
MEHMET AKSEL
Türkiye’de spor anlayışı ve spora bakışın değişmesi nüfusun en az yarısının İngilizce konuşması kadar zor bence.
Yapılamaz mı, tabii ki yapılır ama çok profesyonel ve kendini adamış bir ekip, çok ciddi bir program, çok sabır ve çok para lazım.
Sen yapabilir misin derseniz, bana yeteri kadar uzun bir sırık verin, dünyayı yerinden oynatırım derim.
Ama baştan söyleyeyim, ‘Türk sporcusu için uluslararası başarı’ konusu, size yazabileceğim ve fikrimi belirtebileceğim konular arasında en ümitsiz olduğum alandır, bilesiniz.
Müsadenizle anlatayım, ‘spor hayatının tam içinden bir insan’a, nasıl görünüyor Türkiye’de spor…
Önce ailelere bakalım…
Anne baba ve okulların (onlar da aile sayılır değil mi), çocuklarını spora teşvik etmek gibi ne bir spor kültürü vardır ne de bir spor saygısı bu ülkede.
Zaten bu insanların hayatları boyunca mahalle arasında üç beş topa vurmak harici ne bir spor yapmışlığı vardır ne de seyretmişliği.
Üzücü çocuk yetiştirme tarzımızdan dolayı gençlerin psikolojik altyapısı da bireysel sporlar konusunda derinden yaralıdır ne yazık ki ülkemizde. Türk anne babalar finansal durumlarından bağımsız olarak, genlerinde çocuklarına kendine güvenmeyi ve kendi başlarına bir şey başarmayı öğretemediği için hayli sağlam bir duvar da vardır bu kişilik sorununda önümüzde.
Ailelerin, spor yapan çocuklarının her gün düzenli antrenmana gitmesini destekleyecek ve gerekirse onları buna tatlıca zorlayacak bir disiplin anlayışı ya da gayreti de sıfıra yakındır bu topraklarda.
Sporun, yapan için ‘azim’ ve ‘sebat’ olduğu bilgisi, bizimkiler için televizyonda ya da trübünde futbol sahası dikdörtgeniyle sınırlıdır. Ne kadar üzücü değil mi?
Ve tabii önemli bir gerçek de şu: Türkiye’de spor yapmak pahalıdır ve ne yazık ki çoğu ailenin buna ayıracak bir bütçesi yoktur. Bu da başka bir gerçeği ülkemizin.
Yöneticilere de bakalım mı…
Sporumuzda ‘yönetici’ dediğimiz kişiler genellikle federasyon ve bölgesel idarelerin seçilmiş ya da atanmışıdır. Akraba ilişkileri ya da maddi çıkarlarıyla yöneticisi olduğu branştan ne haberi ne de bilgisi vardır çoğunun.
Rüşvet, akraba kayırma, sporcuyu çekemezlik ve her daim hissesidilen ‘Ayağımı kaydıracaklar mı’ korkusu, trajikomik bir biçimde Türkiye’deki spor yönetiminin ana şemasını, ‘destekten çok köstek olma’ şeklinde oluşturur.
Ya çalıştırıcılar…
Antrenörlerin yetkinliği yerlerde sürünür. Çoğu, sporcu eskisidir; kariyersiz, başarısız ya da disiplin suçları yüzünden yarışması yasaklanmış kişilerdir. Daha da kötüsü, hasbelkader yolu oradan geçerken kendine geçim kaynağı bulduğunu düşünen hokkabazlardır. Bu yüzden ‘hocalık’ yaparlar. Yöneticinin akrabası hocalarımızı da unutmayalım lütfen.
Bir bilgisi varsa bile o bilgiyi aktarabilme yetkinliği yoktur bu insanların. Ya öğretmek konusunda hiçbir eğitim almamışlardır ya da alaturka bir antrenörlük belgesi vardır ki ‘olmasa daha iyi olurdu’ türünden feci bir durum söz konusudur.
Türkiye’de bazı antrenörler sporun en önemli iki ahlak kuralından birini ayaklar altında çiğner ve utanmalıyız ki yok denilecek cezalarla kurtarırlar hep paçayı.
Antrenör ile sporcusu arasında olması gereken ilişki düzeyi bazen, bizde nasıl tarif ediliyor söylemek istemiyorum ama, uygar ülkeler ölçüsünde ‘sapıklık’ sınırında konumlandırılır dersem, siz anlarsınız durumu…
Antrenörler sporcularına eşit davranma kültüründen de bihaberdir ülkemizde. Zorlama, hakaret ve kaba kuvvet kullanımı cabası…
Bu arada, yalancısı, düzenbazı… Daha yazayım mı?
Aileleri kandırıp ‘gerçekle alakası olmayan yarışmalar’, yalandan Balkan şampiyonaları düzenleten, “Oğlunuz/kızınız milli oldu” deyip para söğüşleyen antrenörler gördüm ben, hala da görüyorum. Kendini milli zanneden zavallı çocuklar, çocuğunu milli zanneden zavallı ana babalar çıkar aradan. Kandır kandırabildiğin kadar…
Bir de tabii bizde eğitmen olarak adlandırılan kişiler, herhangi bir ekolden gelmediği için bir ‘ekol’e mensup olmanın ne olduğundan bile habersizdir.
Eeee, ya sporcular…
Spor kültürü yok. Ciddiyet sıfır. Hayattan, yaptıkları spor vasıtasıyla ‘yırtma’ dürtüsü, enselerine rüzgar olarak bile esmemiş.
Kişisel hijyen berbat, kişisel bakım hey-hat. Beslenme bilgisi kulaktan dolma; Allah’tan olma..
İkinci önemli spor ahlakı da yerlerde sürünür ülkemizde. Bilinçli ya da bilinçsiz doping kullanımı, uluslararası alanda bizi, komik durumlara düşürecek rezillikte cereyan eder müsabakalarda..
Malzeme, tesis, seyahat ve müsabaka konusu ise karmakarışıktır.
Biraz evvel aktardığım başlıkların neredeyse tümü parayla tabii ki bir şekilde ilişkilendirilebilir. ‘Malzeme’ ve ‘tesis’, ‘seyahat edebilme’ ve ‘bol bol yarışabilme’ imkanı ise artık direkt olarak parayla ilişkili başlıklar olarak karşımızda.
Başınızı ağrıtmayayım ve konuya balıklama dalayım.
Malzeme yok, tesis yok, yeterli sayıda antrenman sahası yok, yeterli sayıda yarış koşma şansı da yok.
Bol bol yarışıp kaybetmeyi öğrenecek ki bu çocuklar, kazanana saygı duysun ve kazanmaya odaklansın. Kazanmanın yolunun çalışmaktan geçtiğini görsün. Şampiyonların da benzer yapıda, etten kemikten varlıklar olduğunu, sıkıştığında bizimle aynı tuvaleti kullanan insanlar olduğunu anlasın. Kaybetmeyi öğrensin, hedef koymayı bilsin, bir idolleri olsun. Ve nihayet günün birinde bu birikim onları ‘şampiyonların kulvarı’na çıkartsın.
Çalışma demişken, bir çift söz de bahsetmeden geçtiğimiz ‘kendini olmuş zanneden’ sporcu arkadaşlara…
Ender de olsa bazen kabiliyetli arkadaşlarımız kabiliyetleri sebebiyle şu ya da bu şekilde sıyrılıp sahaya çıkar, ama bu sefer de malum ruh hali ilan olur ortalığa…
Çalışma bilinci: Birincisi bu arkadaşlar sadece kabiliyetleriyle başarmak ister. Çalışmaya, çok ama çok çalışmaya asla inanmaz, çalışmayı bilmez, çalışmak istemez. “Ben zaten iyiyim” der.
Hollandalıların çok beğendiğim bir sözü vardır: “Çalışma yeteneği geçer, eğer yetenek çalışmıyorsa.”
Kendini bir şey sanma: İkincisi, bu arkadaşlar, eş dostun da teşviğiyle kendini dev aynasında gördüğünden “El yumruğu yemeyen kendi yumruğunu balyoz zannedermiş” yollu atasözümüz misali sahaya iner, dayağı yer.
Ondan sonra da başlar bahane üretmeye. “Başaramadım” demez, “Nerelerde yanlışım vardı” diye özeleştiri yapmaz, “Eksiklerimi nasıl kapatırım” diye kafa yormaz, kötü giden bir şey yokmuş gibi davranır. Mesele de böylece başlamadan biteeeer gider.
Diyeceksiniz ki daha diğer konular var, malzeme, tesis, seyahat, yarışma? Bunlar hep parayla yapılan şeyler…
Aklımdaki çözüm fikirlerine geçmeden önce nispeten pahalı kategori branşların sorunlarından da kısaca bahsedeyim müsadenizle… Binicilik, motor sporları gibi branşlar.
Bunların da maddi yükü daha az olan branşlarla benzeşen problemleri var tabii ki..
Ama binicilik ya da motor sporları gibi milyonlarca doların havalarda uçuştuğu branşların at, araba, servis, seyis, veteriner, yedek parça, eyer, nal, yem ve yakıtı dudak uçuklatacak meblağlarda para gerektiriyor.
Bunların çalışma alanları da ya kısıtlı ya yetersiz ya da yararlanılamayacak ve konsantre olunamayacak kadar kalabalık Türkiye’de.
Spor yapanlar gri pasaportlarıyla seyahat ve yarış serbestiyetinde rahat ama ya yarış otomobilleri ya yarış atları?
Atlarını ya da yarış otomobillerini beraberinde yurt dışına çıkartırken sporcuların yaşadığını, değil bir sporcu, bir ihracatçı bile yaşamamalı bence ülkemizde. Bırakın bu sorunları hissetmeyi, duymamalı bile bir sporcu. Sporcular sadece ve sadece sporlarına konsantre olmalı ki başarı gelsin, değil mi?
Atı Yedikule surlarında kaçak et kesimine veresi geliyor insanın, o atı yurt dışına çıkartmak için gümrük işlemlerini yaparken.
Bilgisiz, ilgisiz, hazımsız, kıskanç ve rüşvetçi yöneticiler, konuşulan rakamlardan dolayı bu branşlarda daha da mutlular tabii yönetici olmaktan. Bal tutan kolunu yalıyor bu branşlarda.
Çok eleştirdim, hadi biraz da nasıl çözebileceğimize bakalım…
– Her branş için bir ‘dream team’ kurulmalı. Mümkünse söz konusu branşın dışından bir tepe yönetici, o branşa kafa yoran ve kıymetli fikirler üretebilecek bir kadro ve tabii uygulayıcı ve uygulattırıcılarından oluşmalı bu ekip.
– Pilot olarak beş altı branş seçilmeli.
– Aile, potansiyel sporcu ve eğitim kurumlarına ‘bu kültür’ü işleyecek bir halkla ilişkiler faaliyet başlatılmalı (P&G’nin ‘Olimpik Anneler’i harika bir örnek bence).
– Tüm okullarda spor bursu bilinci oluşturulmalı. Mevcut ya da yeni kurulacak tüm üniversitelere (uyduruk üniversitelere önce izin sonra da kontenjan veriyorlar, içim acıyor) en az bir branşta uzmanlık mecbur tutulmalı. Liseler de aynı şekilde akademik kalitesi yanında, seçtiği ve uzmanlaştığı spor konusuyla da ön plana çıkmaya çalışmalı.
– Bu okullar devlet tarafından dünya çapında (branşı fark etmez) sporcu çıkartmaya zorlanmalı. Devlet tarafından okula, çocuğa ve ailesine eğer başarırsa ‘inanılmaz, akla hayale sığmaz’ maddi imkanlar önerilmeli. Okul bu başarılı çocuktan dev bir gelir ve dev bir itibar kazanmak için, çocuk ve ailesi de bu fırsatla hayattan yırtmak ve bambaşka bir yola yürümek için hayaller kurmalı, canını azı dişine, çene kemiğine takmalı (Bakınız: Amerika / Liseler ve Üniversiteler).
– Uluslararası başarılara imza atmış, tepe noktaları görmüş, yaptığı sporun zirvesini turlamış, o adamlarla yemek yemiş, şakalaşmış, yarışmış, o atmosferi solumuş, o ortamı yaşamış yerli ya da yabancı eğitmenlerle çalışma imkanı sağlanmalı.
– Eğitmen eğitimi olmazsa olmaz kural olmalı. Yetkinlik, ekol, eşitlik, ahlak, bilgi aktarımı vb. konular sağlam bir biçimde bünyeye yerleştirilmeli.
– Ülke içinde ve dışında, bol antrenman ve bol yarışma takvimi, sporcuya bol ortam değişikliği, bu ‘adanmış’ uğraşın meyvelerini daha da lezzetli kılar.
– Mümkün olduğunca çok ilde ‘yetenek test ve seçim laboratuvarları’ kurulmalı. Buralarda fonksiyonel, pedagojik, motor, branşsal, bedensel, psikolojik, fizyolojik vb. konularda çocuğa ve ailesine en doğru sporların önerileceği merkezler oluşturulmalı.
– Sporculara kendini aşacağı kişisel gelişim imkanları sağlanmalı. Hijyen, psikoloji, sporcu ahlakı, genel kültür, lisan vb. konularda birebir seanslar ya da toplu seminerler organize edilmeli. Bu arkadaşlarımızın hem yarışırken hem de insan önüne çıktığında kendine güvenen insanlar olması amaçlanmalı.
– Tesis ve ekipman konularına bütçe ve sponsorlarla kesin çözüm getirilmeli. İnanın ki değişimi hisseden tüm sponsorlar, kendi ilgi alanlarında bu yeni hareketlenmenin hakkını verecek ve karşılığını da hakkıyla alacaktır.
– Ve çok çok çok önemlidir ki yönetimler kesinlikle ve kesinlikle yeni baştan kodlanmalı. Hal-i hazırda yönetimdekiler kovulamıyorsa eğer zaman içinde işlevsizleştirilip kendilerinin gitmesi sağlanmalı.
Sonuçta…
Pilot seçilerek devrim yapılacak branşlar, belli bir sürede ilk meyvelerini vermeye başlayacaktır. Doğal olarak ekip de yol üzerinde tecrübe ve daha fazla bilgi/kazanım edinecektir. Başarı çoklanarak devam edecek ve hedefe yavaş ama emin adımlarla ilerlenecektir.
Değer verdiğim kıymetli bir köşe yazarından alıntıyla “Ne zaman adam oluruz?” diye soracak olursak yanıtı şudur: Uluslararası müsabakalara gitme hedefi, harcırah alıp bedavadan seyahate gitmek ve orada bayrakla tur atıp resim çektirmek değil de madalyayla Türkiye’ye dönmek olduğu gün belki adam olma yoluna gireriz.
Bence bu yazdıklarım…
Yapılır mı? Yapılmaz.
Yapılabilir mi? Ben yapardım.