DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Salı gecesi, Tayyip Erdoğan’ın katıldığı TRT yayınını izleyenler, kendi kendilerine böyle bir yayına neden ihtiyaç duyulduğunu sormuş olmalı. Öyle ya, pandeminin hâlâ hafifletilemediği, ekonomik sorunların arşa erdiği, dış dünyayla ilişkilerin hiç olmadığı kadar bozuk olduğu, üstüne üstlük bütün kamuoyu araştırmalarının iktidar değişikliğini işaret ettiği bir dönemde, Erdoğan’ın medyadaki her görünür olma çabası, geniş kapsamlı bir iletişim stratejisinin parçası olmalı. Neticede, kendisi için koskocaman bir iletişim başkanlığı kurdurmuş birinden bahsediyoruz.
‘AKP neden kendini durmadan rezil ediyor?’ başlıklı yazımda AKP’nin iletişim facialarının nedenlerini irdelerken partinin, daha doğrusu parti-devlet rejiminin bütün iletişim-medya stratejisinin bir kişilik bir izleyici kitlesini, yani Erdoğan’ı memnun etmekten geçtiğini, bunun da etkin siyasal iletişimin bütün temellerine aykırı olduğunu savlamıştım. Erdoğan’ın TRT yayını, bu savı doğrular nitelikteydi.
Yayından geriye, faizle ilgili açıklamalarla liranın serbest düşüşe geçmesi, evcil hayvanını kaybeden sunucuya sorduğu “Öldürdün mü” sorusu, bir de yaptırdığı aşılarla böbürlenmesi kaldı. Bunların hangisinin, nasıl bir stratejiye hizmet ettiği ciddi bir muamma.
Diğer taraftan, geçen haftalardaki iki Soylu söyleşisinde de gördük; AKP’liler karşılarında onları sıkıştırma niyetinde, gayretinde ya da kabiliyetinde gazeteciler olmadığında dahi kendilerini avantajlı duruma geçirecek bir mesaj verebilme gücüne sahip değil artık. Susmanın işe yaramadığının farkındalar, ama konuştukları çoğu zaman durumu daha kötüleştiriyor. TRT’de, Erdoğan’ın çizdiği profil, halktan tamamen kopmuş, kendi kişisel iktidarı haricinde hiçbir şeyle ilgilenmeyen, yalancıktan bile empati kuramayan bir lider profiliydi. Daha önce de belirttiğim gibi, iktidarını ‘kimsesizlerin kimi’ diskuruna borçlu popülist bir liderin, böyle bir profil çizmesi kendisi açısından hayırlara vesile olmasa gerek.
Diğer taraftan, hem geçen iki Soylu söyleşisindeki, hem de Erdoğan’ın TRT söyleşisindeki stratejisiz, serbest vezin tiradlar, AKP rejiminin hem bilinçaltı, hem icraatlarının alt metinleri hakkında önemli deliller sunuyor.
Artık söylediklerinin alt metnini gizlemek için hiç zahmet harcamaya tenezzül etmeyen Erdoğan’ın söyleşisi bu bakımdan tam bir altın madeniydi. Her ne kadar evcil hayvanlar konusunda yaptığı ‘şaka’, muktedirin kesif empati yoksunluğuna hayret verici bir örnek olsa da benim takıldığım daha çok hükümetin aşı stratejisine ilişkin söyledikleriydi: “Yoğun bir şekilde aşımız geliyor. Bu aşıların gelişiyle birlikte de 50-55 yaş üstüne de aşıyı yoğun bir şekilde yapmaya başlayacağız. Ciddi manada bir korunma sürecini tıbben de almış olacağız. Ben üç aşımı oldum, ama üç aşıdan sonra bir de antikor ne noktada yükseldi mi yükselmedi mi bununla ilgili de adımı attım. Hamdolsun 2.160’ı yakaladım.”
Sağlık Bakanlığı’nın resmi verilerine göre 2 Haziran 2021 itibarıyla Türkiye’de ilk doz aşısını olan insan sayısı nüfusun yüzde 20’sine tekabül ediyor. İki doz aşı olan ise yüzde 15.1. Üç doz aşı olan, yani gerekli iki dozun üstüne bir de koruyucu doz alan Erdoğan’dan başka kimse varsa da bilmiyoruz, belki başka AKP üyelerine de yapılıyordur. Erdoğan, aşı politikasından bahsederken dördüncü cümlesinde kendinden bahsetme isteğine yenilmese, onun olduğundan da haberimiz olmayacaktı.
Bir liderin, yüzde 80’i daha ilk doz aşı bekleyen bir kitleye, üçüncü dozu olup antikorlarını nasıl yükselttiği konusunda böbürlenmesinin nasıl bir mesaj verdiğini tartışmaya uzun uzadıya gerek var mı bilemiyorum. Erdoğan eğer “Ben olmasam da olur, benim aşımı da Reis’e yapın” diyecek kitlenin hâlâ kendisini iktidarda tutmaya yetecek çoğunlukta olduğunu düşünüyorsa yanılıyor olabilir. Ama daha önemlisi, Erdoğan’ın bu sözleri söylerken bilinçaltından Türkiye’deki adı konulmamış pandemi yönetimi stratejisini açık etmesi.
Saray’ın iletişim stratejisinin tek kişiyi mutlu etmek olması gibi, pandemi stratejisi de Tayyip Erdoğan’ın esenliği üzerine kurulu. Onu mutlu edecek her şey farz, geriye kalan her şey teferruat. Pandemi yönetiminin temel hedefi de, süreci Erdoğan’ın rejimini tehlikeye atmadan, mümkünse de kuvvetlendirerek nihayete erdirmek. Atılan her adımın temel mantığı bu.
Rejimin temel pandemi stratejisinin Erdoğan’ın iktidarına yönelik bir hasar kontrolü olacağı ilk günden belliydi aslında. Hemen hemen bütün ülkelerde, dünyanın en sorumsuz insanının o sırada başkan olduğu ABD’de bile devlet başkanları ilk günlerden itibaren ulusa seslenerek pandemi yönetiminin liderliğini, yani sorumluluğunu aldı.
Salgının Türkiye’de başlamış olabileceğinin konuşulduğu şubat ayının başında, salgına önlem olarak ‘bir kaşık dut pekmezi yemeyi’ öneren Erdoğan ise, ilk vakanın açıklandığı 11 Mart’tan itibaren uzun süre ortalıkta görünmedi. İlk vaka açıklaması ise o güne kadar kamuoyunun pek tanımadığı, hastane zinciri sahibi ve Sağlık Bakanı Fahrettin Koca tarafından yapıldı. Koca’nın, Erdoğan’ınkine hiç benzemeyen yumuşak ve teskin edici tarzı, bu ilk günlerde halktan takdir görürken, perde arkasında Erdoğan rejimi, daha önce benzeri görülmemiş şekilde sahadaki doktorların ağzını kapama tedbirlerine başlamıştı bile. Mart başındaki bir mesleki eğitim toplantısında “Aslında kontrollü gidiliyordu ama Umre işi mahvetti. Şu an artık binlerle konuşabiliriz vaka sayısı olarak. Söylendiği gibi 100’lerde değiliz artık” konuşması kayda alınarak internette yayınlanan Dr. Güle Çınar’a zorla özür diletilmişti örneğin. Doktorların meslek örgütü Türk Tabipleri Birliği de (TTB) itinayla sürecin dışında bırakılıyordu; örgüt, 23 Mart’ta Sağlık Bakanlığı’na bir yazı göndererek sorduğu 19 soruyu kamuoyuyla paylaştı. TTB’nin sorduğu soruların bir kısmına bugün bile yanıt verilmiş değil.
Fahrettin Koca’nın vitrinini oluşturduğu salgın yönetimi, işin şeklinin bakanlığın ilk günlerdeki iyimser tavrından farklı olacağının anlaşılmasından itibaren bir sayı yönetimine dönüştü. 27 Mart 2020’ye kadar vaka sayılarını paylaşmayan Sağlık Bakanlığı, bu tarihten itibaren ise doğruluğu şüpheli, şeffaf olmayan, bugün bile düzeltilmemiş çok ağır matematiksel hatalar içeren tablolar yayımlamaya başladı. 25 Kasım 2020’ye kadar günlük vaka sayıları halktan kaçırılırken bu gizlenen sayılar bugün bile hâlâ tabloya işlenmiş değil.
Fahrettin Koca’nın halktan gizlediği vaka sayıları, tepki toplamaya başladığında ise 30 Eylül 2020’de bakandan, hem hekimlik mesleğine, hem de bilime doğrudan karşı duran o meşhur açıklama geldi: “Her vaka hasta değildir.” Bu noktada, Dünya Sağlık Örgütü de topa girdi ve bu tip örgütlerin klasik tarzı olan övgüyle karışık uyarı yöntemini kullanarak 3 Ekim’de Türkiye’yi vaka sayılarını açıklamaya çağırdı. Bakan Koca ise AKP’nin klasik tarzı olan her şeyi işine geldiği gibi manipüle etme yöntemini kullanarak açıklamanın övgülü kısmını Türkçeye çevirerek paylaşıp uyarı kısmını pas geçti. Ancak Koca, bütün inadına rağmen 25 Kasım 2020’den itibaren vaka sayılarını açıklamak zorunda kaldı.
Koca’nın gerçeklikle bağının tamamen koptuğu ve doğrudan kişisel hatalarıyla binlerce kişinin ölümüne neden olduğu bir başka konu ise aşılama ve tedavi.
26 Kasım 2020’de, yerli aşı için Nisan 2021 tarihini veren bakan, Nisan 2021’de ise bu tarihi Eylül 2021’e çekti. Ocak 2021’de kötülediği mRNA aşılarını, Haziran 2021’de överek kullanıma soktu.
Nisan 2020’de “Türkiye tedavide farklı bir yaklaşıma sahip” diyerek kullanımını övdüğü hidroksikolorokin ilacı ise Mayıs 2021’de, tedavide etkisizliği ve ağır yan etkileri su yüzüne çıktıktan aylar sonra, sessiz sedasız kullanımdan kaldırdı. Diken’den Ayşegül Kasap’ın haberine göre bu ilacı stoklayan Sağlık Bakanlığı, daha sonra stokları eritebilmek için temaslı ama negatif olanlara bile zorla bu riskli ilacı kullandırtmıştı. Diğer taraftan, bazı ilaç firmalarının aşı ve tedavi sürecinde rant sağladığı iddiaları da ayyuka çıktı.
Koca’nın güvenilirliği o kadar düştü ki en son Biontech’le yapılan anlaşmanın detaylarını halk inansın diye Prof. Uğur Şahin’e yaptırmak zorunda kaldı. Gerçi zaten Koca’nın görevi kendi güvenilirliğini, Erdoğan’ınki uğruna feda etmek değil miydi?
Öte yandan pandemi yönetiminin en önemli mücadele araçlarından biri olan kapanma da yine rejimin çıkarına göre yönetildi. ‘Tam kapanma’ sırasında bile özellikle fabrikalar kapatılmazken, sınıf temelli bir sürü bağışıklığı stratejisi uygulandı. Hafta içi insanlar toplu taşımaya bindirilip çalışmaya gönderilirken olmayan riskler, hafta sonu dinlenecekleri zaman var sayılıp insanlar evlerine tıkıldı. Pandeminin ilk günlerinden itibaren zengin semtler ile komşu fakir semtler arasında uçurumlar oluştu. Devlet, yalnızca kapanma sürecinde halka destek olmamakla kalmadı, halka IBAN numarası vererek bağış istemek gibi utanç verici bir hamleye de imza attı.
Diğer taraftan pandemi yönetimi, rejimin zorla dindarlaştırma politikasının da bir aracı oldu. İçkili mekanlar ve eğlence sektörü iflasa itilirken ‘tam kapanma’ süreci bile Ramazan’a göre ayarlandı. İnsanların evinde içki içmesi ile hastalığın yayılması arasında insan aklını zorlayan bağlar kurularak yasaklar getirildi. Sokağa çıkma yasağı uygulaması, Soylu-Albayrak çekişmesinin bile aracı oldu, insanların hayatı üzerinden hesaplar görüldü.
Pandeminin iletişim stratejisi ise, hayali bir başarı tablosu çizmek üzerine kuruldu. Daha ilk günden, yandaş ve kiralık gazetecilere ‘Kimsenin şüphesi olmasın, hükümet süreci çok çok iyi yönetiyor’ mesajı verdirildi; bütün dünyaya diz çöktüren hastalığın Türkiye’yi teğet geçtiği izlenimi yaratıldı.
Ana akım medya, bakanlığın hatalı sayıları ve resmi açıklamalar dışında hiçbir şey paylaşmadı. TTB’ye ana akım ve yandaş medyada yıllardır uygulanan ambargo bugün hâlâ devam ediyor. Örneğin Hürriyet’te yıllardır TTB haberleri yayımlanmazken, Milliyet’te ise Nisan 2020 ve Nisan 2021’deki bir haber dışında haber çıkmadı. Yandaş medyanın önde gelenlerinden Sabah ise Eylül 2020’de Devlet Bahçeli ve AKP-MHP’li troller tarafından açılan ‘TTB kapatılsın’ kampanyasına açık destek verdi. Neticede iki büyük medya grubunun sahipleri, Demirören ve Kalyoncu, çocuklarını evlendirirken yanında olan Erdoğan ve Koca’ya sırtlarını dönecek değillerdi ya. Birlik-beraberlik bu günler için lazımdı asıl.
Bugün, Türkiye pandemi konusunda hâlâ büyük belirsizlikler içinde. Bedelini de her gün yüzlerce insan hayatıyla ödüyor. İyi niyetli bir pandemi yönetimiyle engelleyebileceğimiz kayıplardı bunlar. Oysa bugün kaç kişinin pandemi nedeniyle öldüğünü bile resmi olarak bilemiyoruz.
Ama neticede, Erdoğan üçüncü doz aşısını oldu, antikorlarını 2.160’a çıkardı. Başarısını, en zayıfının refahıyla değil, en güçlüsünün iktidarıyla ölçen bu rejim için nihai amaca ulaşılmış oldu.
Hamdolsun.