Dış politikada Türkiye’nin kendini derin ve Avrupalı bir güvenlik bürokratının deyimiyle “tehlikeli” bir yalnızlık içinde bulduğuna inanan çok. Bu konumda insanı rahatsız eden en önemli unsurlardan birisiyse gereksizliği. Türkiye’yi yönetenler dünya ile kurdukları ilişkiyi, İslam inancının çok önem verdiği tevazu ilkesi çerçevesinde yürütmeyi becerselerdi bugünkü tablo ortaya çıkmazdı. Tevazu eksikliği ve bunun sonuçları konusu yalnızca yöneticilerin dünya ile kurdukları ilişkilerde ortaya çıkmıyor. Tersine hem dünya hem de iç kamuoyuyla boyutları insana şaşkınlık veren bir kibirle ilişki kuruluyor.
O kibrin yanıltıcılığı da bir dönemin dünyadaki parlak yıldızını, Ortadoğu’nun damgasını yemiş, coğrafyası dışında katacağı fazla bir şey kalmamış, kendi Cumhuriyet tarihinin kazanımlarını dışlayacak kadar ideolojik körlükle malul, vasat bir ülke konumuna getiriyor. İktidar sahiplerinin kendi çevrelerinin sesi dışında tüm seslere giderek daha kapalı hale gelmelerinin de arkasında yatıyor.
Dünyanın “soykırımcı” diye bildiği bir lidere şu ya da bu gerekçeyle kucak açmış bir ülkenin yöneticilerinin Mısır ile ilgili ettikleri her sözü tartmalarında yarar vardı. Zira söylediğiniz sözün ağırlık taşıyabilmesi için Sudanlı despotun bu denli yakını olmamanız gerektiği gibi, yanınıza çekmek istediklerinize de daha sakin bir dille yaklaşmanız gerekirdi. Kendinizi dünyanın en tepesine bir ahlak şahikası olarak yerleştirip dış politika dilinizi ona göre kurgularsanız, ister istemez sizin kendi sıkıntılarınız ve tam da eleştirdiğiniz noktalardaki zaaflarınız birilerince gündeme getirilir. İkiyüzlülük damgasını yiyebilirsiniz.