BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Elbette ‘helalleşme’ meselesini ne hükümet ortaya attı ne de bu sözü telaffuz edenlerin kastı dış politikaydı. Ana muhalefet liderinin, geçmişte muhafazakarlarla CHP’nin arasının açılmasına neden olan olayları geride bırakmak için kurguladığı stratejinin kapsamı daha farklı toplumsal kesimleri de kapsayacak şekilde genişletildi. Ama Kılıçdaroğlu’nun helalleşmeden kastı hep iç politikayla ilgiliydi; zaten yürütme erkinin başında olmadığı için başka türlüsü de mümkün olamazdı.
Ana muhalefet partisinin bu açılımının ne kadar karşılık bulacağı ayrı bir konu. Hem iktidarda yarattığı endişe hem de seküler payandalarındaki ‘Asıl onlar özür dilesin‘ manipülasyonu hassas bir noktaya temas edildiğini gösteriyor. Öte yandan Kılıçdaroğlu şimdilik sadece konuşurken, iktidar bunu başka bir alanda pratiğe geçiriyor; ancak helalleşme için belirlenen aktörün, BAE veliaht prensinin kimliği olayları karmaşıklaştırıyor. Belki bundan dolayı geçmişte yapılan, edilen ve konuşulanlar unutulmuş gibi davranılıp bir kez daha toplumun kısa dönem amnezisine umut bağlanılıyor.
Türkiye’nin darbeler tarihine bakıldığında, siyasi kırılmaların ülkenin uluslararası politikadaki yönelimini değiştirmekten çok içerideki güç dağılımını etkileme amacına hizmet ettiği pekâlâ söylenebilir. Belki 1913’teki Babıali baskınının Dünya Savaşı’na giden yolda Almanya’ya daha yakın kadroları iş başına getirdiğinden ve dolayısıyla darbe-dış politika ilişkisi bağlamında anlamlı bir sebep-sonuç ilişkisinden bahsedilebilir. Ancak Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan darbelerin dış politikaya etkisi çok daha sınırlıydı. 1960 darbesi sonrası gücü ele geçiren cuntanın derhal NATO ve CENTO’ya bağlılık bildirip hiza alması bir örnek. Keza 1971 muhtırası sonrasında Ankara’nın rotasında bir değişiklik gözlemlenmedi. 70’li yıllarda Türkiye-ABD ilişkilerinde önce afyon ekimi meselesi, daha sonra Kıbrıs harekâtı ve onu takip eden karşılıklı silah ambargoları ve üs kapatmaları sebebiyle sorunlu bir dönem yaşandı. Yine de Ankara hiçbir zaman sahanın öte tarafına geçmeyi ciddi biçimde değerlendirmedi. Soğuk Savaş parametreleri öylesine belirleyiciydi ki sınırları kalın çizgilerle çizilen blokların karşı kıyısına geçmek düşünülemezdi. Zaten Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgali, İran İslam devrimi derken uluslararası konjonktür NATO’nun güneydoğu kanadındaki zafiyetin giderilmesini elzem hale getirecekti. Neticede 12 Eylül’de iktidara el koyan askerlerin en önemli tasarruflarından birisi 1974 sonrası NATO’nun askeri kanadından çekilen Yunanistan’ın geri dönüşüne vetonun kaldırılması ve gevşeyen contanın sıkılarak işlerin ABD açısından hale yola konulması oldu.
Velhasıl-ı kelam, darbe Türkiye’nin yönünü çevirmek bir yana, dümendeki sapmayı gidermek işlevini gördü.
Bu bağlamda 1997’de post-modern darbeyi yapanların benzer bir durum için kullandığı ‘balans ayarı’ tabirinin hem iç hem dış politika için geçerli olduğu söylenebilir. Refahyol hükümetinin sıradışı bölgesel politikalarının orduda ve dışişleri bürokrasisinde yarattığı rahatsızlık, kurulacak 28 Şubat hükümetlerince giderildi. Bir kez daha sivil siyasete dışarıdan müdahalenin Ankara’nın sapmakta olan rotasını düzeltme işlevi gördüğü, darbecilerin aklında alternatif bir dış politika arayışının olmadığı açıktı. Post-modern darbe sonrası ABD ve onun bölgedeki müttefiki İsrail’le yaşanan balayı, bu politikanın doğrudan bir sonucu oldu.
Bütün bu örneklerle kıyaslandığında 15 Temmuz’un istisnai bir yeri olduğu söylenebilir. Darbe girişimi başarıya ulaşamamıştır ancak kurulan yeni iç ittifaklar ve iktidarın izlediği dış politikaya bakıldığında her iki alanda ciddi bir değişim yaşandığı söylenebilir. 2015 seçimleriyle kurulan yeni iktidar mihveri 15 Temmuz sonrası konsolide olup eski müttefiklerini devlet düşmanı olarak tescilledi. Zira darbenin arkasındaki cemaat yapılanması, seçilmiş hükümeti 17-25’ten sonra bir de askeri kullanarak devirmeye kalkarak tüm meşruiyetini yitirmişti.
Gelelim asıl meselemize, yani darbe girişiminin dış destekçilerine.
Daha ilk günlerden itibaren girişimin arkasında ABD ve bölgesel destekçileri Körfez monarşilerinin bulunduğundan dem vurulmuştu. İlgili şer cephesinin 2012 yılında Mısır’da Mursi’yi deviren darbenin de planlayıcısı ve finansörü olduğuna dair hükümetin sağlam bir kanaati vardı. Benzer bir numarayı Türkiye’de tezgahlamaya kalkışmışlardı; buna karşın kamuoyuna yansıyan tevatüre göre Rusya darbenin başarısızlığa uğratılması için aktif rol almış, hükümete destek vermişti.
15 Temmuz’un bu sunuş biçiminin, darbe girişiminin hemen ardından uygulamaya konulan dış politikayı destekler nitelikte olduğu açık. Darbe girişiminden neredeyse bir ay sonra Suriye’de başlatılan Fırat Kalkanı operasyonu, Türk askerinin sınırı geçtiği ilk hamle olacaktı ve ancak Moskova’nın yeşil ışığı sayesinde sorunsuz gerçekleştirilmişti. Ankara açıkça Esad’ın devrilmesi politikasından vazgeçmiş, öncelikli tehdit olarak gördüğü PYD’nin sınırının hemen güneyinde kantonları birleştirerek ilerlemesinin önüne geçme amacını öncelemişti.
Darbenin sponsoru olarak görülen ABD’nin, aynı zamanda Ankara’nın PKK’nın uzantısı olarak gördüğü örgütü silahlandırıyor olması, 15 Temmuz rejimiyle Suriye politikasının uyumlandırılmasını kolaylaştırmıştı. Darbe girişiminin diğer melun aktörleri Suudi yönetimi ve küçük kardeşi Birleşik Arap Emirlikleri ise hükümete yakın kalemlerin salvolarından payına düşeni aldı. ABD’nin başında olduğu şer cephesinin planı Türkiye’deki hükümeti devirmekle sınırlı kalmayıp bir Kürt devletinin kurulmasının önünü açmak ve hatta hızını alamayan bazı emekli paşaların ifadelerine göre Yunanistan’ın Ege sahillerine çıkarma yapmasıyla kıskacı tamamlamaktı. İktidarın aralıklarla köpürtülen bu planının kötü adamları belliydi ve buna karşı Türkiye’nin dış politikadaki yeni ortağı Rusya ve belki bir miktar Çin olmalıydı.
Bu genel çerçevenin fazla basit olduğunu ve başta cumhurbaşkanı olmak üzere iktidar koalisyonunun önemli bir kesiminin Batı’yla köprüleri tamamen atmak değil, onları yeni bir anlaşma zeminine zorlamak niyetinde olduğunu kabul ederim. Sahadaki güç dengeleri ise Ankara’nın ABD’yi kendi çizgisine çekmek yerine artan güçlükler karşısında giderek daha ılımlı bir politikaya razı olduğunu gösteriyor. 15 Temmuz’un planlayıcısı ve destekleyicisi, Suriye’nin doğusunda PYD’yi silahlandıran ABD rotasında herhangi bir değişiklik yapmadığı halde Türkiye ilişkilerin tamiri yönünde ciddi gayret sarf ediyor. Henüz Washington’un bu çabalara karşılık vermediğini de belirtelim.
Diğer yandan darbeci koalisyonun küçük ortaklarıyla da soğutma çabaları sürüyor. Son olarak Arap Emirlikleri veliaht prensinin Ankara’ya gelişi ve cumhurbaşkanı tarafından kabulü, 15 Temmuz sonrası ‘helalleşme’nin düzeyini gösteriyor. İktidarın FETÖ’yle de baltaları gömeceği kanaatinde değilim ama böylesine ciddi bir suçlamaya maruz bırakılan uluslararası aktörlerle herhangi bir hesaplaşmaya gidilmeden tekrar normal ilişkiler kurulmaya başlaması, Ankara’nın bölge politikalarındaki balans ayarını gösteriyor. 15 Temmuz sonrası, daha önceki hiçbir darbede olmadığı kadar ayrı bir yörüngeye savrulan Ankara, yavaş yavaş eski rotasına dönme eğilimi gösteriyor. Bin yıl süreceği söylenen 28 Şubat 10 yıl bile sürmeden tarihe gömüldüğüne gör, 15 Temmuz düzeninin en azından uluslararası düzlemde nefesinin bu kadar erken kesilmesine şaşmamak gerekir belki de.
İran’la Irak’tan Suriye’ye ve Lübnan’a ulaşan jeopolitik çekişmenin şiddeti artarak sürüyor. Rusya’nın son olarak Suriyeli Kürtlere otonomi verilmesi konusundaki yaklaşımı, Moskova’yla işbirliğini pazarlayanların yine görmezden geldiği ancak önemli bir gelişme. Daha da önemlisi, acilen fantastik ekonomi politikalarımızın felakete dönüşmesini engelleyecek cepleri derin ortaklar gerekiyor. Bu koşullar altında veliaht prensle yapılan görüşmeye şaşırmamak lazım. Hayat böyledir işte, Shakespeare’in zamanında yazdığı gibi, “Sefalet, insanı garip yatak arkadaşlarıyla tanıştırır.” Umalım da Şeyh gerçekten elini cebine atsın, yoksa hakkımızı helal etmeyeceğiz.