ARKADAŞ ÖZAKIN
@ArkadasOzakin
Çağlayan Adliyesi; ikinci kat. Geç kalmayayım diye uğraşırken erken varmışım, salonun önünde başka kimse yok. Koridorda iki görevli; yüzler biraz gerilimli, gardlar alınmış. Cevaplar kısa kısa.
“İzleyici olarak girilebilecek mi acaba, biliyor musunuz?”
“O hakime kalmış, davadan davaya değişiyor”, diyor biri. “Bu ne davasıydı?”
Adını söyleyip, “Ünlü bir dava aslında” diyorum.
“Bir genç gözaltında kötü muamele görüyor. Onun üstüne tekrar adliyeye çağrılınca evinin balkonundan atlayarak intihar ediyor.” O sert gardda anında bir sarsıntı; yüzde ufak, istemsiz bir ifade. “Daha sonra annesi intihar ediyor.” Gözler açılıyor, gard hepten gidiyor. “Daha sonra da babası vefat ediyor. Sadece kız kardeşi hayatta şu an.”
Yüz artık allak bullak.

Duyan-dinleyen, okuyan-bilen herkesi allak bullak eden bir dava, olay, hikaye. Bir gencin, bir ailenin hikayesi. Başından beri her gündeme geldiğinde Onur Yaser Can sanki bizim kardeşimiz, ağabeyimizmiş gibi, o sarsıntıyı hep birlikte yaşıyoruz.
–
Duruşmadan bir hafta kadar önce Twitter’daki @onuryasercan hesabından birkaç duyuru tweet’i düşmüştü akışa. Yaklaşan duruşmanın önemli olduğunu söyleyen, destek isteyen tweet’ler. Davayı biliyordum ama hesabı ilk kez görüyordum; profile gidip bir baktım. Bir süredir pek bir şey yazılmamıştı; eski tweet’ler, Onur Yaser’le ilgili bir web sayfasına bağlantı ve bir e-posta adresi. Tweet’leri biraz okudum, web sayfasını karıştırdım. Sonra e-posta adresine baktım: Ezgi-Sevgi-Can, Gmail.
Kız kardeşin adresi. Kurumsal bir durum, bir şey değil. Bizzat kendisi.
Bir sürü zırvanın binlerce, on binlerce etkileşim aldığı bir ortamda o duyuru tweet’leri 100-200 civarı beğeni almıştı. Arada konu hakkında başkalarının attığı tweet’leri RT’liyordu o akşam hesap.
‘Hesap‘ derken, yine belli ki: Ezgi.
–
Ezgi Sevgi Can ile yapılan bir söyleşiyi okumuştum yıllar önce. Davanın geniş bir kamuoyu tarafından sahiplenilmemiş olmasından duyduğu üzüntüyü dile getiriyordu. Aslında başından beri ailecek yalnız kalmadıklarını, destek olanların hep olduğunu ama davanın ihtiyaç duyduğu kitleselliğin de ne yazık ki yakalanamadığını. Ve bu durumun aslında sadece bu davanın değil, ülkedeki birçok meselenin de ortak sorunu olduğunu.
O tweet’lerin hali sarstı o akşam. Hemen her duyanı derinden etkileyen bu olay bile kitleselleşmeyecekse, ne kitleselleşecekti? Bir ailenin hayatta kalan tek üyesi, bir kız kardeş, Twitter’da adalet peşinde: 100-200 beğeni.
Çeşitli davalara dışarıdan izleyicilerin de katıldığını bazen basında görüyordum ama bu her zaman olabilen bir şey miydi, bilmiyordum. Acaba bu davada da olacak mıydı böyle bir şey? Olacaksa ben de mi gitseydim izlemeye?
Düşündüm, nefesimi tuttum, bir e-posta yazdım. Önümüzdeki duruşmaya izleyici olarak gelmek mümkün müydü acaba? “Mümkün” derse, bir düşünecektim.
Ezgi-Sevgi-Can, Gmail.
15 dakika içinde bir cevap belirdi ekranda.
“Tabii ki çok memnun olurum. Ne kadar kalabalık olursak o kadar iyi. Sevgiler görüşmek üzere!”
O “Sevgiler görüşmek üzere!” -virgülsüzlüğü ve ünlemi ile birlikte- çarptı. Düşünecek bir şey kalmamıştı.
–
Duruşma sabahı uykuyu pek alamadan, erkenden çıktım. Kolaymış Çağlayan’a gitmek; otobüs, sonra metrobüs. Metrobüsten inince adliyeye doğru kocaman, upuzun bir üst geçit; ‘öbür taraf‘a geçtiğini hissettiriyor insana.
Bina çok büyük; avukat girişi şu taraf, vatandaş girişi bu taraf, biraz yürüyorsun. Madem erken geldim, bir gireyim bakayım, yer-yön bulma işi çıksın aradan dedim.
Girişte havaalanı benzeri bir güvenlik kontrolü. İçerisi insanda sıkıntı/tehdit hissi uyandıran kasvetli bir yer olacak diye beklerken pek öyle çıkmadı; bir azamet var ama kasvetli bir azamet değil, ferah bir yer sayılır.
Detayları internette aramadan önce belki zaten biliyorlardır diye danışmaya bir sorayım dedim: Onur Yaser Can davası için gelmiştim; ünlü bir dava. Acaba nerede olduğunu bilirler mi? Bilmiyorlar.
‘Kaçıncı‘ ağır ceza olduğunu internetten bulunca yönlendiriyorlar.
Üst katta davanın hikayesini duyunca gardı düşen görevli, kendini toparladıktan sonra “izleyici alınmaz bence”, diyor.
Dışarıda bir basın açıklaması yapılacaktır belki diye düşünerek çıkıyorum binadan. Bu işler genelde nerede yapılıyor diye sorduğum, yüzü-tavrı yukarıdakilerden daha bariyersiz görünen bir görevli meydanı gösterip “hangi dava” diye soruyor.
Söyleyince, “biliyorum o davayı”, diyor.
Merdivenleri çıkıp hem arkamdaki meydanı, hem de iki taraftan binaya doğru yürüyenleri kollamaya başlıyorum. Ezgi Sevgi’nin fotoğraflarına bir kez daha bakıyorum. Gelenlerin bazıları biraz ona benziyor; yanlış kişiye gitmemek için üstünde ne olur acaba diye bir düşünüyorum. Resmî görünen bir şeyler giymiş olsa gerek diyerek birkaç kişiyi eliyorum; pantolon-gömlek-ceket tipi bir kıyafet arayarak bakınıyorum etrafa.
–
İnsanın vicdan bardağını taşırmayı başaran damlanın ne olduğu, onca zaman onca kötü şeye seyirci kaldıktan sonra neyin onu harekete geçirebildiği, ilginç, üzerinde düşünmeye değer bir konu. Ama böyle harekete geçme, ses çıkartma anlarında bu tür bir fikir yürütme yerine bir tutarlılık sorgulaması çıkabiliyor insanın karşısına:
“Madem bunu dert ediyorsun, şunu niye dert etmemiştin?”
Ya da, bazı başka bağlamlarda, daha da serti:
“Bundan çok daha büyük bir mesele olan şuna ses çıkartmamışken, bununla uğraşmak komik olmuyor mu?”
Böyle sorgulamalar kimi zaman bahsi geçen ‘şu’nlar için harekete geçmeye yönelik birer davet niteliğinde olabiliyor ama ne yazık ki sıklıkla, bir şekilde bir şeyi dert etmiş bir insanın hevesini kırmaktan öte bir etkileri olmuyor.
Oysa bir tek şey için olsun harekete geçmişlik, mucizevi bir yanı olan, pamuklara sarılıp kollanması gereken bir şey değil mi? İnsan çok tutarlı bulunmayabilecek bir tavırla da olsa bir kez harekete geçtikten sonra, gerekli sorgulamaları kendi de yapamaz mı? Bir meseleyi dert etmişliğin yarattığı iç rüzgar, sonrasında başka meselelere de sirayet edemez mi?
Ve aslında: Bir-iki değil, çok daha fazla sayıda konuyu tutarlılıkla ve titizlikle takip edip uğraşan, hatta bu işi mesleği haline getirmiş insanlar bile yerküredeki tüm dertleri önce şaşmaz bir teraziyle sıraya dizip uğraşmaya öyle başlamış olmasalar gerek değil mi?
–
Etrafı kollarken meydan tarafından gelen 3-4 kişilik bir grup dikkatimi çekiyor. Ortalarında: Ahmet Şık.
Şahsen tanımıyorum kendisini ama selam veriyorum, doğal şekilde alıyor selamımı. “Hangi dava” diyorum, gülümseyip, ‘senin düşündüğün’ der gibi bir tonda “Onur Yaser Can” diyor. Yanına katıyor, birkaç kişi birlikte giriyoruz.
Binaya ikinci giriş, ilk girişten farklı. Belirsizlik, yabancılık, tek seferde bile azalıyor.
Yukarıda insan sayısı yavaş yavaş artıyor. Gazeteciler, milletvekilleri, avukatlar, başka insanlar geliyor birbirinin ardına. Bir noktada bir görevli, “avukat ya da birinci derece yakını olmayanlar koridorun dışında beklesin” diyecek oluyor. Bir milletvekili, neşe-özgüven karışımı bir tonla, sıfır tereddütle ve güçlü, gür bir sesle cevap veriyor: “Yok canım! Avukatı burada, danışmanları burada, akrabaları burada, hepsi burada!”
Çok mantıklı bir cevap değil verdiği. Tartışmaların her zaman mantıkla, logos’la kazanılmadığını bir kez daha görüyoruz. Herkes kalıyor.
Ezgi Sevgi Can geliyor sonunda. Bu sefer şüphe yok; o. Tanıdıkları ile sarılıp selamlaşıyor, arkadaşları ile gülüşüyor, diğer insanlarla konuşuyor. Tek kaldığında, ciddileşiyor. Elinde üzerine kalemle notlar alınmış sayfalarca metin var, yoğun bir odakla onlara bakıyor.
Tedirgin görünüyor mu diye bakıyorum; görünmüyor. Yoğun, doğal bir odak var halinde ama tedirginlik yok. Boş bir anında selam verip kendimi tanıtıyorum. Doğal, güzel, sıcak gülümseyişi ile bana da selam veriyor, teşekkür ediyor.
–
Üstünde: Bol, eski bir kot, bir tişört, boyna dolanmış kalın/partal bir gömlek. Converse ayakkabılar, üzerinde dinozor resimleri olan çoraplar.
Ve hiçbir tayyörün-döpiyesin-takım elbisenin insana sağlayamayacağı bir ciddiyet/sağlamlık/özgüven.
–
İzleyicilerin alınacağı söyleniyor, giriyoruz salona. Bir grup dışarıda kalıyor; ufak bir arbede çıkıyor. Hakim bir kadın; ciddi biri. “Kavga etmeyin, kavga etmeyin, herkesi alacağım, büyük salona geçiyoruz”, diyor.
Duruşmanın gidişatına dair bilgileri/detayları derli toplu haberlerden okumak mümkün/daha faydalı. Sadece dikkat çeken, göze batan birkaç şey:
Bazı sanıklar uzaktan katılıyor. Kendilerine gösterilen olay günü fotoğraflarını ekrandan göremediklerini söylüyorlar. Kimilerinin sesinde, tavrında, rahatsız edici bir hal var; insan haksız yere bile suçlanıyor olsa mahkemede takınılmasının zor olduğu düşündüğüm bir tavır.
Tüm sorulara hatırlamıyorum-hatırlamıyorum-hatırlamıyorum diyerek giderken birden az önce hatırlamadığını söylediği şeye dair ekstra bir detay verenler oluyor. Bir zamanlar varlığı resmi ağızlarca reddedilen çıplak aramanın son derece normal, gerekli, kanunun onlara verdiği yetki kapsamında, doğal bir şey olduğunu ifade edenler. Art arda, tekrar tekrar, arkadaki niyetin ‘başka‘ olduğunu söyleyerek Ezgi’nin ve avukatlarının sorularına cevap vermekten kaçınanlar.
Bir noktada, müdahil avukatların arasında oturan, diğerlerinden daha kıdemli görünen bir avukat, tok bir sesle “sorguya itiraz edilmez, cevap verilir” diyor. Bağırmıyor ama bas-bariton bir bağırtı kadar gür çıkıyor sesi. Bir an herkes duruyor, hakim sanığa dönüp soruya cevap istiyor.
Kapanış konuşmaları geliyor. Ezgi konuşuyor. Uzun, akıcı, güzel bir konuşma. Sonra iki tarafın avukatları söz alıyor sırayla. Karşı tarafın daha kıdemli görünen bir avukatı, kendisi için tehlikeli olabileceğini düşündüğüm bir argüman kullanarak, “Müvekkillerimin Onur Yaser’e ne garezi olabilir ki ona kötü muamele yapmış olsunlar” demeye getiriyor.
Dikkatimin dağıldığı bir an, tüm salonun birden bağırmasıyla toparlanıyorum. Bir avukat “Onur Yaser Can uyuşturucu kullanmamış olsaydı bunlar olmayacaktı” gibi bir şey demiş meğer. Buna kimsenin tahammülü yok.
Hakim, duruşma biter bitmez, orada, cüppesini çıkarıyor.
–
Duruşma boyunca, karşı tarafın bahsettiğim rahatsız edici tonu devam ettikçe Ezgi’ye baktım; benim oturduğum yerde böyle moralim bozuluyorsa o nasıl hissediyordur kendini diye düşündüm. Düzgün dili, özgüveni, tutarlılığı, keskin zekası, bir an bile şaşmadı. Sesi titremedi, gözünü kırpmadı.
Daha sonra düşünürken, yukarıda bahsettiğim röportajda babasını anlatırken söyledikleri geldi aklıma:
“Tartıştığımızda bazen beni sinirlendirip çileden çıkarırdı. ‘Yeter baba’ deyip odaya geçince arkamdan gelip ‘Ne oldu, pes mi ettin, gücün bu kadar mı yani’ derdi. Beni böyle böyle hayata hazırladı. Pes etmeyeceğim.”
Bir sonraki duruşma 2 Aralık’ta.

İki not:
Burada değinmediğim, sanıkları ayıracak ilginç bir gelişme de yaşandı, dediğim gibi basındaki haberlerden okumanızı tavsiye ederim.
‘Başka niyet’ konusu: Bu dava evrakta sahtecilik ile ilgili, bir işkence davası değil. Ama oraya genişletilmesi olasılığı var. Kimi sanıklar soruların davanın kapsamı dışındaki şeylere yönelik olduğunu iddia ettiler tekrar tekrar; bahsi geçen ‘başka niyet’ bu.