ZEYNEP GÜVEN ÜNLÜ
zeynep.guvenunlu@gmail.com
“Hani diyorlar ya, rüyamda bunun bir rüya olduğunu biliyordum diye… Kabustayım ama bunun hayatım olduğunu biliyorum.” Seray Şahiner’in son romanının kahramanı Ülker Abla, böyle bir karanlıktan sesleniyor okura. Kocasından şiddet görüyor, parası yok, gideceği bir kapı yok. Her şeyden önce can güvenliği yok. Evi terk ediyor ama kocası tarafından, bulunduğu anda öldürüleceğini biliyor.
Hikayenin geri kalanında Ülker ablanın bir hastaneye sığınıp kimsesiz hastalara refakat edişini, çaresizlikten çıkardığı çözümlerle hayatta kalma mücadelesini ve toplumla ilgili mizah dolu gözlemlerini okuyoruz.
On birinci romanıyla Türkçe edebiyata güçlü bir kadın kahraman armağan eden Seray Şahiner’le, imkansız bir hayatın içinde umudunu korumayı başaran Ülker Abla’yı konuştuk.

Ülker Abla’yı ne zamandan beri aklınızda taşıyorsunuz? Bu kitabı yazma fikri ne zaman nasıl oluştu sizde?
Barınma hakkının hayatiliği üzerine çalışıyordum. Kayıtdışı mekan kullanımı, kamusal alan ve kent hakkı üzerine epeyce kafa yorduktan sonra, kendimi Ülker Abla’yı yazarken buldum. Gidecek yeri olmadığı için yıllarca koca dayağına maruz kaldıktan sonra ani bir kararla evini terk edip nispeten özgürce yürüdüğü sokağın kullanımını, sokağın dilini öğrenerek benimseyen bir kadın olması muradımdı… Ülker, Antabus’ta derkenar, hikayesini çok az gördüğümüz bir karakterdi ve şimdiye kadar yazdıklarım içinde en sevdiğim karakterdi. Kendi adıyla kendi hikayesi olsun istedim.
Kocasından kaçan Ülker Abla bir devlet hastanesine sığınıyor ve kimsesiz hastalara refakat etmeye başlıyor. Onu bir hastaneye yerleştirmenizin sebebi nedir?
Ayak alışkanlığı ve can havli… Yıllarca evinden çıkıp ya bakkala çakkala gitmiş, ya kocasından dayak yedikten sonra tedavi için hastaneye. Bir de, baba dayağından kocasına kaçmış, kocasını terk ettikten sonra gidecek bir yeri yok. Kocasının onun izine ulaşmasından endişeli olduğundan resmi kayıtlara geçeceği yerlerden kaçıyor. Zaten beş kuruşu da yok. Ve yıllarca sedyeyle geldiği hastaneye bu kez ayaklarının üzerinde durmak için geliyor.
Ülker Abla çok zor durumda ama hayatta kalmasını sağlayacak bir takım seçenekleri elinin tersiyle itmekten çekinmiyor. Mesela, refakat ettiği yaşlı hastanın evlilik teklifini geri çeviriyor. Mağduriyetinden yararlanıp emeğini sömüren eski komşularına posta koyuyor. İnsanlarla uzlaşmaya pek niyeti yok gibi.
“Sürüden ayrılanı kurtlar yer” diyenler hep kurt çıkıyor. Ülker toplumla değil, bu susturan peşkeş çekmeyle kavgalı. Bir duvar yazısı görmüştüm: “UYUŞMUYORUZ”. Ülker de, uyuşmuyor, hem rehavet hem çıkarı için insanların suyuna gitme manasında. Harekete geçiren bir öfkesi var. Bunu mizahla harmanlayıp daha keskin hale getiriyor.
Renk adlarını belirleyen biraz da zamanın ruhu. Ülker ablanın renkleri; zanax eflatunu, pakstil sarısı, anafranil pembesi, cipralex beyazı… renk paletine girer mi dersiniz?
Bu isimleri, Antabus’ta Ülker’in üslubunu belirlerken üretmiştim. 2013’ten beri kitabı okuyanların ara ara bunun şakasını yaptığını görüyorum. Ben de artık günlük hayatımda renklerden bahsederken kullanıyorum. Her karakterimin kendi jargonu olmasına özen gösteriyorum. Bizzat Ülker’in ağzından yazılmış bir anlatı olduğundan, uzun betimlemelerdense Ülker’in dünyasını işaret eden bir üslubu tercih ettim.

Romanın neredeyse tamamında, tek bir karakterin iç sesini okuyoruz. Bu tercihiniz yazma deneyiminizi nasıl etkiledi?
Ülker dışardan kendisiyle ilgili yapılan tanımlardan muzdarip bir kadın. O sebeple tanrı anlatıcı kullanmak yerine bizzat Ülker’in sesiyle yazdım. Barınma, akademik olarak da çaba harcadığım bir konu. Karakterin iç sesinden yazarken araya hiç dipnot sızdırmamaya dikkat ettim.
Ben kitabınızı okurken, Başak Cengiz kılıçla katledildi. Gülsüm Yarış eski eşi tarafından tabancayla öldürüldü. Neslihan Batur erkek arkadaşı tarafından kıskançlık yüzünden öldürüldü, su kuyusuna atıldı. 8,5 aylık hamile Arzu D. evinde asılı bulundu. Kocası tarafından öldürüldüğü ihtimali üzerinde duruluyor. Romanı, şiiri, oyunu, filmi, haberi yazılıyor ama bitmiyor! Sahi nasıl bitecek?
Bu haberler o kadar çok ki, belki artık rutin haber diye bakılıyor. Her gün dolacağına hiç şüphe olmadığından ayrılmış üçüncü sayfalar var, onlara da haberler elenerek konulabiliyor ancak. Bu vakaların çok olması sıradan oldukları anlamına gelmiyor. Biz sayfada sokakta ses vermek, dikkat çekmek işaret etme zorundayız. Göz aşinalığına, alışmaya karşı, her hayatın biricikliğini savunmakla, öfkeyi ve ses vermeyi örgütlemekle mükellefiz.
Ülker Abla, kulağında kulaklıkla başkalarının dertlerine sağır kadınlara, emeğini sömüren eski komşularına, nikahını lütfeden yaşlı adamlara dalgacı bir öfkeyle yaklaşıyor. Acaba kitabını yazan yazara nasıl tepki verirdi?
Kulaklıklı kadınlara özeniyor aslında… Onun, dışarıya kulak vermemeye bile imkanı yok. Çünkü sürekli tetikte olmak zorunda hissediyor. Bana nasıl tepki verirdi meselesine gelecek olursak, muhtemelen benimle de dalgasını geçerdi. Ve yazılmış hali beni her konuda alt ederdi. Karakterlerim her zaman benden daha nüktedan, daha zeki. Çünkü ben bir kere yaşıyorum ve düzeltme şansım olmuyor, ama karakterlerimi tekrar tekrar yazıyorum. Her bir yönü için ayrı bir yazım yapıyorum. Yine de bir ortayı bulurduk, zira ben onun insanlarda en nefret ettiği şeyi hiç yapmadım: Ülker’e hiç acımadım.
Konfeksiyonda el işçiliği ve makinecilik yapmışsınız. Zihinsel üretimiyle yaşayan birinin kol gücüyle çalışması çok rastlanan bir durum değil. O hikayelerinizi merak ediyorum…
Üniversite bitene kadar, konfeksiyonculuk, garsonluk gibi pek çok dönemsel iş yaptım. Kol gücüyle çalışılan işlerde kafa yorulmuyor gibi bir algı var, ne acayip. Asıl oralarda hakkınızı kollamak ve sürekli tetikte olmak zorundasınız. Çalışma saatleri, sigortasızlık vb… yarım saat öğle paydosu. Bu işleri ilerde yazarım diye yapmadım tabii ki, ama yazarken işçi kökenli olmanın avantajını, o “tetikte olma” duygusunu bilmekten dolayı yaşıyorum.