ESİN YÜKSEK DALAY
Fotoğraflar: Canan Aşık
Kazdağları’nda güzel bir kış tatili geçiriyoruz. Civarda gezmediğimiz köy kalmadı derken, Nusratlı Köyü’nün kadınları Burhaniye’nin Şahinler Köyü’ndeki camiyi anlata anlata bitiremeyince bizim de gitmemiz farz oldu.
Sabah erkenden yola çıkıp, bir saat kadar oto yolda gittikten sonra, bir dağ yoluna girdik ve yarım saat kadar sonra tepede bir köyün meydanındaydık. Meydanın her iki tarafında da sağlı sollu birer kahve. Kahvelerde oturan tek tük insanlar. Hepsi de köyün yaşlıları.
Sıkıntılı ama hakkına razı bir hava
Soldaki kahvenin hemen yanı başında da herkesin dilinden düşüremediği meşhur camii. Hava açık ama dondurucu soğuk var. Kahveye girip, yaşlıları selamlayıp sobaya yakın bir masaya oturduk. Kahvenin müdavimi olduğu belli birkaç masa yaşlı bizi rahatsız etmeden şöyle bir göz ucuyla süzüyorlar. Ama az çok anlamış durumdalar, belli ki her yabancı gibi camilerini ziyarete gelmişiz.
Kimi bastonuna dayanmış, tavana yakın bir konumdaki televizyonu izliyor, kimi de ellerindeki üç-beş günlük gazeteye bakıyor. Kahvede, sıkıntılı ama hakkına razı bir hava…
Köyün tek genci
Yanımıza önce kahvenin sahibi geliyor. Kahve, köyün kahvesiymiş, o da işletmecisi. Sıcacık ada çaylarımız da elinde. Ardından ta dededen marangoz, çakır gözlü, orta yaşlarda (ki gördüğümüz neredeyse ilk ve tek genç diyebilirim) Mustafa bizi şu çok merak ettiğimiz camii konusunda aydınlatmaya karar veriyor.
Bu sırada kahvenin işletmecisi alelacele caminin anahtarını bulduruyor, biz de kahveden hemen yanı başındaki camiye yöneliyoruz. Botlarımızı çıkarıp içeri girince, ağzımız neredeyse iki karış açık kalıyor. Hakikaten Nusratlı kadınlarının söylediği kadar varmış diye birbirimize bakıyoruz. Ama bu anlık bir göz buluşması.
Sonrasında Canan kendini fotoğrafa adamış yine. Canan bu, beni çoktan bırakmış, elinde fotoğraf makinesi duvarlara, kubbelere dalmış. Ben de hem duvarlardaki olağanüstü görüntüleri tek tek izlerken öte yandan da gönüllü mihmandarlarımızın anlattıklarını dinleyip notlar alıyorum. Ama birinin dediği, ötekinin dediğini tutmuyor. Hani o köyün meydanında gördüğün birbirinden sanki görünmeyen bir keskin hatla ayrılmış gibi görünen kahvelerdeki hava her yere yansımış durumda.
‘Köyümüzün tek bir Alevisi bile yok’
Köyün tarihi de, caminin ustası da, ressamı da herkese göre farklı. Biri köyün geçmişinde Alevilerin yani tahtacıların olduğunu çok kesin bir ifadeyle anlatırken, diğeri hemen onun sözünü kesip, “Köyümüzün hiçbir zaman tek bir Alevisi bile yoktu, olmadı” diyor.
Bir diğeri geçmişte burada Rumlar da varmış, savaştan sonra mübadele sırasında Yunanistan’a göç etmişler derken, diğeri köyün tarihinde Allah için tek bir Rum’un dahi yaşamadığını söylüyor. Ama bir yerde anlaşıyorlar, o da köyün eski adı, “Karga.” Söylemeye bile utanıyor gibiler. Hatta anlatırken kendileriyle dalga bile geçiyorlar; “Karga”danmış, hıh….
‘Restorasyon çabası başarısız’
Bir zamanlar ‘Karga‘ olan ve civar köyler tarafından alay konusu olan adı daha sonra köye gelen bir ‘devlet büyüğü’nün önerisi üzerine ‘Şahinler’ olarak değiştirilmiş. Ama şurası kesin gibi duruyor, o duvardaki resimler, yüzyıllar önce bir Rum sanatçının elinden çıkmış. Restorasyon geçirdiğini ve bu restorasyon sırasında o güzelim resimlerin bozulduğunu da sanırım söylemeye gerek yok. Çünkü her şey ayan beyan ortada…
Asırlık bir sanat abidesi
Neyse, köylülerin dediklerini, anlattıklarını bir kenara bırakalım, dinlemeye ya da dinlediklerimizi yazmaya kalksak, günler, geceler ve sayfalar yetmez… Onun için tarihi belgelerdeki kayıtlara bir göz atalım hep birlikte. Caminin avlusundaki küçük kitabeye göre, bu küçük, mütevazı ama bir o kadar da muhteşem yapı, 1895’te (hicri 1313) Kaymakam Hasan Tahsin Bey’in önayak olmasıyla inşa edilmiş. İçinde 3 tane ‘yalancı’ kubbe var. Dışından ise düz ahşap bir çatıya sahip.
Caminin kubbeleri de, duvarları da çiçek, meyve yani natürmort ve manzara tasvirleri ve kalemişleriyle süslenmiş. Yumurta akıyla karılan kuru sıva üzerine kalemişi tekniği ve toprak boyalar kullanılarak yapılan bu resimlerin her biri bir şaheser. Manzara tasvirleri içinde panoramik İstanbul görüntüsü, o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentine duyulan bir özlem gibi.
Dört mevsim
Bezemelerde, bir yandan minyatür sanatının etkisinin yanı sıra Batı sanatının derinlik, ışık-gölge gibi özellikleri de kullanılmış. Dörder ayrı panoya ayrılmış üç yalancı kubbede; dört mevsimi resmeden doğa tasvirleri, bir kent, hayali bir İstanbul panoraması, bir deli deniz fırtınası, dalgaların arasında boğulmak üzere olan bir adam, köyün girişi ve köylülerin söylediğine göre ölümsüzleştirmek adına köy mezarlığı gibi konulu resimler var. Duvarlarda ise vazolar ve içlerinde çiçekler, çerçeve niyetine çizilen çiçekli dallar ve meyvelerden oluşan kenar süsü bezemeleri bulunuyor.
Klima sisteminin arkasında kalan eserler
Ancak zaman içinde meydana gelen tahribatlar neticesinde renkler bozulmuş ve tasvir yer yer seçilemez hale gelmiş. Harim yani namaz kılmaya tahsis edilen bölümün duvar yüzeylerinde natürmortlar ile örtü sistemi arasında kalan bölümde enine dikdörtgen kartuşlar içerisine alınmış bitkisel süslemeleri var. Bu kartuşlar, merkezde yıldızvari bir çerçeve meydana getiriyor ve çerçeveye de Allah, Muhammed ve dört halife adlarının yazılı olduğu madalyonlar bulunuyor. Ancak restorasyonun yanı sıra sonradan yapılan klima sistemi de bu eserlerin önünü kapatmış.
Kıymet bilmemek
Haaa, bir de şunu söylemeden geçmeyelim. Caminin asma katı, bütün camiler gibi kadınlara ayrılmış. Caminin ilk yapıldığı yıllarda bu asma kat, ahşaptan bir kafesle kadınları gizliyormuş. Ancak restorasyon sırasında aklıevvel bir uzman! Bu kafesleri ‘bu ne seçmelik’ deyip kaldırtmış. Şimdilerde ise kadınlarla erkekler bölümünü boydan boya gerilen bir çamaşır teline asılan kahverengi bir örtü birbirinden ayırıyor.
Köyden dönerken aklımızda kalan restorasyon diyerek yüzlerce yıllık yapıları nasıl mahvettiğimiz, nasıl değer, kıymet bilmediğimiz, ‘uzmanım‘ diye yeteneksiz ne kadar insan varsa bürokrasiye doldurduğumuz…
Bir de, kendi çıkarımıza, görüşüşümüze göre nasıl her şeyi çarpıttığımızı Şahinler’de çok net gördük. Nasıl işimize geldiği gibi davrandığımız, konuştuğumuz, daha ne diyelim. İnsana, sanat, kültüre, doğaya hiç kıymet vermeyen zihniyet her yerde duvar gibi karşımıza çıkıp yolumuzu kesiyor.