
DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Online mecrada ne kadar yapmak gerekir bilemiyorum, netice itibarıyla geçen haftanın yazısı şu linkin ucunda, ama yine de adettendir, ‘çıkan kısmın özeti‘ni bir yapayım. Önceki yazıda, bir Neo-Kemalizm dalgası yaşadığımızı ifade etmiş ve bunun siyasi akıma dönüşmediğini, bir refleks olarak kendini gösterdiğini savunmuştum. Ancak, yazının uzunluğu öyle icap ettirdiğinden, bu Neo-Kemalizm dalgasının muhteviyatını tartışmayı bu haftaya bırakıp daha ziyade onu yaratan koşulları tartışmıştım. Yani “Uzundu, okumadım” diyenler için meselenin yağlı tarafına asıl şimdi geldik.
Geçen hafta da söylemiştim, bu yazı serisinde niyetim Neo-Kemalizmi övmek ya da yermek değil, ne olduğunu anla(t)maya çalışmak. Dolayısıyla, yazıya çok alt metin gizleme niyetim de yok, doğrudan söylemediğim şeyleri söylemişim gibi duyduğunuz olursa, onun kuvvetle muhtemel sizin durduğunuz yerden öyle duyulduğunu dikkate almanızı rica ederim.
Öncelikle, bir şeyleri tartışabilmemiz için eni konu etraflı bir kavramsallaştırmaya ihtiyacımız var. Aksi takdirde, bu toplumun reflekslerini diyalektik bir çerçeveye sokamayız, karşımızda olan bitene de “AK Parti iktidarı sayesinde toplum Atatürk’ü daha iyi anladı” türünden sığ önermelerle yaklaşırız. Asıl konuya girmeden hemen belirteyim, konunun Atatürk’ü anlama derecesiyle herhangi bir alakası yok. Zira, meselenin toplumun farklı katmanlarının habitusunda AKP öncesinde olmayan bir şeyden kaynaklanma durumu yok. Bunu böyle zannetmek, düşünümselliği, yani yapı ile eyleyici arasındaki karşılıklı ilişkinin diyalektiğini yok sanmaktan/saymaktan ileri geliyor.
Her şeyden önce, modern Türkiye’nin son derece eklektik ve heterojen bir şekilde yarım kalmış olduğunu tahtanın en başına yazalım. Bu proje, hiçbir zaman Kemalizmden ibaret olmadı, zaten Kemalizmden önce ortaya çıktı. Ancak Kemalizm, Türk modernizminin başat medeniyet projesi olarak zaman zaman, kabul edilebilir ölçülerde modern Türkiye ile eş anlamlı olarak kullanılabiliyor. Bu bağlamda Neo-Kemalizmin özünü kavramak için, Paleo-Kemalizmin, yani orijinal projenin hasletine bakmak gerekiyor.
Türkiye Cumhuriyeti, bence uygarlık tarihinde çok özel bir yere sahip, zira içinden çıktığı ve kısmen devamı olduğu imparatorluğu yıkarak kurulmuş bir post-emperyal ulus-devlet. Aynı anda hem imparatorluk mirasını, hem de diğer emperyal kuvvetlere karşı verilmiş bir varoluş savaşını içinde bulunduruyor.
Ben, uluslararası akademik ortamlarda Türkiye’den bahsederken hep ‘ikinci buçuğuncu dünya ülkesi‘ tabirini kullanıyorum. Emperyal denklemin iki tarafında da farklı zamanlarda-derecelerde bulunmuş, hâlâ da bunun kafa karışıklığını yaşayan, koloni sahibi olup da aynı anda emperyalist işgale de uğramış olmanın deneyimini hâlâ içinde taşıyan bir ülke.
Türkiye Cumhuriyeti, bu nedenle daha en baştan, inanılmaz derecede iddialı, ancak bir o kadar da zorlu bir girişimdi. Bu koşullarda Kemalizm, bir toplumsal proje olarak büyük devrimler yaptı; ancak gerek bunun meşruiyetini toplumsal sözleşmeden ziyade toplum mühendisliğine dayandırdığından, gerekse bu toplum mühendisliğini dört başı mamur bir kültür devrimiyle nihayete erdirecek kudrete ve donanıma sahip olmadığından, toplumsal reflekslerin direnciyle karşılaştı, sonunda da demokrasiye geçişle beraber çoğunluğa yenildi. Ama bir yandan da paradoksal olarak, yenildiği çoğunlukla beraber (ve genelde de ihtilaf içinde olarak) devlete içkin olarak varolmayı ve bir yandan da yenildiği çoğunluğu dönüştürmeyi başardı.
Bu paradigmanın kırıldığını varsaydığımız AKP iktidarının dahi, Kemalist projenin söylem ve eylemlerinin bir kısmını zimmetine geçirmeden hegemonya iddiasında bulunamadığını dikkate almak gerekir. Bugün ‘reisçilik‘ dediğimiz şeyin ilhamı, Abdülhamid’den çok tek parti fırkacılığına ve hatta milli şefçiliğe dayanıyor.
Kemalizmin, yarım kalmış ve yenilmiş bir proje olduğunu söyleyebiliriz ama etkisiz ve geçici olduğunu söyleyemeyiz. Kemalizm, bir mimari eser olsaydı, herhalde Gaudi’nin La Sagrada Familia’sı olurdu; iddialı, uçuk, görkemli, eksik, hatta hatalı, ama ne olursa olsun hâlâ mevcut.
Bugün siyasi eksenlerin Erdoğancı, anti-Erdoğancı olarak belirlendiği Türkiye’de, iki tarafın da pratiğinin referans noktası Paleo-Kemalizm olabiliyor. Kemalizm, hâlâ pek çok yönüyle bu ülkenin dayanıklı tek büyük anlatısı. Bunu iyi ya da kötü bir yargı belirtmeksizin söylüyorum. Zira, bu büyük anlatının varlığı bir yandan Türkiye’yi çekirge istilasından beter bir 20 yılın tahribatından hâlâ belli ölçüde koruyor ama bir yandan da orijinal projenin kafa karışıklığından kaynaklı olarak kemikleşmiş varoluşsal birtakım problemlerin devamına neden oluyor. Tıklım tıklım dolu bir yemek masasının altındaki lekeli bir masa örtüsü gibi, ortalığı kırıp dökmeden çekip çıkarmak da imkansız, temizleyip yerine geri koymak da.
Geçen haftaki ilk yazıdan sonra bir okur itirazı gördüm sosyal medyada; ‘Kemalizm değil Atatürkçülük’ diye. Aslında bu itiraz, benim anlatmak istediğim şeye çok yardımcı olacak cinsten. Zira, ne kadar eklektik ve yamalı bohça gibi de olsa Kemalizm, ideolojik olarak tarifi yine iyi-kötü yapılabilecek bir kavram. Atatürkçülük, ondan da muallak bir kavram.
‘Atatürk’ü sevmek‘ diye tarifleyecek olsak, ‘Hangi Atatürk?‘ sorusuyla karşılaşıyoruz. Türkiye’de Atatürk’ten ve Atatürkçülük’ten kimin ne anladığını sorsak milyon tane farklı versiyon çıkar karşımıza. 1938’den beri kendi yaptıklarından çok, bizim tasavvurumuzdan müteşekkil bir Atatürk imgesi var kolektif imgelemimizde. Dahası Atatürk’ü, yaptıklarını ve bağlamını kavrayarak değil, sevmeye/nefret etmeye koşullandırıldığımız tanrısal/şeytani bir figür olarak, tamamıyla endoktrine bir şekilde öğrenmiş bir toplumuz biz; sahi, çocukken kendisine “Atatürk mü büyük, Allah mı?” sorusunu sormuş hiç kimseyle mi karşılaşmadınız? Bu söylediğim birilerini çok kızdıracaktır biliyorum, neyse ne zamandır küfürlü okur yorumu gelmiyordu değişiklik olur. Şaka bir yana, ‘Tanrılaş Atatürk‘ ile ‘Şeytanlaş Atatürk‘ son kertede aynı durumu besliyor; ülkenin kurucu cumhurbaşkanını metafizik bir figür olarak algılıyoruz.
Modernitenin kökünde, iktidarın gökten yere inmesi yatar; yani, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi hükümdarlardan, meşruiyetini bir toplumsal sözleşmeden alan devletlere geçiş, bir diğer deyişle yasamanın dünyevileşmesi. Ancak bu geçiş, pürüzsüz bir geçiş değildir, zira çoğu kez devletin tanrılaşmasına evrilir (bu noktada, ben çok genç yaştayken hocam olmuş ve bu nedenle maalesef o vakit düşüncesinden hakkınca istifade edemediğim Cemal Bâli Akal’a ve ‘Sivil Toplumun Tanrısı’ eserine gönderme yapayım).
Türkiye özelinde, modernleşmenin yarım kalışı, devletin tanrılaşma oranının yüksekliğiyle de ilişkilidir. Bireyin yurttaş, devletin ise toplumsal sözleşmenin uygulayıcısı/hizmetkârı olamadığı, devletperverliğin seküler bir din olarak toplumsal yaşama bir inanç ve kontrol sistemi olarak hâkim olduğu bir yapıda, Kemalizm de reisçilik de aynı odanın iki ucuna açılan kapılar gibidir. Zaman zaman düşünce evrenleri ve pratikleri de aynılaşabilir.
Benim Atatürkçülük değil Kemalizm dememin nedeni, bizim Atatürkçülük olarak nitelediğimiz ve o hâliyle de yeterince muğlak bir kavramın, çoğu kez aslında Atatürk sevgisini değil, devletperver bir ideolojiyi refere ediyor oluşu; ama daha da önemlisi, Atatürk üzerinden daha da kuvvetlenen bir metafizik devlet varlığına dayanması.
Neo-Kemalizmin ilginç tarafı ise Paleo-Kemalizm için geçerli bu önermelerin çoğunu yeniden teste tâbi tutması, ama bir yandan varlığını o önermelere borçlu olması. Zira şu anki Neo-Kemalizm; içi dolu bir siyasi proje değil, aksine, temel aksını siyasetsizlik oluşturuyor.
Daha önceki yazılarda da anlatmıştım; Türkiye demokrasisi, bir delegasyon demokrasisi. Halkın seçimlerde oy vermek dışında siyasi kanallara katılmasının makbul görülmediği, bunun sonucu olarak her türlü politizasyonun gündelik hayat pratikleri, en çok da yaşam tarzı üzerinden yaşandığı bir ülke bizim ülkemiz. Yine bir başka hocam Jacques Defrance’a atıfla apolitizmin politikliği, hatta anti-politizmin politikliği diyelim buna.
Kurumsal politikanın dışında, hatta ona karşı hasmane bir tavırla gündelik hayat üzerinden politika üretme pratiği, Türkiye toplumunun siyasi kimliğini anlamak için anahtardır aslında (AKP’nin cami cemaatleri-hemşehrilik dernekleri ağlarını kendi bünyesine çekmesi, bunun tek istisnasıdır, AKP’nin tüm beceriksizliğine rağmen son sekiz yılı sağ atlatmasının da temel nedenidir). Ancak kurumsal/örgütlü politikaya katılmama geleneği, aynı zamanda gündelik yaşam üzerinden siyaset üretme yeteneğini de törpüleyen bir unsur. Bunun en billur örneği, Gezi’de kendisine ‘Biz halkız‘ diyen ‘CHP’siz Atatürk, AKP’siz İslam, MHP’siz milliyetçilik‘ sloganlı kitlenin ‘flamalılar’ı, yani örgütlüleri alandan gönderip ertesi gün polis tarafından paket edilmesiydi herhalde.
Şu an Neo-Kemalizm dediğimiz, siyasetsizliği kendisine bayrak yapmış kitlelerin, ömrü çoktan tükenmiş ve tarihin çöplüğüne gideceği kesinleşmiş bir rejime karşı alternatif üretme çabası temelde. Toplumun dönüştürücü olması gereken katmanları, siyaset üretecek tecrübeye, örgütlülüğe ve meyle sahip olmayınca, isyan devrimleşeceğine, nostalji olarak kendini ifade ediyor. Neo-Kemalizm dediğimiz, esasen Atatürk şahsında metafizik bir varlığa, ‘Aman hoca kurtar bizi fillerden‘ çığlığı aslında. O dönüştürücülüğü Gezi’de hayata geçirme fırsatı vardı ama kaçtı, şu an istenenin Paleo değil Neo-Kemalizm olması, Gezi’nin kolektif devrimciliğinin o kitleleri yine de farklı şeyler istemeye yönlendirdiğini gösteriyor.
İnsanların ülkenin geleceğine dair taleplerini, başka türlü yapmayı bilmediği için Atatürk üzerinden ifade etmeye çalışması, bence Kemalist olmayan demokratik güçlerde -geçmişte olduğu gibi- illâ alerji yaratmamalı. ‘Cumhuriyet Mitingleri’ döneminde değiliz, o tarihten bu yana geçen 15 yılda önemli demokratik deneyimler yaşadık; Hrant Dink cinayetinin birleştirdiği kitleler, on binlerce kişilik Onur Yürüyüşleri, Feminist Gece Yürüyüşleri, Gezi, 2015 Haziran seçimleri, İstanbul seçimleri, Boğaziçi direnişi… Bunların hepsi ezber bozması gereken, otokrasinin orta yerinde Türkiye’nin demokratik geleneğini sürdürme çırpınışları… Bundan sonra yapılması gereken, mevcut durumdan bir toplumsal sözleşme çıkarmaya çalışmak olmalı. Beğenseniz de beğenmeseniz de Atatürk portreli bayraklar da bunun parçası, üç renkli bandanalar da… Önce o iktidarı yere indirmek, sonra da toplum olmayı öğrenmek zorundayız. Hepimizin olabilecek bir ülke gerekiyor bize. Başka türlüsü, bizi daha önce başımıza ne geldiyse oraya götürür.
Son bir not da gündemdeki ‘helalleşme‘ tartışmasına ve yukarıda anlattıklarımla ilişkisine düşeyim.
Bu köşede sıklıkla eleştirdiğim Kemal Kılıçdaroğlu’nun son yaptığı açıklamalar, aslında bir toplumsal sözleşme olmasa bile en azından toplumsal uzlaşı arayışı olarak anlaşılabilir. Bu bağlamda, bunun ileriye doğru atılmış bir adım, en azından ‘seçim aritmetiği‘ paradigması dışına çıkıp siyaset üretmeye yönelik bir girişim olarak görülmesi doğru olur.
Bir CHP genel başkanının Roboski’yi, 28 Şubat’ı anabilmesi, iyimser bir okumayla en azından partinin SHP köklerine dönüşüne işaret sayılabilir, bu aynı zamanda İYİP’in gölgesinden çıkma isteğini de gösterir. Merkez sağın kendini yeniden oluşturduğu bir dönemde, CHP’nin merkez sola dönüş yapması, siyasetin eksenlerinin yeniden çizilmesini beraberinde getirir ki bu da Erdoğan’ın ve rejiminin denklem dışında kalmasının hem nedeni, hem sonucu olur. Bu normalleşmeye köstek olmamak gerekir.
Öte yandan Kılıçdaroğlu’nun ‘helalleşme‘ ile ne kastettiğini, altını nasıl dolduracağını izlemek gerekiyor. Bunun ifade biçimindeki eksikler, ‘helalleşme‘ sözcüğünün çağrışımları, tabii ki üstünden atlanacak cinsten değil. Eğer bir seçim kampanyası sloganı olmayacaksa ‘helalleşme‘ denen şeyin, Türkiye’nin kronik meselelerini yaratan yapılarla ve aktörlerle yüzleşmeye kadar gitmesi gerekir ki, bunun ucu da 1915’e kadar varır.
Olan biteni kabul etmek ve bunlardan üzüntü duymak bir adımdır, ama kalıcı dönüşümleri yaratmanın yolu değildir. Diliyorum ki Kılıçdaroğlu’nun bahsettiği ve ‘miras bırakmayı‘ umut ettiği şey, toplumumuzu zehirleyen ön kabullerle ve inkarlarla yüzleşmeyi, yeni bir yurttaşlık kimliği yaratmayı içersin, aksi takdirde bu konu da ‘12 Eylül’le hesaplaşma‘ meselesine döner, yapmış gibi yapıp yapılma umudunu da söndürürüz.
‘Aklın kötümserliği iradenin iyimserliği‘ diyerek noktalayayım.