MURAT SEVİNÇ
Böyle dönemlerde, anayasa, hak, hukuk, ifade özgürlüğü gibi konularda yazıyor olmanın bazı zorlukları var.
Birincisi, her yazdığınız, az ya da çok malumun ilanı. Hiç kimse bilmediği bir şey işitmiş, okumuş olmuyor. Bazen, sevgili Can Atalay’ın durumunda olduğu gibi, alan bilgisinden haberdar olmak isteyenler çıkıyor kuşkusuz; ancak işler öyle bir noktaya geldi ki, örneğin AYM kararlarının gücü ve yargının ‘kendisini bir AYM kararıyla bağlı saymaması’ örneği karşısında ‘alanın terminolojisi içinde kalarak’ ne söyleyeceğinizi bilemediğiniz gibi, Anayasa’nın 153. maddesinin son fıkrasını okumak için de, anayasa çalışmış olmaya gerek yok.
İkincisi, bir kez ‘anayasa askıya alındı’ dedikten ve bu iddiayı temellendirdikten sonra, her gelişme ve aykırılık aynı ‘anayasızlığın’ tekrarından ibaret. “Bu eylem de aykırı”, “Şu da aykırı”; bugün de, yarın da… bir nevi ‘doğa durumuna’ dönmüş gibiyiz.
Üçüncüsü, söz konusu gerçeğe rağmen, her anayasal sorunun ve aykırılık durumunun inatla ve inatla gündeme taşınmasının gerekliliğine yürekten inanmakla birlikte, bu tutumun, olup bitenin ‘yazılı hukuk’ ve onun ‘doğru dürüst’ uygulanmamasıyla sınırlı bir dertmişçesine algılanması ve dolayısıyla siyasetin alanının daralmasına yol açma riskinin göz önünde bulundurulması gerekiyor. Bıçak sırtı bir yer. Evet, ‘norma’ aykırı ve evet, olup bitenin ‘norm’ ile ilgisi yok! Aykırılığın müsebbipleri, bunu, okumaları kıt olduğundan yapmıyor. Denge biraz bozulduğunda, her siyasal açmaz ve ceberut yöntemin, hukukçuların çok sevdiği teknik gevezelik alanında sıkışıp kalması ihtimali var. Bakınız, TV stüdyolarında mukim hukukçuların her gelişmede aynı cümleleri tekrar etmesi ve sıklıkla “Sözün bittiği yerdeyiz” deyişleri… Oysa, konuları pek kimsenin anlamadığı teknik alanlara sıkıştırdıkça biten söz, siyaset ve toplumsal mücadele alanında hep yeniden başlar.
Ve dördüncüsü…
Fransız düşünür Montesquieu, yasaların ‘ruhu’ üzerine yazalı iki buçuk asırdan fazla oldu. Toplumsal düzen için yasalar önemlidir, ancak, yasalar doğdukları toplumun niteliklerinden bağımsız olmaz. İklim gibi, doğal; tarih, ahlak, örf adet vs gibi toplumsal kültürel etmenler. Genel ruh, milli karakter özellikleri. Düşünür, ‘yasa’ derken, yalnızca meclislerden çıkan metinleri değil, kaba bir tarifle, maddi-manevi yasaları anlatmak ister. Yasalar, milli karakter özellikleri ile coğrafi (konum, iklim vs.) özelliklerin ürünüdür.
Yüz yıl sonraya gidelim… Marx, tarihi sınıf savaşlarının tarihi olarak tanımlarken, hukuku da klasik liberal sistemlerden farklı biçimde anlar. Yasa, Marx’ta da bir üründür nihayetinde ve yasaya uyacak insan, toplumsallığının ürünüdür. 18 Brumaire’de dediği gibi; “İnsanlar tarihlerini kendi yapar, ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.”
Bu uzunca peşrevin nedeni, okuru akademik bilmişliklerle (ki bunlar herkesin bildiği sözler) uyutmak değil; insansız, ilişkilerinin-karşılaştıklarının ürünü olan insansız bir sistemin, devletin, cumhuriyetin olamayacağı gerçeğini bir kez daha hatırlatmak. İnsan evladının yapıp ettiğinden başka bir tarih de, başka bir hukuk da yok. O insan, her çağda ve coğrafyada başka biriydi. Bugün de o insan, her coğrafya ve kültürde, başka biri. Bu nedenle, Amerikan cumhuriyetinin cumhuru ile Fransız cumhuriyetinin cumhuru farklı. O farklılıklar demokrasiler arasındaki başkalıkları, bazen nüansları belirliyor.
Türkiye’de yekpare bir halk yok kuşkusuz, diğer ülkeler gibi. Sayısız çeşitliliğin olduğu bir yer burası. Cumhuriyet’in, zaman zaman yön değiştiren milli eğitim tornası, bir yönde düşünen ve olabildiğince sorgulamayan bir insan tipi yaratmak üzere örgütlense ve büyük ölçüde başarılı olsa da, ayrık otlarını bütünüyle engelleyemediğini kabul edebiliriz. Torna nasıl işlerse işlesin, herhalde farklı yurttaş kesimlerini oluşturan tek tek ‘bireylerin’ de bir kalbi, hisleri olduğu inkar edilemez. Sistemlerin vicdanı yoktur, ancak o sistemi yaratanların her biri vicdan sahibidir.
Hal böyleyken, halkın farklı sınıflara mensup ve farklı kültürel niteliklere sahip üyelerinin örfü, âdeti, inancı, sevdikleri ve sevmedikleri, korkuları; bir başka söyleyişle, onları ‘o insan’ yapan nitelikleri söz konusudur. Harcında hukuk devleti ve laiklik/sekülerlik ilkeleri olan demokratik sistemlerin yaşaması, başkaca değerlere sahip koskoca bir nüfusun belli ilkeler üzerinde uzlaşmasıyla mümkün. Farklılıklar birlikte yaşamaya, uzlaşmaya engel değil. Yeter ki, o farklılıkların ortak sınıfsal aidiyete sahip ve her bireyin, kendi koşullarının ürünü olduğu gerçeği ihmal edilmesin. Farklılıklar, ‘renk’ değil; umudu olan, umudunu yitirmiş, zengin, yoksul, genç, yaşlı, farklı cinsiyetlere, farklı inançlara sahip vs. insanlardır.
Anayasa’nın bazı hükümlerinde ‘vicdan’ sözcüğü geçer. ‘Hukuk-ilke-norm’ ile vicdanı keskince ayırmak kolay değil, insansız bir sistem ve hukuk olmayacağı için. Bu yüzden, idareler, giriştikleri her işte, ahalinin duygularına da hitap eder. Her uygulamanın yurttaş nezdinde duygusal bir karşılığı da olur. Hâlihazırdaki iktidar, Cumhuriyet devrinin yaklaşık dörtte birinde, tek başına iktidar kalmayı başardı. İktidar, uzun süredir, özellikle 2017 ardından yapıp ettikleriyle yalnızca az çok oturmuş bir hükümet sistemine, yönetim ilke ve geleneklerine zarar vermedi; bir de, halkın muhalif ve muhtelif kesimlerinin kalbini de kırdı. Sosyal düzene, yasalara ve sistemin işleyişine yön veren o ‘kalbi.’ Adaletsizlik ve cezasızlığın yol açtığı sonuç bu. Akıl ve vicdan almaz işleri seyretmek, seyretmek zorunda kalmak, yalnızca yozlaştırmıyor, riyakârlaştırmıyor… Aynı zamanda milyonların kalbini kıran, onları toplumsallık duygusundan iyice uzaklaştıran bir tarafı var.
Son iki tartışmaya da bu açıdan bakıyorum…
Nasuh Mahruki ile hemen hiçbir siyasi konuda aynı yönde düşündüğümüzü sanmıyorum ve konu bağlamında bunun bir önemi yok. Milyonların gözünde, depremlerde görev alan, hayat kurtaran, kamusal iyiliği gözeten biri. YSK ya da göçmenler ile ilgili paylaşımları nedeniyle mi tutuklandı? İkisini de okudum. İfade şeklini sever ya da sevmezsiniz, aynı yönde düşünen kaç yurttaş vardır sizce? ‘Halkı yanıltıcı bilgi yaymak’ ne demek? İstendiği takdirde bu kapsama alınamayacak bir ifade var mı? Kuşkusuz ifade özgürlüğü sınırsız değildir, güzel de, Mahruki’nin sosyal medyadaki cümleleriyle galeyana gelen bir toplum kesimi mi var ülkede? Neyin ‘açık ve yakın tehlikesi’ söz konusu? Şiddete çağrı mı yapmış? Üstelik, aynı düşünceleri çok daha köşeli sözcüklerle dile getiren siyasetçiler, partililer, genel başkanlar var; onları ne yapacağız. Tutuklamak neyin nesi. Bu arada, bir anayasacı olarak, seçimlerde parmak boyasını savunuyor ve seçim güvenliği için o boyayı son derece gerekli buluyorum. Ülkede YSK’nin kararları tartışma konusu olduysa, bunun sorumlusu yurttaş mı, Mahruki mi?
Teğmenler konusu… Slogan değil, disiplinsizlik nedeniyle soruşturma açıldığını söylemiş ilgili makamlar. Peki, askerlikte disiplinin önemini tartışmak abes olur. Fakat burada Baskın Hoca’nın ‘Adalet kaç numarada çalışıyor?’ başlıklı yazısındaki sorunun yanıtını da düşünelim. O mezunlar, toplanıp da iktidarın çok hoşuna gidecek bir şeyler söyleseydi, yine disiplinsizlik sayılır mıydı? Soruya, ‘sayılırdı’ yanıtını verecek bir Allah’ın kulu var mı ülkede? Hukuktu şuydu buydu, boş verelim şimdi. O yeminde neyin rahatsız ettiğini anlayabilecek yaştayız hepimiz. Mesele şu ki, yazıktır, günahtır. Evet, yazıktır. Üç genç kadın birinci olmuş, son derece zorlu bir eğitimden geçip başarmış. Hemen hepsinin orta halli, hatta çoğunun yoksulca aile çocukları olduğunu tahmin etmek güç değil. Şimdi aralarından birinin ihracı gündemde. Kimbilir hangi fedakarlıklarla okutuldu. Genç insanlara, velev ki ‘disiplin hükümlerine aykırı’, bu yapılmaz. Yapılmamalı. Ellerinde çekiç var, anladık, görüyoruz; ancak biz çivi değil, insanız. Yirmili yaşların başındaki insanlara bu muamele ve ceza reva görülmemeli.
Her iktidar eninde sonunda biter. Üç yıl, beş yıl, on yıl, yirmi yıl, elli yıl, yüz yıl, bin yıl… Sonrasında herkes birbirinin yüzüne bakacak, birlikte yaşayacak. Yeni ‘yasalar’ yazılacak, yeni ortak yaşam ilkeleri belirlenecek. O yasalara, ruhunu, halk verecek. Halkın farklı kesimlerinin kalbini bu kadar kırmamak gerekir.
Mülkiye’den bir emeklilik haberi
Mülkiye’nin bazı iyi yanları vardır ve bana kalırsa en iyilerinden biri, ‘akademik olmayan’ çalışanlarıdır. İdari personel, öğrenci işleri, diğer görevliler. Bunca yılda son derece ilginç, işini mükemmel yapan, eşi benzeri zor bulunur pek çok çalışan tanıdım orada. Atılıp da uzak kaldığım yıllarda hepsini çok özlemiştim ve birkaç kişi iade edildiğimizde en çok sevinenler, sarılanlar onlar oldu. Hepsinin yeri ayrı ve bambaşka. Mülkiye’ye 37 yıl hizmet eden, son yıllarda spor salonu ve çay ocağı sorumlusu olan Osman Bey, Osman abi, emekli oldu.
Çok emeği vardır hepimize ve ihraçlar ardından sergilediği tutum, unutulmaz. Ben, yedi yıl kampüse girmedim, Ankara’ya yolum düşüp de Cebeci’ye uğradığımda, okulun karşısındaki Cankatan Piknik’te oturup arkadaşlarla orada görüşüyordum. Osman abi, okuldayken kullandığım bardağıma çay koyup Büfe’ye getirdi, kendi bardağımla çay içeyim diye. Sağolsun. Osman abiye, ailesiyle, torunlarıyla mutlu bir emeklilik yaşamı diliyoruz.