MEHMET AKSEL
Çok çok çok yoğun ve yorgun geçiyor günler bu ara benim için.
Çocukluğumdan beri söylerim, yorulduğum günleri seviyorum ama bu biraz fazla oldu sanırım.
Son iki aydır neredeyse her hafta iki farklı ülkede oluyorum ve gerek kafamda uçuşan fikirler, gerek üzerinde çalıştığım projeler ve gerekse saat farkı beni ruhen ve bedenen çok yordu.
İnanın geçen hafta bir sabah uyandım, gözlerimi daha açmamıştım ki bir an hangi ülkede olduğumu hatırlayamadım.
İnsanın ailesinden aralıklarla da olsa ayrı kalması ise bir başka zor.
Günlük çalışmalarını bitirdikten sonra (çünkü eve gidince de kafa durmuyor) akşam gideceği bir evi, göreceği bir ailesi, sarılacağı bir karısı ve çocukları olması bir başka güzel oluyor insanın.
Yorgun muyum? Evet.
Şikayetçi miyim? Hayır.
Biraz dinlenmeli miyim? Sanırım evet.
Uçakta bile dinlenemiyorum. Uçak kalkıyor ve genelde üç-dört saatlik uçuşlarımda önce yemeğimi yiyor, sonra da yazımı yazıyorum.
Uçakta yazmaya alıştım ne zamandır, ilham geliyor desem yeridir ve çok hoşuma gidiyor.
Ama geçen hafta yazamadım, daha doğrusu yazmadım. Çünkü etrafımda o kadar çok konuşulmuş ve mesajlaşılmıştı ki Netflix’teki şu meşhur Kulüp dizisini seyretmek istedim geçen seferki uçuşumda.
İtiraf edeyim, hayatımda hiç Türk dizisi izlemedim (İnanın ne Türk’ü ne yabancısı, bu sıralar pek vaktim olmuyor dizi falan izlemeye). Birkaç Cem Yılmaz, Ata Demirer ve Yılmaz Erdoğan filmi var severek zamanında izlediğim, bir de Aile Arasında var o tüm izlediklerimden aklımda kalan.
Karımın Musevi olmasından dolayı ayrı bir ilgiyle izledim Kulüp’ü.
Televizyon karşısında seyretmeye alışık olduğum (kafamı boşaltan) yapımlara göre daha yumuşak bir akışı var diye özetleyebilirim diziyi. Oyuncuların çoğu iyiydi (anladığım kadarıyla) ama Gökçe Bahadır’ı çok gerçekçi buldum, tebrik ederim.
Yabancı dizilerde bile Yahudi gelenek göreneklerine dikkat eden (zaten içinde yaşayan) biri olarak kıvamı da çok dozunda buldum. Hatta çok alışık olduğum ve saygı duyduğum geleneklerin daha geniş kitlelere (ve tabii ki bugünkü genç nesile) bu yumuşaklıkta ulaşmasından dolayı da çok mutlu oldum.
Diziyi, özellikle Yahudi toplumu açısından yabancı yapımlarda çokça karşılaştığım ‘uç yaşamlar‘ı (her iki tarafa da) gösterme merakı olmadığı için ve aynı zamanda Türk yapımlarında ise (ve ne yazık ki gündelik hayatta) bugüne kadar hiç görmediğim bir gerçeklik, açıklık ve tatlıkta anlatmasından dolayı ise çok sevdim.
Vergilere, Aşkale’ye, eylül ayına hiç dokunmadan yazıyorum bu düşüncelerimi. Ne bilgim müsait, ne de haddim. Ama koleksiyonumda 1940’lardan olan bir İstanbul Telefon Rehberi var ki oradaki kişilerin yarısından çoğunun gayrimüslim olduğunu görünce, ne yalan söyleyeyim, içi acıyor insanın.
Umuyorum akıllanırız.
Tüm bu yoğunluğun arasında bazen iş bazen arkadaşlar, çok güzel sohbet fırsatları buldum son iki haftadır.
Birkaçını paylaşayım müsadenizle…
Hülya Ekşigil uğradı. Zaten bir işi varmış MSA’da, bize de güzel bir yemek ve tatlı bir sohbet imkanı oldu, iki arada bi derede.
Konu aşçılık mesleğinden açılınca, moda olduğu için aşçı olmak isteyenlerden (hoş zaten ‘aşçı’ olmayı düşünen yok, hepsi ‘şef’ olmak istiyor! diyor), davulun sesinin uzaktan hoş geldiğinden, tutkulu ve meraklı öğrencilerin başarısından bahsettik.
Sonra biraz da mezunlarımızın dedikodusunu yaptık.
Tuğhan Serbuğ’u konuştuk. 2011 MSA mezunu, şu an Novikov İstanbul’un başında. Öncesinde Zuma New York’ta executive sous chef olarak, sonra da dünyaca ünlü şef Daniel Boulud’un restoranı Bistro Moderne’de çalıştığından laf açıldı. “10 yıldır New York’da çalışıyordu ve bu yıl hak ederek Novikov İstanbul’un başına geçti” dedim.
Bir başka 2011 MSA mezunu Bora Korkmaz’ı konuştuk. Okul sonrasında Londra’ya gittiğinden, orada Michelin Yıldızlı Jason Atherton’da çalıştığından, sonra Doha’ya geçtiğinden ve Jean Georges’un Spice Market restoranında çalıştığından devam ettik sohbete. Yurt dışı ertesi bir dönem İstanbul’da Ristorante Italia di Massimo Bottura’da çalışan Bora şimdi Nobu Istanbul’da mutfağın ikinci adamı görevini sürdürüyor. Helâl olsun.
2013 mezunumuz Mehmet Kabayuka’ya ne demeli? Eğitimi bittikten sonra bünyemizden ayrılmayan Mehmet, Sakıp Sabancı Müzesi içindeki MSA’nın Restoranı’nda çalıştı. Sonrasında Yeni Lokanta ve Konsolos İstanbul’da çalıştı. Arkasından New York’ta açılacak yeni bir modern Türk restoranının başına geçmek için New York’a yerleşti ve dört yıldır New York’ta bulunan Leyla restoranın mutfağını yönetiyor şu anda. Harika değil mi?
Daha onlarcası var ama onları konuştuk o anda, verdikleri emekleri, kan, ter ve gözyaşlı uğraşlarını, hayallerini, tutkularını, başarılarını.
Bilgisine ve duruşuna çok saygı duyduğum bir kadın Hülya Ekşigil, iyi ki var.
Orhan Göksal dostum uğradı. O böyle ‘ce‘ der gelir ve benim günümü güzelleştirir, beynime yeni filizler eker, gider.
Laf nereden açıldıysa konu Elon Musk, SpaceX falan derken Mars’a seyahate geldi. İlginizi çeker belki ve düşünürsünüz üzerinde diye yazayım bir-iki cümle size…
Sapiens’in (‘öncü‘lerin mi demeliyim acaba) Mısır’a, Mısır’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Avrupa’ya, Avrupa’dan Amerika’ya, Amerika’nın doğusundan batısına, batısı da dolunca Mars’a gitmeye göz diktiğini konuştuk.
Düşünün zamanın koşullarında her gidişin hayalleri ve vaatleri farklıydı.
Öncülerin önündeki bilinmezlikleri konuştuk.
Sonra konu döndü dolaştı paraya geldi.
Kim zengin kim fakir onu konuştuk.
Değerli şeylerin üretmek, vermek, özlemek, düşmek-kalkmak olduğundan uzun uzun konuştuk.
Sağlık konuştuk ve gittikçe uzayan hayatı konuştuk, belki de Mars’a gidecek öncülere verilecek vaatlerden birinin de 200-250 yıl yaşamak olabileceğinden konuştuk.
İyi ki uğramış.
Moskova’daydık geçen hafta Sitare ile Rusya’daki ortağımız Zeynep Dündar ile oturduk, konuştuk.
Biraz iş, biraz eğlence, harika lokantalara götürdü bizi, Moskova’da hayat yüzde 95 normale dönmüş diyebilirim. Sokak başlarındaki aşı konteynerleri bile ufak ufak azalmış.
Zeynep bizlere turist olmaktan çok daha farklı bir Moskova hayatı yaşatıyor her gittiğimizde, oradaki günü oradakiler gibi yaşıyoruz sayesinde.
Kentin hem yeme içme alışkanlıklarını, hem de servis sektöründeki standartlarını görüyoruz; çalışıyoruz da üzerinde.
Bir ‘çok çok iyi restoranlar‘ kategorisi var Moskova’da ve benim fikrimce iki ayrı segmentte sanki bunlar;
Biri çok iyi yemeğin de ötesinde dekorasyon, show, demo gibi ekstra ambiyanslar sunan ve ekstra pahalı restoranlar (Biz ancak üç beş ayda bir veya özel bir gün için tercih ederdik sanki).
Diğeri ise belki ayda birkaç kez bile gidebileceğimiz, konforuna, yemek standardına ve sıcaklığına alıştığımız, tekrar tekrar gelinebilecek restoranlar.
Amacım aslında yediğimi içtiğimi konuştuğumu aktarmak değil, amacım hayatın aktığını ve bu akışı kaçırmamamız gerektiğini vurgulamak.
Evet hem Türkiye hem de dünya zor günlerden geçiyor, evet pandemi sonrasında hem ekonomiler hem de ülkeler bocalıyor (Biz biraz daha fazla).
Ama ne olursa olsun yaşam devam ediyor. Onun için hepimiz kendi işimize bakmalı, hayatımızın devam ettiğini unutmamalı ve yaptığımız iş her ne ise tutku ve heyecanla sarılmalı ve sürdürmeliyiz.
Umudunu yitirmeyen ve içine kapanmayanların bu günleri daha hızlı ve daha kolay atlatacağına inanıyorum ve çok çalışıyorum. Siz de öyle yapın.
Yazarın tavsiyesi
Hadi bir tane de Türkiye’den harika restoran size.
20 Kasım, benim doğum günüm.
Evvelsi gün ortağım Sitare ve avukatımız -canımız arkadaşımız- Kerim Pelister harika bir restorana davet etti beni.
İlk defa gittim ‘Alaf’a. Kuruçeşme’de. Çok çok çok çok beğendim. Şefi Murat Deniz Temel.
İnternet sitesini karıştırdım eve gider gitmez, ‘köklerinden beslenen bir göçebe lokantası‘ yazıyor, “Sizi yörük sofrasına, odun fırınından çıkan lezzetlere, çocukluk anılarınızı uyandırmaya davet ediyoruz” diyor.
Uyandırdı mı? Evet, hem de nasıl.
Hak ederek tıklım tıklımdı.