Türkiye’de pandeminin ilk vakası Mart 2020’de görüldü. O tarih itibariyle Marmara’ya ve Anadolu’nun her yerine yayılan, istihdamın yüzde 80’ini oluşturan küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin (KOBİ) en büyük sorunu bankalara olan kredi yükümlülükleriydi. Pandemiyle birlikte büyük bir durgunluk beklentisi ortaya çıkmış, borçların ödenememesi olasılığı hem KOBİ’leri hem de bankaları tedirgin etmişti. 2020 Mart ayı itibariyle KOBİ’lerin bankalara olan toplam kredi borcu 101,3 milyar dolarla rekor seviyedeydi. Üstelik bu borçların 20 milyar doları yabancı para cinsindendi. Dolar kurunun 2018’deki gibi bir şok yaşaması halinde KOBİ’ler iflasın kıyısına gelecekti. Bu durum bankaların da hoşuna gitmezdi. Dolar kurunu baskılamak için faizler artırılsa bu sefer de TL cinsinden borçlar yapılandırılırken büyük bir finansman maliyetiyle karşılaşılacaktı. Çare belliydi; faizler düşürülecek, enflasyon yaratılacak ama döviz kurları Merkez’in rezervleri aracılığıyla sabit tutulacaktı. Böylece KOBİ’lerin borçları enflasyona eritilecek, aynı dönemde büyümeye de devam edilecekti.
Böylece 2020 Mart’ta 101,3 milyar dolar olan KOBİ borçluluğu 2022 Mart’ta 86,8 milyar dolara kadar geriletildi. Borçlar azalmasına rağmen, aynı dönemde Türkiye ekonomisi yüzde 15’in üzerinde büyüdü. TL cinsinden uzun vadeli borçlar, enflasyon sayesinde eriyordu. Halk kesimleri enflasyonla boğuşurken, sermayenin borcu, enflasyon sayesinde kuşa dönüyordu.
2020, 2021… Dünya pandemiyle boğuşurken, Türkiye’deki sermaye çevreleri için her şey gerçek olamayacak kadar güzeldi. Yalancı bir bahar yaratılmış, istihdam korunmuş, enflasyon sayesinde sermayenin borçları eritilmiş, halkın alım gücü sermayeye transfer edilmişti. Düşük faiz ortamında konut piyasası canlı tutulmuş, gayrimenkul fiyatlarındaki şişme sayesinde, konut baronları oluşmuştu. Yüzde 50’den fazlası ev sahibi olan Türkiye toplumu da bu vaziyetten memnundu. Ellerindeki mülkleri sürekli değer kazanıyordu, ah şu enflasyon da olmasaydı…