
MURAT SEVİNÇ
Bir Youtube kanalında, Üstün Dökmen’le Armağan Çağlayan arasında geçen bir diyalog epeyce ses getirdi. Dökmen’in, bazı meslek erbabının (psikolog, rehber danışman gibi) ‘belli başlı’ sembolleri kullanmalarının, karşısındakiyle kuracağı ilişkinin nesnelliğine halel getireceği yönündeki görüşleri, sosyal medya ve basında hakaretlere/tehditlere maruz kalmasına neden oldu. Her zaman olduğu gibi, konuşmanın yalnızca bir kısmı, türbanla ilgili sözler alıntılanıp yapılmayan yorum kalmadı. En aklı başında bilinen kimi yazar ve siyasetçilerle TV yorumcuları dahi kırpılan o dakikalar üzerine, geri kalanını merak etmeden ya da göz önünde bulundurmadan değerlendirdiler, sosyal medya hesaplarından tepki gösterdiler. Burası Türkiye olduğu için.
Laiklik kavramı, Osmanlı-Türk anayasal gelişmelerinde laiklik düşüncesinin evrimi ve özel olarak türban/yasak konusu üzerine kaç yazı kaleme aldığımı hatırlamıyorum, aynı şeyleri tekrarın yararı yok. Yalnızca birkaç kısa hatırlatma:
Laik/seküler olmayan bir demokrasi yok. Eğer demokratik sistemden yanaysanız laikliği/sekülerliği savunmak zorundasınız. Aksinde ısrarla ‘hamile kalmadan doğum yapayım’ arzusu aynı şey. Ya da tarihte daha önce tanık olunmamış bir şey başarıp laik/seküler nitelikten yoksun bir demokratik sistem icat edeceğiz, Erke Dönergeci gibi.
Laiklik/sekülerlik bazı ‘olmazsa olmaz’ unsurlara sahip olduğu gibi, ülkeden ülkeye, kültürden kültüre değişen tarafları da var. Mesele, o ‘olmazsa olmaz’ nitelikleri benimsemekte. Yoksa, Fransa’yla Türkiye arasında fark olabilir, bunda bir tuhaflık yok. Üstelik her konuda aynı şeyi söylemek mümkün, İngiliz parlamenter sistemiyle Türkiye’ninki arasında da başkalıklar vardı, ancak temel ilkeler değişmez, örneğin bir parlamenter sistem devlet başkanı, “Ben her işe karışacağım, sorumluluğum yok ama bolca yetki kullanacağım, paşa gönlüm öyle istiyor” diyemez.
Türkiye laikliğinin de kendine özgü nitelikleri oldu her zaman. Diyanet 1924’te, onları düzenleyip hayata geçirmek, ahaliyi kontrol altında tutmak için kuruldu. Laiklik ilkesi tarihsel gerekçelerle katı ve esnek uygulamaları görüldü, her zaman gündemde kaldı, zaman zaman bir yurttaş kesimini dışlamanın aracına da dönüştürüldü. Özellikle 1990’larda siyasal İslamcıların yükselişine karşı geliştirilen ulusalcı refleksin sonucunda bu ilke olmadık biçimde yorumlandı ve İslamcılarla siyasi mücadelede bir sopaya dönüştü. Kavgadan nihai olarak İslamcılar galip çıkınca, sopayı tutan el değişti.
O yıllarda üniversitelerde türban yasağı uygulayan zevatla günümüzü yaşanmaz hale getirenler aynı zihniyetin mensupları. Hatta, örneğin Ankara Üniversitesi’nde akademisyen kıyımı yapan rektör ve işbirlikçilerinin 90’lı yıllarda ne yaptıkları, neye tepki gösterip göstermediklerine bakılırsa, yalnızca zihniyetin değil ‘kişilerin’ de genellikle aynı olduğu görülür. Yaşı ve deneyimi yetenler bilir ki, zamanında İstanbul Üniversitesi’nde Alemdaroğlu şürekâsıyla asıl mücadele edenler de, Bülent Tanör ve Hatemî gibi hocalardır, Kuzu’lar değil.
Artık hiç kimse diğerinin kılığına karışmıyor üniversitede vs., olması gereken de buydu. Ancak Türkiye’de hiçbir saçmalık tam olarak sona ermez, uykuya dalar, zamanı gelince başka bir formda ortaya çıkar. Çünkü buralarda, vasat ömür ve kariyerlerini, birilerinin mutlu olma, birilerinin özgür olma, birilerinin insan gibi yaşama, birilerinin nefes alma, birilerinin düşüncesini özgürce ifade etme, endişe duymadan yaşama ihtimalini engellemeye adamış insan ve kurumlar vardır. ‘Eziyette devamlılık’ ilkesi bâkidir.
Bir süredir sırada siyasal İslamcılar var, devir kareli ceketlilerin devri. Kimin nasıl davranacağına, nasıl giyineceğine, ne yiyip içeceğine, nasıl düşüneceğine, neyi savunup savunamayacağına, ne zaman susup ne zaman konuşacağına karar verme yetkisini kendinde gören bir güruh. Hiç kuşkusuz ve her zamanki gibi, memleketi babalarının malı zannettiklerinden “Ben kim oluyorum” sorusu akıllarına gelmiyor.
Hâlihazırda, eskisinden daha koyu bir baskı düzeninde yaşıyoruz, çünkü o zamanın kibirli ulusalcılığından farklı olarak, bugün doludizgin bir inanç sömürüsü de söz konusu ve Türkiye gibi bir ülkede bereketli sömürüyle mücadele etmek çok daha zahmetli. Türkiye uzun süredir, artık uygulanmayan anayasasında yazanın aksine, ne laik ne seküler. Yalnızca son birkaç haftada olup bitene, AKP genel başkanı ve cumhurbaşkanıyla İçişleri bakanının bir mezuniyetteki konuşmalarının içeriğine, Diyanet memurlarının/vaaz verenlerin ifadelerine, namaz kılmayanların öldürülebileceğini söyleyen ilahiyatçılara, konserlerin/festivallerin iptal edilmesi için başvuran dernek-vakıflara, bir kadın şarkıcının ifadelerini kınayan Diyanet başkanına ve Üstün Dökmen’e gösterilen tepkinin yoğunluğuna bakılması, gelinen yerin anlaşılması için yeterli.
Dökmen öyle söylemiş böyle söylemiş, konuşması kırpılmış ve tüm sembollerden söz etmesine karşın yalnızca türbandan söz ediyormuş gibi tepki gösterilmiş, sözleri gerekliymiş gereksizmiş, zamanıymış değilmiş, ayrıca bu mesleklerde yansız bir görünüm olmalıymış olmamalıymış… Geçelim bunları. Üstün Dökmen meslek etiğinden söz ediyor, iddiası bana pek makul görünmese de, değerlendiremem; ayrıca konuyu bilenler içinde Dökmen’in yorumlarına katılmayan bilim insanları da var anladığım kadarıyla. Yinelersem, derdim Dökmen’in haklılık haksızlığı değil. Dilerseniz hep birlikte, Üstün Dökmen’i ‘ülkenin o esnada en gereksiz ve hatalı sözler sarf eden insanı’ ilan edelim. Yeterli mi, fena halde özgürlükçü görünüyor muyum, harika.
Asıl sorun şu: Üstün Dökmen, katılır ya da katılmazsınız, ‘tüm siyasi ve dini sembollerin’ (dinsel ya da laik) kendi alanındaki pratikler esnasında kullanılmasına, meslek etiğiyle bağdaşmayacağı gerekçesiyle karşı olduğunu dile getirdi ve sırf bu nedenle büyük bir tepkiyle karşılaştı. Demek ki Türkiye’de şu anda adı sanı bilinen biri, akademisyen ya da siyasetçi, hâkim inancın herhangi bir sembolü üzerine, kamuoyunun işiteceği biçimde, başını derde sokmadan tek satırlık yorum yapamaz. Açıkça, Türkiye laik/seküler değil ve bu nitelik yoksa demokrasi, demokrasinin mütemmim cüzü ifade özgürlüğü de yok demektir. Evet, ülkenin hali bu.
Yeri gelmişken… Daha önceki bir yazımda ele aldığım ‘yargıda biçimsel yansızlık’ konusunu, bir taşra üniversitesindeki meslektaşım dersinde gündeme getirip (adımı vermeden) öğrencinin konuyu tartışmasını istemiş, hemen şikâyet edilmiş ve dersi, üniversitedeki kareli ceketliler tarafından elinden alınmış. Zamanında karelilerden demokrat olur mu olmaz mı, ayol hiç olmaz mı, konulu çok hoş tartışmalar yapılırdı!
Bıktırana dek tekrar etmek gerekiyor, Türkiye’de yıllar boyu yalnızca türban tartışıldı, ‘dini ve siyasi semboller’ ile ‘laiklik-sekülerliğin’ anlamı değil. Bana kalırsa büyük ölçüde ulusalcı zihniyetin yediği bir nanedir bu. Şimdi de AKP’nin yapıp ettikleri sayesinde ellerini yıkadılar bir güzel, önüne gelenden özeleştiri bekliyorlar, her neyse… Dolayısıyla konu aslında hiçbir zaman layıkıyla değerlendirilmedi. Hal böyleyken, “Bir normun oluşumunda ve uygulamanın kökeninde dini hükümler mi yoksa laik/seküler hukuk kuralları mı olmalı”, örneğin, “Eğer kadın hâkim dini sembol kullanabiliyorsa, neden sarıklı bir erkek hâkim olmasın” soruları hiçbir zaman yanıtlanmadı. Duymazdan gelindi. Burada önemli olan kılık kıyafet değil, “Norm yaratma ve uygulamada referans ne olacak” sorusu. “Tabi olduğumuz hukukun gereği olduğu için” ya da “İnancımızın gereği olduğu için” yanıtlarını vermek, iki ayrı dünya tercihi anlamına geliyor. Bir sorun, ait olduğu düzeyde konuşulmaz ve kendi kavramlarıyla tartışılmazsa çözülemez, gündemden düşmez, belki üstü kapatılır ve ilk açmazda burnunu süpürüldüğü yerden çıkarır, ayrıca bu tutum olsa olsa riyakârlığı besler. Karnından konuşma, riyakârlık, pek makbul davranışlar olmasa gerek.
Siyasal İslamcılar doludizgin giderken, muhalefet herkesin tahmin ettiği gerekçelerle, uzun süredir, elinde hani şu hastane duvarlarında çerçeveli sessiz olun diyen hemşire fotoğrafıyla dolaşıyor sanki ortalıkta. Kim neye itiraz etse, o fotoğrafı gösteriyorlar.
Seçim sonrasında ne olur, yaşayıp göreceğiz. Üstün Dökmen’e gösterilen ölçüsüz ve ifade özgürlüğünü ‘genel olarak’ boğan tepkiyle, iptal edilen konser ve festivaller, korkudan yazılamayan tweetler, kamu kurumlarına doldurulan tarikatlar, onların yurtlarında can veren gencecik çocuklar, doktorları hedef gösteren vaazlar, komedyenlere kadar ulaşan yobazlık ve tahammül edilmez boyuta varan toplumsal/siyasal çölleşme arasında yakın ilişki olduğunu, ben fark ediyorsam, herhalde herkes ediyordur.
Annem, “Her işi işledik illallaha başladık” derdi, seçim yaklaşıyorken bu konularla zaman kaybetmenin, anayasayı, laikliği, ifade özgürlüğünü hatırlatmanın ne gereği var diyebilirsiniz. Ülkede ve Diken okurları arasında laikliği ciddiye alan birileri olduğu inancıyla yazıyorum. Bir de, başta ‘laiklik’ ve ‘ifade özgürlüğü’ olmak üzere anayasanın/demokrasinin ilkelerinin, elektrik düğmesi gibi istenildiğinde açılıp kapanmadığını hatırlatmakta da yarar var.
Ezcümle, bir kez daha: Hâlihazırdaki Türkiye’de, hiç kimse, din ile şu ya da bu ölçüde temas eden konularda, ortalama dindar seçmen ve temsilcilerinin canını sıkma ihtimali olan bir cümleyi, ciddi bedeller ödemeyi göze almadan dile getiremez. Gelinen noktada, anayasal ilkelere sahip çıkmayı ‘erteleyen’ ve her tepki talep edene o meşhur hemşire fotoğrafını gösteren muhalefetin suskunluğunun payı olmadığını düşünen var mı?
Yazı önerisi: Tanıl Bora’nın ‘Fatsa Şeyi’ başlıklı yazısı.
Not: Yazıyı göndermek üzereyken internete baktım. Şarkıcı Gülşen için gözaltı kararı çıkarıldığı (halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği iddiasıyla); Başkent’i çeyrek yüzyıl yöneten şahsınsa bir kadın TV programcısına (Şirin Payzın), sosyal medya hesabından, ağza alınmayacak bir ifade sarf ettiği haberlerini okudum. Muhtemelen, ‘iktidar çevresindeki halenin hazzetmediklerine her türlü hakareti edebileceğine yönelik’ bir muhayyel yasa hükmü gereğince. Aslan ileri demokratlar. Dillerini korkak alıştırmasınlar, kendi hikâyelerini göz kamaştırıcı bir şekilde yazıyorlar.