
MURAT SEVİNÇ
Hayır, karar şöyle hukuksuz, böyle hukuksuz diyecek halim yok. Hayır, yargı bağımsızlığı ‘zedelendi’ de yazmayacağım, zedelenemez bu yargının bağımsızlığı, onu zedeleyebilecek bir âdemoğlu yok yeryüzünde, ihtimal dışı. Karar utanç verici, yazılsa, bu da olmaz, ne utancı Allah aşkına, kim utanıyor. Konunun hukukla, yasayla, anayasayla, yargılama faaliyetiyle ilgisi mi var, adalet mi, adalet öyle mi, hah aklımızı kaybettik de bunlardan adalet bekleyeceğiz, hadi oradan.
Mücella Yapıcı ömrünü toplum yararına, ülkenin taşına toprağına doğasına adamıştır. Can Atalay, Kozağaçlı gibi, donanımlı, iyi bir insan ve avukat, küp doldurmak yerine ezilenin yanında olmayı tercih edenlerden, İstanbul’da, Soma’da, Aladağ’da, her yerde Can vardı. Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi, Tayfun Kahraman. Hepsi pırıl pırıl, kamu yararına çaba harcayan, kişisel çıkar gütmeyen insanlar. Osman Kavala’yı anlatmaya gerek var mı? Ağırlaştırılmış müebbet, eskinin idamına hükmettiler. Ha sokaktan geçen herhangi birini ha Kavala’yı şu iddianameyle yargılayıp müebbet vermişsiniz, aynı şey, delil yok delil, delil yok, bunu hâlâ anlamayan var mı, somut delil yok, var olduğu söylenenler de yasa dışı kayıtlar vs. Belli ki AK’deki ihlal prosedürü nedeniyle bir an önce ‘hüküm’ vermek gerekiyordu Kavala için, verildi. İki yıldır tutuklu bulunduğu suçlamadan beraat edip daha önce beraat ettiği suçlamadan müebbete mahkûm oldu! Türkiye’de yaşadığı ve diğer varlıklılara benzemediği, ülkesini ve insanını dert edindiği için, başka hiçbir gerekçesi yok.
Doğru, hepimiz toplumsallığımızın ürünüyüz, dağ başında tek başına geçirmiş olsak ömrümüzü böyle biri olmayacaktık, bize ne sunulduysa oyuz. Doğru, hiçbir yapısal sorunu tek tek bireylere havale etmemek, Ali ile Veli’yi olup bitenin sorumlusu görmemek gerekir, önemli olan kurumlar, tarih, kültür, sınıfsal aidiyetler, süreçler, siyaset, vesaire, hepsi doğru.
Doğru olmasına doğru da güzel kardeşim, insansız kurum ve ilişki de olanaksız, bu da doğru. Akademik kurumların yaşadığı sorunların müsebbibi tek tek akademisyenler değil, ancak o kurumlarda akademisyenler var. Tababetin sorunlarının müsebbibi tek tek hekimler değil, ancak hekimsiz tababet yok, öyle ya. Bir siyasetçi genel anlamda siyasetin tek belirleyicisi değildir, ancak o siyasetçi orada ve bir iradesi var…
Korku son derece insanî bir duygu, ha keza endişe, günün ve geleceğin kaygısı, çoluk çocuk, ekmek parası; buna mukabil, korkunun da bir ölçüsü olmalı, çok şey istemek midir bu. Her konumlanmayı, tercihi, tutumu ‘duygularla’ açıklamak akıl kârı değil, korkarken, endişe duyarken işi onursuzluğa vardırmamalı ve aklı başında herkesin, endişe ile oportünizm arasındaki farktan haberdar olduğu da, bir zahmet hesaba katmalı.
Yargılama faaliyeti dışında her şeye benzeyen şu acayipliğin ve kuşkusuz muadillerinin ağır cezalarla sonuçlanmasının çok önemli bir nedeni, Ahmet Şık’ın adliye önünde söylediğidir, ilgisizlik, kayıtsızlık, sahip çıkmamak, yalnız bırakmak, susmak. Sahip çıkılsaydı ne olurdu, başka mesele, ama olmadı, olmuyor. En çok ses getiren, gündem olan davalarda dahi hep aynı yüzler, hep.
Ahmet Şık ya da benzer ifadelerle tepki gösterenlerin ve “Neredesiniz?” sorusunu yöneltenlerin tek derdi fiziksel görünürlük değil, tahmin edilebileceği gibi. Asıl dehşet verici olan, tepkisizlik, umursamazlık, görmezden gelme ve kim hangi acıyı çekerse çeksin, diğerinin hiç ödün vermediği bir gemi yürütme hevesiyle hayatına devam edebilmesi. En nihayetinde, evet, hep aynı bir avuç yurttaşın çektiği çile kalıyor geriye.
Yüzlerce imzacı akademisyen yargılandı Çağlayan’da, hep ama hep bir avuç meslektaş oradaydı, kabullenmesi güç bir kayıtsızlık bu. Onca meslektaşı ve üniversitelerin hali için tek satırı çok ya da belki lüzumsuz gören akademi, salgın günlerinde zoom yayınlarında konuşmacıların arkasındaki fonu tartışıyordu, belli ki dizginlemesi güç bir istekle.
Akademiyi boş verin, 15 Temmuz ardından inşa edilen yeni ve sona ermeyen OHAL rejiminin perişan ettiği diğer yurttaş kesimlerinin yaşadığının müsebbibi de aynı suskunluk, kayıtsızlık. ‘Endişe’ sözcüğü karşılamıyor, örneğin KHK’li kardeşiyle görüşmeyi reddedenin tutumunu, arkadaşını ihbar edeni, ekmeksiz kalmış komşusunu hevesle sivil ölüme mahkûm edeni. Yüzbinlerce insan yok yere mağdur oldu, çoluk çocuk karanlık sularda boğuldu, dehşet verici toplumsal/bireysel trajediler yaşanıyor ülkenin her yerinde ve yaprak kıpırdamıyor, bu rezilliğin mazereti “Aman canım ne yapsınlar, herkes korkuyor” avuntusu olmamalı. Umursamadı ahali, umursamıyor, hak etmiştir diyor, vardır bir şey diyor, kendi başına gelmeden aldırmıyor yaşananlara, hak bilinci yok, adalet ilkesi umurunda değil, yalnızca yandaşın değil, büyük bir kesim muhalifin de. Bunca adaletsizliği seyreden bir toplum, seyreden, yalnızca seyreden bir toplum düze çıkamaz, birbirinin yüzüne bakamayacak hale gelmiş insanlarla ortak bir gelecek inşa edilemez.
Akademisyenler ‘ihanet metnini’ imzaladı, imzalamasalarmış… On binlerce ihraç şuraya buraya para yatırmış, eh sivil ölümü hak etmişler demek ki, yatırmasalarmış… Kavala zaten Sorosçuymuş, canım desenize, iyi oldu o zaman… Sahi, bir de çok sevineler var bu kararlara değil mi, olmaz olur mu. Armudun sapı üzümün çöpü, hangi ülkede kimlerle birlikte yaşayacaksın peki, ne olacak suskunluğunun karşılığı, endişe sözcüğü altına gizlemeye çalıştığın umursamazlığın ve fırsatçılığınla nereye kadar idare edebileceksin? Siyasal-toplumsal ilişkileri göz ardı edip her şeyin sorumluluğunu insana yüklemeyelim, kabul, ama insansız kurum ve toplumsal ilişki olabilirmiş gibi davranmanın da âlemi yok.
Hep aynı soruyu yinelemeli, “Böyle bir iktidar hangi niteliklere sahip bir toplumu bunca zaman yönetebilir”, AKP seçmeni şunu yaptı bunu yaptı ile geçiştirilebilecek türde değil yaşadıklarımızın ağırlığı, bu partiye oy vermeyen milyonlar var, birlikte yaşıyoruz ve birlikte seyrediyoruz olup biteni. Bir gün bitecek bu iktidar devri, şu kararları alkışlayanlar ile yıllar önce sahte deliller ve saçma sapan iddianamelerle yargılanıp benzer ağırlıkta hüküm giyen askerlere ‘oh olsun’ diyenler, AKP sonrasında da, aynı toprakta yaşamaya devam edecek.
Nasıl bir ülke burası, kim bu insanlar, nasıl bir kültürde on yıl arayla aynı saçmalıklar sanki o arada hiçbir şey olmamışçasına yaşanabilir, o gün o kararları alkışlayan yandaşlarla bugün bu kararları alkışlayanlar, o gün çete mensubu savcılara hayranlık duyanlarla bugün Kavala delilsiz davada müebbet aldığı için dört köşe olan yandaşlar, aynı insanlar. Nasıl olabilir bu, nasıl bir yer burası… “Kavala Sorosçu” zevzekliğini marifet sanıp şunca yıl tek satır tepki göstermeyen, “Hepimiz Gezi’deydik” sloganını atıp Gezi’yi organize ettiği gerekçesiyle yargılananlara sahip çıkmayan ve kendilerini herkese enayi muamelesi yaparcasına solcu sıfatıyla tanımlayan bir kesim soytarı, başka bir ülkede değil ki, burada işte.
Çok zor bu ülkenin işi, yurttaşlık ve asgari hak-hukuk bilinci yoksunluğuyla eli yüzü düzgün bir şeyler kurmak imkânsız. Sevmediğin insanın da hakkını savunma gereğinin, adalet ilkesinin varlığını sürdürebilmesi için yaşamsal önemde olduğu anlatılamıyor, duymuyor insanoğlu, dert etmiyor; biri boş yere cezaevine girdiğinde, biri işini kaybettiğinde, biri sokakta polis şiddetiyle karşılaştığında, bu durumun yalnızca o ‘birini’ ilgilendirdiğini zannediyor, olmuyor. Oluyor da, bu kadar işte, ne az ne çok, bu kadarız.
Ne güzel ve dirençle söyledi mahkeme salonunda, 72 yaşındaki Mücella Yapıcı… “Son sözüm olduğunu düşünmüyorum. Hırsızlık, uğursuzluk, yolsuzluk yapmadım. Yaşamımdan onur duydum. Aynı onuru benim yaşıma gelince sizin de yaşamanızı umuyorum.” Muhatapların, bu sözlerden hiçbir şey anlamadığını tahmin ediyorum. Bir de video seyrettim, İBB çalışanı Tayfun Kahraman minik kızıyla vedalaşıyordu cezaevine gitmeden önce, ne yazılır böyle bir görüntünün adından, ne söylenir, bilmiyorum.
Seksen küsur milyon yurttaştan biri olarak, toplumcu ve kişisel çıkar gözetmeksizin insana, doğaya, ezilene emek harcayan o haysiyet sahibi insanlarla aynı değerleri paylaştığım için mutluluk ve onur duyuyorum.