ZEYNEP GÜVEN ÜNLÜ
@zeynepguvenunlu
Beyin nasıl düşünce üretiyor? Daha iyi ve güzel bir dünya mümkün mü? Anlamlı bir hayat sürmek için ne yapmalıyız? Bu sorular insanlık kadar eski, yanıtlar istemediğiniz kadar çok ve çeşitli.
Peki, meslek hayatında 30 binden fazla beyne, mikrocerrahiyle ya da ışın cerrahisiyle dokunan ve beynin nasıl zihin ürettiği meselesine kendi deyimiyle ‘takık’ bir cerrah, bu sorulara nasıl yanıt verir?
Beyin cerrahisi profesörü, anatomi bilim doktoru, Avrupa Bilim Sanat Akademisi üyesi, Bahçeşehir Üniversitesi (BAU) Tıp Fakültesi kurucu dekanı, 200’den fazla bilimsel makalenin yazarı, yüzden fazla meslek başarı ödülünün ve daha pek çok sıfatın sahibi Türker Kılıç, bu soruların yanıtlarını, ufukta beliren yeni bir bilim anlayışında ve onun getireceği yaşam kültüründe arıyor.
Ayrıntı Bilim’den çıkan ‘Yeni Bilim: Bağlantısallık, Yeni Kültür: Yaşamdaşlık’ adlı kitabının kısa sürede ikinci baskı yapmasını ise şu sözlerle karşılıyor: “Elbette sevindim buna ve anladım ki, insanlığın, ‘Nasıl daha güzel ve anlamlı bir yaşam sürebiliriz’ sorusuna cevap seçenekleri bulmak kadar acil bir sorunu yok.”
Kılıç haklı, bundan daha acil ne olabilir?
Beyni bir organ olarak tanıyıp anlamak herhalde size yetmedi ki, beynin nasıl düşünce ürettiği, zihnin nasıl oluştuğu sorularının peşine düştünüz. Hatta hayatın anlamına geldiniz. Bu sorular nasıl düştü aklınıza?
Soruyu cerrah olmadan çok daha önce sormuştum aslında. Ben cerrah olduğum için beyne takmadım, beyin nedir ve nasıl düşünce üretir sorusuna takık olduğum için beyin cerrahı oldum. Beyne olan merakım ilkokul dörtte başladı. Vücudumuzu tanıyalım ünitesinde bir piyes oynadık, öğretmenim de bana beyin rolünü verdi. İlk kez bir sakatatçıdan elime bir kuzu beyni alıp okula götürdüm. O gri yapıyı elime alıp düşündüğümde, hala hissettiğim hayret etme duygusunu hatırlıyorum. Hareket edemeyen bu doku, bir canlının hareket etmesini, yer değiştirmesini ve en önemlisi düşünmesini sağlıyor. O zaman öğretmenime şunu sordum: Elimde tuttuğum bu beynin sahibi kuzu, bütün gün otlakta otluyor, akşam geldiğinde onlarca koyun arasından kendi annesini bulabiliyor. Ve, bunu yapabilmesinin sebebi o an elimde tuttuğum o organ. Bu gri doku bunu nasıl beceriyor? Bugün de bu soru mucizevi geliyor. Lise yıllarında bir miktar zihin felsefesiyle ilgili okudum ve beyin nasıl düşünür sorusunu ancak beyin cerrahı olursam bulabileceğim inancıyla tıp fakültesine girdim. Çünkü o zaman, tamamen beyni anlamaya odaklı bir disiplin alanı olarak nörobilimden haberim yoktu.
Tekrar seçme şansınız olsa sinirbilime mi yönelirdiniz?
Tıpta okurken elbette sinirbilimin farkına vardım ve bu alana yönelmeyi de düşündüm. Ama sonuçta cerrahlıkta karar kıldım. Beyin cerrahisi dünyaya tekrar gelsem tekrar seçeceğim mesleğim, ama bilim insanlığı, bilim eğitimi farklı bir zihin sürecini de gerektiriyor. Ben de bu yüzden, zaten ağır bir tempo gerektiren beyin cerrahisi asistanlığı esnasında zor olan bir şeyi yaptım, nöroanatomi temelli anatomi doktora derecesi aldım.
Cerrahlık teknik olarak çok uzun süreli ve aşırı yoğunlaşmayı gerektiren bir meslek. Özellikle asistanlık ve erken kariyer döneminde cerrahi dışında herhangi bir ilgi alanınızın olmasına izin vermiyor. O dönemde, evet her gün beyin dokusuna dokunuyordum ama esas olarak elbette zihni anlama çabasıyla değil, biyolojik anlamda hastalıklı beyni tedavi etmek için. Ancak “Beyin nasıl düşünce üretiyor ve nasıl zihin oluşturuyor” soruları merak konularım olarak aklımda beslendi. 2014’ten itibaren nöroanatomi doktorasıyla giriş yaptığım nörobilim alanında, emeklerimi yoğunlaştırabilme imkanını sağlayan bilimsel çevreye kavuştum.
2014’te ne oldu?
Avrupa Bilim Sanat Akademisi’ne kabul edildim. Bu benim, mesleğinde ya da alanında uzman birinden hezarfenliğe geçiş dönemim oldu. Hezarfen ya da polimat, kendi uzmanlığı dışında onu destekleyen farklı disiplinlerle de ilgilenen, bu alanlarda da düşünen, üreten ‘meraklı insan‘ demek. Avrupa Bilim Sanat Akademisi’nde müzik, ekonomi, teoloji gibi farklı fakültelerin toplantılarına katıldım, benim gibi, “Beyin nasıl zihin üretir” sorusunun peşine düşen insanları tanıdım.
Yine o dönemde Avrupa’daki İnsan Beyin Projesi’ne dahil oldum. 1997’de kurduğum tümör bankasından yararlanarak burada bazı ortak çalışmalar yaptık. Bu süreçte, beyin cerrahı kimliğim son yedi yılda yavaş yavaş beyin bilimci kimliğiyle genişledi. İlkokul dörtte sorduğum, “Beyin nasıl zihin üretiyor” sorusuna tekrar yoğunlaşma fırsatını buldum.
Peki bu yoğunlaşmanın sonucunda ne oldu?
Bu süreçte sinirbilim alanında önemli gelişmeler oldu. Beyinle, zihinle ilgili yeni şeyler öğrendik. Öğrendiklerimi ve düşündüklerimi, Yeni Bilim: Bağlantısallık, Yeni Kültür: Yaşamdaşlık kitabında bir araya getirdim.
Kitabınızda sayfa 52’de şöyle diyorsunuz: “Belki de insan yaşamının varoluş becerisi, satranç ya da Go oynayabilmesi, hafızasında fazla bilgi tutabilmesi değildir; devasa veri setlerinden yola çıkarak hızlı karar verebilmek de olmayabilir. Belki de yaşamı anlamlandıran esas beceri, yaşam denilen bilgi ve varoluş kodlamaları atmosferinin derinliğinin içine girebilmekle, onun içindeki yaşantılar üzerinden bu bilgi bütünüyle konuşabilmekle ilişkilidir.” Hayat için bir anlam önerisinde mi bulunuyorsunuz?
Ana sorumuzun, “Nasıl daha iyi bir yaşam kurabiliriz” olduğuna inanıyorum. Bir de, “Ne yaparız da dünyayı bulduğumuzdan daha güzel hale getirebiliriz?” İnsan ya da başka bir yaşam formu için, yaşamın bir parçası olmanın esas amacı bu diye düşünüyorum. Ve, bir insan canlısı olarak bu soruya en azından şu an için kendimce yetkin bir yanıt bulma sorumluluğum olduğunu da düşünüyorum. Tabii ki bu soru insanlık tarihinde çok kişinin düşünüp yanıtlar verdiği bir alan olmuş. Bilim, felsefe, sanat tarihi bunun üzerine kurulmuş zaten. İnsanlar nasıl daha iyi bir dünya kurabiliriz sorusuna yanıtı, ekonomik sistemlerde, sosyal eşitlikte, aşkta, inançta, ahlakta, dini sistemlerde… farklı farklı yerlerde aramış. Ben bir bilim insanı olarak yanıtın, en azından yöntemsel olarak bilim aracığılıyla verilebileceğine inananlardanım. Bunu görenlerdenim. Beyin bize bu anlamda şahane bir düşünce, bir modelleme alanı sağlıyor.
Beyni tanıdıkça şunu anladım: Beyin nöronlardan oluşsa da, beynin ürettiği zihin nöronlar arasındaki bağlantıların bütünlüğünden oluşuyor. Biz, “1903’ten beri, nöronu ilk kez tanımlayan İspanyol bilim insanı Cajal’dan bu yana, beyni anlamak istiyorsak nöronu inceleyelim” dedik. Çünkü Newton-Bacon-Decartes’tan kalan analiz sentez yönteminin takipçileri olarak, bir bilinmezlik bütününü araştırmak için önce onu en küçük yapı taşına ayırıyoruz. Ve, bu yapı taşını inceleyerek elde edilen verileri, bütüne atfetmeye gayret ediyoruz. Halbuki beyin bize şunu öğretti: Herhangi bir bütünün temel özelliklerini ve onun istikrarını sağlayan şey, onu oluşturan parçalar değil o parçaların birbiriyle olan ilişkisi. İşte burada, enformasyon matematiği dediğimiz ve nöronal sistemleri incelerken keşfettiğimiz yeni bir matematik devreye giriyor.
Nasıl bir matematik?
Blue Brain Project kapsamında, matematikçi Henry Markram’ın laboratuvarında, ilk kez canlı bir hayvanda (fare) ve sadece 31 bin nöronda düşüncenin karar verme modellemesinin videosu çekildi ve matematik formülü yazıldı. Newton yaşamı var eden sistemleri birer bilardo topu gibi düşünmüş ve yaşam bunların birbiriyle etkileşmesinden meydana geliyor demişti. Şimdi biz yeni bir yaşam modellemesini, beyni örnek alarak yapabilir durumdayız. Bu yeni model bize, ‘yaşam’ dediğimiz sistemin atomlardan oluşan bir modelleme üzerinde değil de, enformasyondan oluşan bir modelleme üzerinde düşünülebileceğini söylüyor.
Bu bağlantısallık sinirbilimde olduğu gibi bütün diğer bilimlerde de geçerli mi?
Her dönemde, insanoğlunun belirsizlikle verdiği bu mücadelede, belli bazı kültür yaratan bilim alanları buzkıran gemisi rolünü üstlenmişler. Mesela 1600’lü yıllarda klasik fizik, 1850’lerde kimya bu rolü üstlenmiş. 1943’te Schrödinger’in “Hayat nedir” sorusuyla, klasik fizik içinden doğan biyoloji o dönemdeki buzkıran rolünü üstlenmiş. Buzkıran derken kast ettiğim şu: Elde edilen veriler, sadece o disiplini değiştirmiyor, onu takip eden diğer disiplinleri de değiştiriyor. Tüm bilimleri, hatta yaşamı etkileyecek kadar yeni bazı kavramlar gelişiyor. Bir paradigma değişikliği oluyor. Buna bilimsel gelişme değil, sıçrama diyebiliriz. Şu anda 21. yüzyılın bu ilk çeyreğinde, insanoğlunun bilinmezlikle verdiği bu mücadeledeki buzkıran gemisi rolü, sinir bilim ve yapay zeka disiplinlerinin birlikte yol aldığı enformasyon üreten sistemler biliminde görünüyor. Sinir bilim karmaşıktan basite, yapay zeka basitten karmaşığa, birbirini tamamlayan bilgi alanları olarak ortaya çıkıyor. Bu iki sistem, beyin nedir sorusuna yanıt ararken keşfedilen matematikle birlikte, yaşamın yapı taşının atom değil, enformasyon olabileceği fikrini bizde uyandırıyor. İşte biz 2015’ten bugüne bu hipotezi sınıyoruz.
Yine bağlantısallıktan devam edersek, bağlantısallık anlayışının yeni bir kültür yaratacağını, bu kültürde din, ırk, cinsiyet ve sosyal ayrımcılığı aşan bir zihin biçimi olacağını söylüyorsunuz. Aynı yaşamı paylaşan, onunla var olup, onu zenginleştiren herkes ve her şey ‘yaşamdaş’ oluyor.
Bağlantısallığın bize getirdiği en önemli bilgi şu: Her şey içinde bulunduğu ağla anlamlı. Bugünkü sistemde her şeyin merkezinde ‘ben‘ var, her şey ‘ben‘e fayda sağladığı kadar önemli. Bu uygarlık tabii ki çok önemli ama ‘corona’da da gördük ki artık ihtiyaçlarımıza yanıt veremiyor, mutluluğumuzu sağlamıyor. Buna uygun bir ekonomik yanıtı yok, sosyolojik yanıtı yok. Bu nedenle pandemi esnasında nasıl bir çıkmazla buluştuğumuzu, yaklaşık 8 milyar insanın benzer zamanlarda bir ölüm korkusu karşısında nasıl çaresiz kaldığını, bu korku ayinini nasıl yaşadığını gördük. Uygarlığımızın kutsadığı değerlerin, bankaların, borsaların, silahların, nükleer santrallerin, dini kurumların nasıl birden bire işlevsiz kaldığını gördük. “Daha iyi bir dünya nasıl olur” sorusuna farklı bir yanıt aramamız gerektiği artık ortada. Mevcut uygarlığın buna verebileceği bir yanıt yok.
‘İyi bir dünya’yı bilim bağlamında nasıl tanımlayacağız? İyi, herkese göre değişen öznel bir değer değil mi?
Tam da bunu söylüyorum işte. Böyle bir tanımı, tariften, öznel yargılardan ziyade matematiksel olarak ifade edebiliyoruz artık. Çok başında olsak da, 2015’ten beri bunu yapabiliyoruz. Örneğin iki kardeş fare yavrusunu alın, birini sadece dört duvardan oluşan bir yerde yiyeceğini vererek büyütün, diğerine ise birçok oyun çeşitliliği olan başka fare yavrularıyla oynayabileceği, başka etkileşimlere girebileceği bir yaşam ağı sağlayın. Sonra da her iki beynin sinir bağlantılarını yani konnektomunu görüntüleyin. Bu varolan ve çok iyi bildiğimiz bir deney. Ve burada görüyoruz ki, iki kardeş fare yavrusu farklı ortamlarda tamamen farklı konnektomlar yani farklı nörozihinler geliştiriyorlar. Ve bu nörozihinlerin artık matematik karşılığı var. Ve biz bunu artık yavaş yavaş insanda da kullanabilir duruma geliyoruz.
Ben mesela, her yıl tıp fakültesine gelecek 40 öğrenciyi mülakatla seçmeye çalışıyorum. Amacım iyi bilim insanı olmaya daha yatkın zihinleri seçebilmek. Belki ileride bir MR ile bu kişilerin merakını matematiksel olarak ölçebileceğiz. Bu şu anda mümkün değil ama teorik olarak bunun yapılabileceğini anladık.
Aynı şeyi ‘daha iyi bir dünya’ya da uyarlayabilir miyiz?
İşte işin en can alıcı noktası burası. Bu bağlantısallık matematiği sadece insan beyni için kullanılacak bir şey değil. Bizim tabii ki başlangıçtaki hedefimiz beynin nasıl çalıştığına dair bir modelleme bulabilmekti. Ama ondan sonra gördük ki bunu sadece beyin için değil yaşamın kendisi için de kullanabiliriz. Tabii ki şu anda bizim deneylerimizi yapabildiğimiz sistem insan beyni değil. 100 milyar nöronlu insan beynini çalışmak elbette çok zor.
Şu anda insan beynini çalıştığımız zaman basite indirgeyip anlayabilmek için 383 nöronlu bir deney sonucunu kullanabiliyoruz. Ve böylelikle tek tek nöronları değil, 383 nöronun oluşturduğu konnektomu inceleyebiliyoruz. Bu 383 nöronlu bu zihnin nasıl seçim yapabildiğine dair bir matematik geliştiriyoruz. 383 nöronda çalışan bir sistemin 100 milyar nöronlu bir sistemde de çalışabileceğini biliyoruz çünkü bu matematik.
Bu sosyolojik sistemler için de çalışan bir matematiksel anlayış. Herhangi bir bütünü oluşturan parçaların mutlaka görünür olmasına gerek yok. Ya da daha anlaşılır olarak, bir ormanı oluşturan ağaçların yeraltından birbiriyle bağlantısallığını da bununla açıklayabilirsiniz. İnternetin kendisi zaten böyle. İnternet bunun en güzel örneklerinden biri.
Ben ‘corona’nın başladığı Mart 2020’de, Avrupa Bilim Sanat Akademisi’nin Salzburg’taki bir toplantıdaydım. Çalışmalarını Harvard’da yürüten Bosnalı bir sosyolog, insan topluluklarının soykırım yapabilme yatkınlığını anlamaya çalışmış ve bunu Bayesyen matematik yani enformasyon matematiğiyle ortaya koymuş. Böylelikle bize, herhangi bir insan topluluğuna ya da en azından iki topluluk karşılaştırıldığında hangisinin soykırım yapma potansiyelinin daha yüksek olduğuna dair bir matematiksel veri sunuyor.
50 yaşınızda, hayattan çıkardığınız 50 dersle ilgili bir konuşma yapmışsınız. Orada, eskiden zekayı ve çalışkanlığı çok önemli bulduğunuzu, şimdiyse bunun yerine, iyilik ve yaratıcılık kavramlarını koyduğunuzu söylüyorsunuz. Neden böyle?
Bağlantısallık ilkesine dayanarak söylüyorum bunu. Çevremizle beraber düşüyoruz ya da yükseliyoruz çünkü bizi var eden başkalarıyla olan ilişkimiz. O ilişkilerin ‘iyi‘ olması lazım. Yaratıcılıktan kastım ise yine bağlantısallık ilkesindeki otopoesis, yani yeniden-oluşum. Varolan parçaların o ana kadar düşünülmedik şekilde yeniden kodlanıp ortaya bambaşka bir ağsal yapı, enformasyon deseni çıkarması. Beyinde yeni bir düşünce demek, hiç olmayan bir nöronun ortaya çıkması demek değil, nöronlar arasında yepyeni bir bağlantı oluşması demek. Zaten otopoesis, enformasyon işleyen sistemlerin içsel bir özelliği. Enformasyon işleyen her sistem er ya da geç yeni bir oluşum, zeka üretiyor.
Yine aynı konuşmada ölümle ilgili de bir madde var ama onu tam oluşturamadığınızı söylüyorsunuz. Aradan geçen beş yılda bir şey oluştu mu? Bugün ölümü anlamlandırabiliyor musunuz?
Hala kendimi tatmin edecek bir cevabım yok ama yine de şunu söyleyebilirim. Yaşam dediğimiz bu ormanın içerisinde bir yaprak olarak, ormanın kendimiz için olduğunu zannederek bir ömür geçiriyoruz. Sonbahar geldiğinde bu yaprak sararıp yere düşüyor ve ölüyor. Bu ölüm aslında zihnini yaprakla sınırlayan kişi için bir ölüm, orman için değil. O zaman zihninizi nereye koyduğunuz önemli. Zihninizi yaprağa koyabilirsiniz ama sonbaharda yok olursunuz. Zihninizi ormanın kendisine de yayabilirsiniz. O zaman bu doğal bir şey haline gelir. Çünkü sonbaharda yapraklar sararır ve ölürler, bir sonraki bahara kadar.
Bu nedenle bu yaşam alanı içinde esas olarak kendimizi zenginleştirmenin peşinde değil yaşamı zenginleştirmenin peşinde olmanın bize daha tatminkar, daha yaşamaya değer, daha ‘zengin’, daha bir ömür sağlayabileceği görüşünü geliştiriyor bizde bağlantısallık bilimi ve bunun sonuncunda doğabilecek yaşamdaşlık kültürü. Tabii ki insanoğlu ille de yaşamı ve iyiyi güzeli seçecek diye bir kural yok. Şu anda yaşananları görüyorsunuz, şu anda ‘corona’ tüm dünyada, otokratikleşmenin daha da artması, insanların sağlık adına kontrolünün farklı amaçlarla kullanılmasının legalize edilmesi için kullanılıyor.
Sırada iklim krizi, kuraklık ve açlık tehlikesi var. İnsanlık olarak bunlara çözüm bulma çabası içerisindeyiz. Bizim yeni kriz dalgalarına vereceğimiz yanıtların hepsi, bugün nasıl daha iyi bir dünya kurabiliriz sorusuna vereceğimiz yanıtla ilgili. Dolayısıyla bu bir ontoloji, bu bir varlık sorunu aslında.
Kristof Kolomb Amerika’ya çıkarken yanında, geziyi finanse eden Ispanyol kraliçesinin tapu memuru varmış . Gördüğü her arazi için bir tapu belgesi yazıyormuş. Bizim yaşam karşısındaki tavrımız da böyle. Gördüğümüz şeye sahip olmak hevesiyle yanıp tutuşuyoruz, amacımız bu. Sahip olmak için çalışkan olmak, sahip olmak için zeki olmak… şu anki kültürümüzün temel amacı bu, sahip olmak için yaşamak..
Ama işte otopoesis, kendini hep yeniden oluşturma diye bir varoluş ilkesi var. Sistemlerin beklenmeyen zamanlarda yeni fikirlerle ortaya çıkması mümkün. Enformasyon matematiğinin en güzel yanı, mucizenin bir sıradanlık olduğunun anlaşılması. O nedenle her an bir farklı düzen kurulabilir sosyolojik açıdan da.
Ressamların müzisyenlerin edebiyatçıların da zihni anlama konusunda bilimciler kadar söz sahibi diyorsunuz...
“Yaşam nedir” sorusu, çok temel bir soru. Bütün sıra dışı zihinler elbette ki bu soruyla ilgilenmişler ve filin farklı taraflarını tutmuşlar. Bu çabayı insanlığın tüm farklı zihin disiplinlerinin tarihinde, farklı formlarda ama temel soruya yanıt verebilmek için görüyoruz. Picasso da, Ömer Hayyam da, İbni Sina da, Aristo da aynı temel soruya farklı kodlamalarla yanıt arıyorlar. “Nasıl daha iyi bir yaşam kurgulayabiliriz” sorusunun cevabını sezip bize fısıldayan şairler, edebiyatçılar da öyle. Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair şiirini alın. “Yaşamak şakaya gelmez / Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın / Bir sincap gibi meselâ / Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden / Yani bütün işin gücün yaşamak olacak” derken o yaşamla hemhal olma halini -öznel de olsa, bir matematik dilin sağlayabileceğinden çok daha iyi anlatmıyor mu? Ama diğer yandan, matematik gerçekliğinin de ayrı bir büyüsü var. Belki ben de yeteneğim ya da yetiştiğim zihin ağının ürünü olarak şair ya da edebiyatçı, sinema yönetmeni yani sanatçı da olabilirdim, bu belki de bana daha geniş bir anlam alanı da sağlayabilirdi ama benim seçimim, nasıl daha güzel bir yaşam kurabiliriz sorusuna bilim temelli bir yanıt aramak oldu.
BAU Tıp Fakültesi, dümeninde sizin gibi bir kaptan olması bağlamında soruyorum, diğer tıp fakültelerinden farklı ne yapıyor? Nasıl bir eğitim öğretim sunuyor?
2012’de bu tıp fakültesini kurabilme şansına kavuştum. İlk yaptığım bu konuda yazılmış kitap var mı diye bakmak oldu. Harvard’ın efsanevi Fen Edebiyat Fakültesi dekanı Henry Rosovsky’nin bir kitabı vardır; Bir Dekan Anlatıyor. Ondan çok faydalandım. Daha Hacettepe yıllarında ben dekan olsam nasıl bir tıp fakültesi yaparım diye düşünürdüm aslında. Hatta “Günün birinde bir üniversiteye motto ararsam, ‘Scientia et Amore Vitae’ ‘Yaşam için Bilim ve Sevgi’ derdim” diye bir not almışım. Şimdi bizim fakültemizin uluslararası motto’su bu oldu.
Diyeceğim, bir miktar zihinsel hazırlığım vardı. Bu fakültenin, sadece iyi hekim yetiştiren bir meslek okulu değil de iyi bilim insanı/hekim yetiştiren bir bilim okulu olmasını çok istedim. Bir bilim insanı yetiştirmek istiyorsanız göz teması sağlayabileceğiniz bir ortam kurulmalı. Türkiye’de hakim olan amfi sistemi yerine, usta-çırak ilişkisinin kurulabileceği bir bilim sınıfı kavramı geliştirdik. Bu bilim sınıfına her yıl 40 öğrenciyi yüzde yüz burslu olarak alıyoruz.
BAU Vakfı ve mütevelli heyeti başkanı Enver Yücel’e çok teşekkür ediyorum, dokuz yıldır 40 öğrenciyi yüzde yüz burslu olarak alıp İngilizce eğitimleri için uçak paraları da dahil yurtdışına göndermek, bir yıl oradaki kalışlarını finanse etmek ve döndüklerinde özellikle ilk üç yıl yaptıkları araştırmaları ve yaz dönemlerindeki yurtdışı seyahatlerini karşılayabilmek çok önemli bir destek. Dolar bu kadar değer kazandığı halde hala fedakarlıkla bu burs desteğini sürdürüyorlar, bunun altını çizmek istiyorum. Biz bu 40 öğrenciyi bilim insanı yetiştiren sınıfına alıyoruz. İki sınıf var, biri bilim insanı yetiştirme sınıfı diğeri tıp sınıfı. Bunlar geçişken. Gerekli yeterliliği karşılarlarsa sınıf değiştirebiliyorlar. Nobel Ödülü alan bilim insanlarının yüzde yetmiş ikisinin hocası da bu ödülü almış ya da aday gösterilmiş. Yani bilimde de armut dibine düşüyor. Dolayısıyla iyi hocaları iyi öğrencilerle buluşturabilmek lazım. Bu usta çırak ilişkisini yaratabilmek lazım. Eğitim dediğimiz şey boş bardağın doldurulması değil, zihinde yaratıcı merak kıvılcımlarının çakılması.
Bilimin sınırlarını zorlayan büyük soruların peşine düştünüz. Akademik kimliğinizin zarar görmesinden çekindiğiniz oluyor mu hiç?
Sorunuzu anlıyorum, yaşam nedir gibi farklı alanlara çekilebilecek bir konudan konuşuyorum. Evet, bir çekincem oluyor zaman zaman. Ama buna karşı önemli bir kalkanım, donamımım var. Beyin cerrahı olmak. Her gün iki elim kanda. Nesnel bir iş yaptığım için insanlar bu yaftayı yapıştırırken bir değil beş defa düşünmek zorunda.
Bir de yenilerde farkettiğim önemli bir sorunumuz var, ömrümüz çok kısa. Ben bu çalışmalara başladığımda 45-46 yaşındaydım. O zaman beyin tümörlerinde kullanılan bir ilacın keşfine önemli katkı sağlamıştım. Çeşitli ameliyat metotları bulmuştum. Bu teknik keşiflerden sonra, bir üretim yapmak istedim. Dekanlık gibi örneğin. Bazen dekanlık kimliğimin cerrah kimliğimin önüne geçmesi problemini de yaşıyorum. Ama bunlar benim derdim değil, başkasının derdi. Benim derdim, “Nasıl daha iyi bir yaşam kurgulayabiliriz” sorusunun cevabına katkıda bulunmak.