya ilişkin neyin ne olduğunu bilmeyen kalmadı, lafı uzatmanın âlemi yok. Anayasaya göre TBMM erken seçim kararı almadıkça yeniden (üçüncü kez) aday olamazdı, ancak YSK ilk seçimi (2014) seçim saymadı. Şu cümle dahi yeteri kadar absürt aslında: ‘2017’de sistem değiştiği için 2018’de ilk kez seçildi ve 2023 ikinci sayılır’, buyurdu YSK. Bu durumda, eğer seçilirse, 2028’de bir kez daha aday olmasının önünde bir engel de kalmamış oluyor tabii. 2033’e Allah kerim. İleri demokrasi ne kadar güzel bir şey! 30.03.2023 gün ve 316 sayılı YSK kararının sonu:
“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın ilk seçildiği tarih 10 Ağustos 2014 olup, 26. Dönem TBMM seçimi ise 1 Kasım 2015 tarihinde yapıldığından, anılan Cumhurbaşkanı seçimi TBMM seçimiyle birlikte yapılmayıp, münferiden yapılmış bir seçimdir. Buna karşın, 27. Dönem TBMM seçimi ise Cumhurbaşkanı seçimiyle birlikte aynı gün, 24 Haziran 2018 tarihinde yapılmıştır. Anayasanın 101’inci ve 6271 sayılı Kanunun 3’üncü maddesine göre Cumhurbaşkanının görev süresi birlikte yapılan bir önceki seçim tarihi esas alınarak belirlenecektir, bir başka deyişle, birlikte yapılan ilk seçim 24 Haziran 2018 tarihindeki seçimdir.”
Hal böyleyken, meclis ve cumhurbaşkanı seçimi ‘birlikte yapılmayan’ 2014 tarihli cumhurbaşkanı seçimini hesaba katmayıp, 2014-2018 arası için, ‘ne cumhurbaşkanları sevdim zaten yoktular‘ demiş oldu YSK.
İkinci karar şu güne dek YSK sayfasında yayınlanmadı, ancak kararı aldıran meslektaşımın izniyle sizi haberdar etmek istedim. Konu, Seçim Yasası’nda 2022 Nisan’ında yapılan değişiklikler, kararı ‘mart’ ayında alınan 2023 Mayıs seçiminde uygulanabilir mi? 10 Ocak tarihli ‘Seçim oy verme gününde değil, seçimin ilanıyla başlar‘ başlıklı yazımı buraya bırakıyorum. Anayasa hukukçusu genç meslektaşım Atagün Mert Kejanlıoğlu, durumu son derece ayrıntılı ve güzel anlatan bir dilekçeyle YSK’ya başvurmuş ve 29.03.2023 gün ve 305 sayılı YSK kararının verilmesini sağlamış. YSK tahmin edilebileceği gibi, Anayasa’nın 67.maddesinin son fıkrasındaki ‘seçim’ sözcüğünü, seçim kararının alındığı gün değil, ‘seçimin yapılacağı gün’ olarak yorumlamış. Bu kararı verirken zahmet edip tartışmamış bile.
Yazının başlığındaki ‘hüzün’ YSK’nın geçmişine dair bir duygu, bugününe değil. 1950’de çok partili yaşamın, demokrasinin emniyet supabı olarak düşünülmüş ve dünyaya örneklik etmiş bir kurum. İdi.
Yazı önerileri:
- TİP’in başarılı olmasını çok isteyen bir yurttaş/seçmen olarak, Oya Baydar’ın yazısını okumanızı öneriyorum. TİP’e destek olmak isteyen, buna mukabil benzer kaygılar taşıyan az sayıda yurttaş olmadığı kanısındayım.
- Fehim Taştekin’in, İsrail’de yaşananlar üzerine güzel yazısını okumanızı öneririm.